• Sonuç bulunamadı

1.2. SSCB SONRASI SİYASİ DÖNÜŞÜM VE ÖZBEKİSTAN–RUSYA İLİŞKİLERİ

1.2.1. SSCB’nin Yıkılışı ve Sovyet Sonrası Rusya’nın Siyasal İnşası: Boris

RSFSC’de 1970’lerin ortalarında petrol fiyatları yükselmiş ve buna paralel olarak büyüme oranında da artış meydana gelmiştir. Ancak söz konusu bu büyüme 1980’lerin sonuna kadar devam eden durgunluk sürecini de beraberinde getirmiştir. Bu süreçte gerek içte gerekse dışta sosyo-ekonomik ve siyasal sorunların yaşanması reform taleplerini de gündeme getirmiştir. Nikita Sergeyeviç Hruşçov, Leonid İlyiç Brejnev, Yuriy Vladimiroviç Andropov ve Konstantin Ustinoviç Çernenko gibi Josef Stalin’den sonra gelen liderler bu ihtiyaç doğrultusunda kendilerine has reform politikaları

8 Tahir Yoldaşev ve Cuma Namangani tarafından kurulan bu örgütün kökleri 1990’ların başına uzanmaktadır. Yapılanması Namangan’daki Otavalihon Camii çevresinde başlayan bu örgüt; Adalet, İslam Laskarlari, Barak ve Tauba olmak üzere dört radikal İslamcı grubu tek çatı altında birleştirmiştir.

Örgütün liderlerinden Yoldaşev, 1990’ların başında Özbekistan’da varlık gösteren sayısız siyasi hareketten biri olan ve Özbekistan’da İslami hukuk sisteminin yürürlüğe konmasını isteyen Adalet Partisi’nin liderliğini üstleniştir. Namangani ise 1979-1989 yılları arasında yaşanan Afganistan Savaşı’nda RSFSC tarafında yer almış; savaşın ardından Tacikistan İslami Direniş Örgütü’nün liderlerinden Muhammet Şarif’in desteklediği İslamcı Tauba Hareketi gibi birçok İslami örgütün içerisinde yer almıştır. A (Çaman & Dağcı, 2014, s. 17)

20

geliştirmiştir. (Yıldırım, 2018, s. 22-28) Mihail Gorbaçov’un 11 Mart 1985’te Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreterliği'ne gelmesinin ardından gerek RSFSC’de gerekse Sosyalizmin tesis edildiği diğer Sovyet Cumhuriyetleri’nde yeni bir dönem başlamıştır. Genel sekreter olarak göreve başlamasının ardından 1986’da yaşanan sosyo-ekonomik ve siyasal sorunların çözümü için “yeniden yapılanma“ yani Perestroyka sürecini başlatmıştır. Yaşanan sorunların nedeninin RSFSC’nin kendi siyasal sisteminden kaynaklandığını; özellikle ekonomi alanında yapılan reformların bürokrasinin kendi çıkarlarını korumak için tepki gösterdiği için başarıya ulaşmadığını saptayan Gorbaçov, bürokrasinin üstünlüğünün kırılması için glasnost (açıklık) ve demokratizatsiya (demokratikleşme) politikalarını yürürlüğe koymuştur. Bu politikalar kapsamında RSFSC gerek iç politikada gerekse dış politikada bir dönüşüm sürecine girmiş; bu süreçte söylem değişikliğine de gidilmiştir. Sınıf eksenli, tek bir kazanan tarafın olduğu politikalar yerine uluslararası işbirliğine ve ortak çıkar ülküsüne dayanan politikalar geliştirilmiştir.1985’te başlayan bu kabuk değiştirme 1991’de SSCB’nin yıkılmasına ve Rusya Federasyonu’nun kurulmasına neden olacak sürecin tetikleyicisi olmuştur. (Tellal, 2003, s. 158-161)

1985 sonrasındaki süreçte Gorbaçov’un yetkileri artarken tek adama dönüşmesi karşısında muhalif sesler de artmıştır. Uygulanan politikalar kapsamında Komünist Parti’nin 19. Parti Konferansı'nda parti ile hükümet ayrılmış böylelikle partinin devlet üzerindeki vesayeti kaldırılmıştır. Ayrıca bu konferansla birlikte demokratizatsiya (demokratikleşme) politikası uygulanmaya başlanmıştır. Gorbaçov’un demokratizatsiya politikası kapsamında Halk Temsilcileri Kongresi ve Yüksek Kurul olmak üzere iki meclisli yapıyı benimseyen bir sistem uygulanmaya çalışılmıştır. (Seyaz, 2018, s. 72) Gorbaçov, 1 Aralık 1988’de SSCB Devlet Başkanı seçilmesiyle ülkenin hem devlet başkanı hem de SBKP Genel Sekreteri olmuştur. Şubat 1990’da anayasada değişikliğe gidilerek SBKP’nin ülkenin yönetimini tek başına elinde tutmasını sağlayan 6. madde

21

iptal edilerek çok partili hayatın önü açılmış; bunu takip eden süreçte başkanlık sistemine geçilerek partinin gücü ve etkinliği sınırlandırılmıştır. 15 Mart 1990’daki Halk Temsilcileri Kongresi tarafından SSCB’nin ilk ve tek başkanı olarak seçilmesinin ardından Gorbaçov, kendisine on beş siyasetçiden oluşan bir Başkanlık Konseyi oluşturmuştur. (Yapıcı, 2009, s. 127-128)

Perestroyka süreciyle birlikte 1987’den itibaren SSCB’ye bağlı cumhuriyetlerde milliyetçilik ve bağımsızlık söylemleri yükselmiş; bu söylemlere dayalı bağımsızlık hareketleri; 1987’de Letonya, 1988’de Estonya ve 1989’da ise Litvanya’da yaşanmıştır.

(Uçarol, 1995, s. 799) Soğuk Savaş’ın simgelerinden Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkımına kararlaştırılmasının ardından Varşova Paktı ve COMECON’u oluşturan ülkelerin sosyalist çizgiden uzaklaşmalarıyla Doğu Bloğu’nda da çözülmeler başlamıştır. (Yıldırım, 2018, s. 38-39) 1990’daki parlamento seçimlerini neticesinde Baltık, Gürcistan, Ermenistan ve Moldova Cumhuriyetleri’nde Sovyet karşıtları yönetimi devralmış ve bu durum RSFSC’de giderek yükselen radikal demokratlar tarafından da desteklenmiştir. (Yapıcı, 2009, s. 130-132)

Demokratik Rusya Hareketi’nin liderlerinden Boris Yeltsin, 1990’daki seçimler neticesinde Halk Temsilcileri Kongresi’ne vekil olarak girmiş Mayıs 1990’da ise Yüksek Kurul Başkanı seçilmesinin ardından Haziran 1990’da Rusya Federasyonu’nu egemen bir devlet olarak ilan etmiştir. Yaşanan tüm bu gelişmeler karşısında Gorbaçov ise bütünlüğün korunması adına Aralık 1990’da muhafazakâr kesimin hükümetteki ağırlığını arttırmıştır. Ocak 1991’de ayrılıkçı eylemlerin gücünü kırmak için Baltık Cumhuriyetleri’ne Sovyet askerleri göndermesi kitlelerce tepkisi karşısında Yeltsin diktatörlükle suçladığı Gorbaçov’u istifaya çağırmıştır. (Seyaz, 2018, s. 75) Tüm bu tartışmaların gölgesinde 16 Mart 1991’de yeni bir federasyonun kurulmasına ilişkin yapılan referandumda, referandumu boykot eden Estonya, Letonya, Litvanya,

22

Gürcistan, Ermenistan ve Moldova hariç diğer federe cumhuriyetlerin %76,2’si ve Rusya’nın da %71,3’ü SSCB’nin devam etmesi yönünde oy vermiştir. 11 Haziran 1991’de Rusya Federasyonu’nun egemenliğini ilan etmesinden bir gün sonra federasyonun ilk seçimi yapılmış ve Yeltsin Rusya Federasyonu Başkanı seçilmiştir.

(Uçarol, 1995, s. 799)

16 Ağustos 1991’de parti ve ordu içindeki muhafazakâr kadroların Gorbaçov iktidarını devirmeye yönelik başarısız darbe girişimi, SSCB’yi tamamen sona erdiren 25 Aralık 1991’de Gorbaçov’un istifasına giden süreci başlatmıştır. Darbe girişiminin ardından 24 Ağustos’ta Ukrayna; 25 Ağustos’ta Beyaz Rusya, 27 Ağustos’ta Moldova ve 18 Ekim’de ise Azerbaycan bağımsızlığını ilan etmiştir. Bağımsızlık ilanlarının ardından 8 Aralık 1991’de Minsk’te Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya arasında Belavezha Anlaşması imzalanmış; bu anlaşmayla SSCB resmen dağıtılarak Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) kurulmuştur. (Seyaz, 2018, s. 78) Topluluğun kurulmasının ardından 21 Aralık 1991’de imzalanan Alma Ata Antlaşması’yla da Kırgızistan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Azerbaycan, Ermenistan ve Moldova BDT’ye katılmışlardır. (Yapıcı, 2009, s. 139)

Rusya Federasyonu’nun kurulmasının ardından inşa süreci başlamıştır. Bu süreçte komünist sistemden batılı devletlerdeki gibi kapitalist sisteme geçiş ve RSFSC mirasının pay edilmesi sürecinde sosyo-ekonomik sorunlar da beraberinde gelmiştir.

Pay edilme sürecinde sosyal eşitsizlikler artmış; önceden devlete ait olan varlıkların özelleştirilmesiyle bir kesim zengin olurken genelde ise işsizlik artmış, enflasyonun yükselmesiyle birlikte gelir ve kazanç olumsuz etkilenmiştir. Bürokraside ise yolsuzluk ve rüşvet artmış; çalışanlar kendi çıkarları doğrultusunda hesap verilebilirlik ve disiplin ilkesini kullanmaya başlamıştır. Kısacası RSFSC döneminde belli bir düzen içerisinde

23

devam eden faaliyetler birliğin dağılmasıyla birlikte bir nevi kaos ortamı yaşanmıştır.

(Çobanoğlu, 2014, s. 46-47)

Federasyona geçişle birlikte siyasal sistem de yeniden yapılandırılmıştır. Siyasal sistemin yeniden yapılandırılması sürecinde Sovyet mirası olan geleneksel düzenin tasfiye edilerek kapitalizm ekseninde batıyı temel alan siyasal sistem inşa edilmeye çalışılmış bu süreçte muhalif seslerle karşılaşılmıştır. (Yıldırım, 2018, s. 49) RSFSC’den kalma meclis yapısı ve yürütmeyle ilişkisi anayasa krizinin yaşanmasına neden olmuş; halk tarafından seçilen başkanın uygulanması planlanan politikalarda Yüksek Kurul ve Konsey ile uyuşmazlık yaşanması durumunda geri adım atmaması krizlere neden olmuştur. Bu bağlamda ilk kriz parlamentonun ekonomi politikalarını uygulayan Yegor Gaydar’ın başbakan olarak atanmasını onaylamaması olmuştur. İkinci kriz ise anayasanın yapılandırılması sürecinde yaşanmıştır. Parlamentonun reform politikalarını engellemekle suçlanmasının ardından parlamento sözcüsü Ruslan Hasbulatov ile Yeltsin yeni anayasanın taslak metni ile ilgili Nisan 1993’te referandum yapılması üzerine mutabakata varmışlardır. Nisan 1993’teki referanduma nüfusun % 65’i katılmış; referandum kapsamında Yeltsin iktidarı ve erken seçimle ile ilgili dört soru sorulmuş; referandum neticesinde Yeltsin’in istediği sonuçlara ulaşılmıştır.

Referandumdan sonraki süreçte halkın 12 Aralık 1993’te hem başkanlık seçimi hem de anayasa taslağını onaylamak için sandığa gideceği duyurulmuştur. 12 Aralık’ta yapılan seçim sonucunda Gaydar’ın iktidara geleceği düşünülse de seçimi Yeltsin kazanmış ve Yeltsin iktidarı ülkede yerleşik hale gelmiştir. (Seyaz, 2018, s. 87-97)

Seçimle birlikte belirlenen anayasa 25 Aralık’ta yürürlüğe konmuştur. De Gaulle’ün 1958 Fransız Anayasası baz alınarak hazırlanan bu anayasayla Fransız’daki yarı başkanlık yönetimi uyarlanmaya çalışılarak ABD’deki gibi iki parlamentolu bir sistem kurulmuştur. (Çobanoğlu, 2014, s. 48) Seçimlerin ardından Yeltsin’in 31 Aralık

24

1999’da istifa etmesine kadar yeni bir dönem başlamış; bu dönemde ülke yönetiminin temel aktörü olarak konumlandırılan başkanın yetkileri arttırılmış, güçlü-başkanlık olarak da adlandırılabilen bir siyasi sistem oluşturulmuştur. (Yapıcı, 2009, s. 173)

Soğuk Savaş sonrasında Rusya Federasyonu’nun dış politikası ile ilgili Avrasyacılık ve Atlantikçilik olmak üzere iki farklı ekol ileri sürülmüş; federasyonun rejim sonrası Orta Asya politikası da bu iki ekol içerisinde şekillenmiştir. Atlantikçilik ekolünü savunanlar Rusya’nın Batı Avrupa Topluluğu’na olabildiğince çabuk dâhil olmasını istemiş; ilerleyen yıllarda Avrupa ve Rusya’nın göç, terörizm, köktendinciliğin artışı gibi tehlikelere maruz kalacaklarını ve bunlara karşı birlikte hareket etmeleri gerektiğini savunmuşlardır. Atlantikçiler ayrıca Rusya’nın içinde bulunduğu siyasal ve ekonomik problemlerin çözümünün Batı’da olduğunu, ülkenin kalkınması için batı merkezli işbirliği örgütlerine ve NATO’ya üye olunması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.

Avrasyacılık ekolünü savunanlarsa Atlantikçilerin aksine entegrasyon sürecinin normalden hızlı gerçekleşmesine karşı çıkmışlardır. Tarihsel bağlamda Rusya’nın hiçbir dönemde Batı’ya ait siyasal ve kültürel değerlere yakınlık göstermediğini ileri süren Avrasyacılar, Rusya’nın nihai maçının Asya’daki köklerini açığa çıkarmak olduğu ve Asya ile Batı arasında bir köprü işlevi görmesi gerektiğini savunmuşlardır. (Şimşek , 2013, s. 62-63)

Boris Yeltsin döneminde Sovyet rejimi sonrası Rusya’nın dış politikasını önemli ölçüde belirleyen “Yakın Çevre Doktrini” ileri sürülmüştür. Federasyonun ilk Dış İşleri Bakanı Andrei Kozyrev, Savunma Bakanı Pavel Graçev ve Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Evgeni Ambartsumov gibi isimler tarafından formüle edilmiştir. Bu doktrin daha sonrasında Dış İşleri Bakanlığı, Dış Ekonomi Başkanlığı ve Savunma Bakanlığı, İstihbarat Servisleri ve Güvenlik Konseyi gibi kurumlar tarafından revize edildikten sonra 1993’ün başında Rusya’nın yakın çevresine yönelik resmi dış politikası halini

25

almıştır. (Sönmez, 2010b, s. 277) Başlangıçta Yakın Çevre Doktrini, Sovyet rejiminin yıkılmasının ardından Rusya’nın bağımsızlığını kazanan ülkelerde güvenliğin ve istikrarın sağlanmasında sorumlu olduğunu iddia etmesinin ardından bu bölgeleri

“yaşamsal çıkar alanı” ilan etmesiyle birlikte gelişmiştir. Bu politikayla birlikte Rusya;

çıkar alanı olarak gördüğü yakın çevresini dağılmayla birlikte o ülkelerde kalan Rus azınlığın 9 haklarını koruma ve söz konusu ülkelerin sınır problemleri gibi nedenler ileri sürerek siyasi, ekonomik ve askeri konularda yeniden Moskova’ya bağımlı hale getirmeyi amaçlamıştır. (Keskin M. , 2015, s. 46-50) Sait Sönmez, Yakın Çevre Politikası ile öne çıkan hususları şu şekilde sıralamıştır: (Sönmez, 2010b, s. 78)

“...Rusya’nın çevresindeki çatışmaların sona erdirilmesi ve bölgedeki Rusça konuşan nüfusun azınlık ve insan haklarının korunması, Rusya’nın birliğinin ve toprak bütünlüğünün korunması, BDT ülkeleriyle yasal normlar doğrultusunda ortak bir güvenlik çerçevesi hazırlayarak komşu ülkelere Rus askerlerini “Barış Koruma Gücü”

olarak yerleştirilmesi ve bu şekilde Rusya’nın yakın çevresinde bir güvenlik kuşağının oluşturulması, BDT’nin ortak çıkar anlayışına sahip, egemen devletlerarasında değişik sahalarda uluslararası işbirliğine gidecek bir kuruluş haline getirilmesi ve bu şekilde Topluluğun etkinliğinin artırılması, Eski Sovyet coğrafyasında Rusya’nın yaşamsal çıkarlarının olduğunun deklare edilmesi, Eski Sovyet coğrafyasında Moskova’nın özel rol ve sorumluluğunun olduğunun ve bunun diğer bir güç ve/veya uluslararası örgüt tarafından doldurulamayacağının dış dünyaya bildirilmesi, START II Antlaşması doğrultusunda eski Sovyet sahasındaki silahsızlanma ve nükleer silahların azaltılması gibi faaliyetlerin Rusya’nın öncülüğünde gerçekleştirilmesi, Kimyasal ve biyolojik silahların konvansiyonunun uyarlanması ve füze teknolojisi ihracatının kontrol edilmesi, ABD, Batı Avrupa ve Asya ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesi, “

Esasında Rusya, Yakın Çevre Doktriniyle Bağımsız Devletler Topluluğu’nun kendisine entegre edilmesini, topluluk ülkelerinde önceden var olan askeri üslerinin

9 Mevlüt Tikence, 29 Temmuz 1994 tarihli Adelphi Paper no:289’dan aldığı verilerden yola çıkarak Orta Asya Cumhuriyetleri içerisindeki Rus azınlığın toplam nüfustaki oranının Kazakistan’da 37,8;

Özbekistan’da 8,4; Tacikistan’da 7,6; Kırgızistan’da 21,5 ve Türkmenistan’da ise 9,5 olduğunu kaleme almıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz: Tikence, a.g.e. , s. 57.

26

varlığını korumayı ve topluluk ülkelerinin ulaşım, ekonomi, siyasi, askeri ve hatta toplumsal sorunlarını kendi çıkarlarını korumak suretiyle çözmeyi amaçlamıştır.

Amaçlarının gerçekleştirilmesi için topluluk ülkelerinden herhangi birinin itirazı karşısında söz konusu ülkelerin etnik yapısındaki farklılıkları kendi aleyhine kullanarak etniler arası sorunları gündeme getirerek kargaşa yaratmış daha sonra da bunun çözümünü üstlenmiştir. (Keskin M. , 2015, s. 50) Yani bir başka deyişle hem sorunu çıkartan hem de çözümü sağlayan taraf olarak bu ülkelerle olan bağlarını sağlamlaştırmıştır.

Nicholas V. Riasanovsky, 1991-1999 yılları arasındaki Yeltsin iktidarını üç döneme ayırarak şu şekilde özetlemiştir: (Riasanovsky & Steinberg, 2014, s. 674-675)

“…Ağustos 1991’den Ekim 1993’e kadar geçen ve bazen ‘Birinci Rus Cumhuriyeti’ olarak anılan dönem, tepeden radikal reformlarla başlamış büyüyen kutuplaşma ve açık çatışmalarla bitmiştir. Ekim 1993’ten Ağustos 1998’e kadar süren dönemde Yeltsin’in gücü artmış, ancak reform sürecinde sorunlar derinleşmiş, krizler yaşanıştır.

Ağustos 1998’den Aralık 1999’a kadar olan dönemde reformdan uzaklaşılmış sosyal istikrar vurgulanmış Yeltsin’in kendi kişisel gücü ve güvenliği artmıştır.”

Yeltsin’in istifasının ardından Birleşik Rusya Partisi lideri Vladimir Vladimiroviç Putin geçici olarak başkan ilan edilmiş; Mart 2000’de yapılan seçimlerde de Rusya Komünist Partisi genel sekreteri Gennadiy Zyuganov’un iki katı oy alarak başkan olarak seçilmiştir. (Riasanovsky & Steinberg, 2014, s. 688)