• Sonuç bulunamadı

1.2. Tanımlama

1.2.3. Küreselleşme Kavramının Çözümlemesi

1.2.3.6. Sosyal Boyut

Bu yaklaşım, yaşadığımız coğrafyanın farklılaştığı, devletler arası ilişkilerle belirlenen bir dünyadan, dünyanın bir bütün olarak kendi başına bir sosyal arena hâline geldiği, ulusal devletlerin surlarının aşınmasıyla homojen bir yapının oluştuğu savına dayanmaktadır (Scholte, 2005 a: 4). Bu noktadan hareketle bazı yazarlar, küreselleşmeyi; dünya halklarını tek bir dünya toplumu -küresel toplum- içerisinde birleştiren bütün süreçler şeklinde tanımlamaktadırlar. Bu kapsamda küreselleşme; ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel düzenlemeler üzerinde coğrafyanın getirdiği kısıtlamaların ortadan kaldırıldığı bir sosyal süreç olarak tanımlanmaktadır.

Bu kavram çerçevesinde, sosyal ve kültürel yaşamı düzenleyen bir ilke olarak devletin üzerinde yer aldığı topraklar yani ülke kavramı yok olacak, ortaya sınırları olmayan bir toplum çıkacaktır. Küreselleşen bir dünyada, coğrafî konumu temel alan; sosyal tercihleri ve uygulamaları görmek mümkün olmayacaktır (Tuncer, 2002: 77). Ayrıca, ortak bir küresel kültürün yaratılmasında, coğrafi sınırlamaların aşılmasına ilave olarak, farklı dinlerin bir arada var olabilme yeteneğinin geliştirilmesi mümkün olabilecektir.12

Diğer taraftan küreselleşmenin farklılıkları tanıyan ve kapsayan bir yapıda olduğu, onları yok etmeye çalışmak yerine bu farklılıklar aracılığıyla dönüşümün gerçekleştirilmesini öngördüğü yolunda görüşler bulunmaktadır.

Bu yaklaşıma göre, küresel kültür önemli yerel özelliklerle birlite oluşmakta ve bu suretle “yerelleşmekte”dir. Yerel özelliklerin küreselleşmesiyle birlikte

12 Bu konuda Berger (2003: 21), ilahiyat ve ahlaki konularındaki militan muhafazakârlığına karşı tutumu ve çağdaş küresel kapitalizmi benimseyen yaklaşımı ile Hıristiyan dünyasının küreselleşmesinde, Evanjelik Protestanlık hareketine ve Latin Amerika ile Filipinler’de etkili olan Katolik Opus Dei örgütlenmesine dikkat çekmektedir. Bu kapsamda, laiklik alternatif küreselleşme hareketi olarak tanımlanırken “Ilımlı İslam” da faydalı görülmektedir.

ortak renkler taşıyan “melez” bir kültür oluşmaktadır. Melezleşmede, yabancı ve yerli kültür öğelerinin bilinçli bir sentezini yaratma çabası söz konusudur.

Bu noktadan hareketle bazı düşünürler, alternatif bir küreselleşme ve modernleşme anlayışının yaratılabileceğini ileri sürmektedirler. Aynı kapsamda olmak üzere, bölgesel olmalarına karşın nüfuz ettikleri toplumların yükselen küresel kültüre bağlanmasına yardımcı olan, Avrupalılaşma hareketi ise “alt küreselleşme” olarak tanımlanmaktadır (Berger, 2003: 18-24).

Bu iki farklı yaklaşımın, küreselleşmenin sosyal boyutunun tanımlanmasında; küreselleşme olgusunun sonuçlarının mı, yoksa nedenlerinin mi esas alınması noktasında birbirinden ayrıldığını söylemek mümkündür. İncelemede esas alınan yaklaşımı bakımından, küreselleşmenin sosyal boyutunun ne olduğundan çok bunun neden ve nasıl oluştuğu önem taşımaktadır.

Yukarıda ana hatlarıyla sunulan farklı yaklaşımların ortak özellikleri incelendiğinde sosyal küreselleşmenin oluşumuna ilişkin başlıca iki husus öne çıkmaktadır. Birincisi, “bireyselleşme”dir: Küreselleşmenin bireyin toplum karşısındaki bağımsızlığını artırmasını olanaklı kılmasıdır. İkincisi, küresel ekonominin ve devletin belirleyici konumudur: Küreselleşmenin sosyal boyutunun oluşumunda belirleyici olan başlıca dört etkenden kültürel ürün ihraç eden ÇUŞ’ların ve kültür pazarını denetim altında tutan devletin;

kültürel küreselleşmenin hem yorumcuları, hem de uygulayıcıları olaran aydınlardan (intelligentsia) ve ithal kültürün sadık ve hevesli tüketicileri olan halktan daha etkin olmalarıdır (Yan, 2003: 45).

Teknolojik gelişmelerin sağladığı imkânlar nedeniyle, iletişim ve ulaşım maliyetlerinin büyük ölçüde azalması, sermaye, mal ve hizmet akışkanlığının ortak bir kültürün yaratılmasına ya da sosyal yapılarda benzerliklere neden olduğu yönündeki tezler iki nedenden ötürü şüpheyle karşılanmalıdır.

Birincisi, küreselleşmenin yarattığı ortak kültür -sosyal yapı- bu sistemin amaçları doğrultusunda yaratılması gerekli olan koşulların bölgesel olarak yaygınlaştırılması ile sınırlı olup, evrensel bir nitelik taşımamaktadır.

Küreleşmenin ortak kültürü, emperyalizmin kendi işbirlikçi zümresini ve tüketime yönelik pazarı oluşturmaya yöneliktir. Aksi hâlde, kendi halkları için demokrasi, insan ve azınlık hakları vb. değerleri bir şekilde özümsemeyi başarabilen küresel güçlerin ve gelişmiş devletlerin, Orta Doğu, Afrika ve Orta Asya örneklerinde olduğu üzere; baskıcı ve gerici yönetimlerle stratejik bağlaşıklıklar kurmasını ya da bu eğilimdeki yönetinleri işbaşına getirmelerini açıklamak mümkün değildir.

İkinci olarak, söz konusu geçirgenliklerin iş gücünün serbest dolaşımına katkı sağlamadığı görülmektedir. Yeni bir “biz” duygusu yaratmaya çalışan küreselleşme, aslında herkesin olduğu yerde, olduğu gibi kalmasına çalışmaktadır (Hablemitoğlu, 2004: 15). Bugünkü ortamda serbest dolaşım, gelişmiş devletlerin vatandaşlarına özgü olmak üzere tek taraflı olarak kullanılan bir özgürlüktür.

Sosyal küreselleşmenin nasıl oluşacağına ilişkin olarak 1998’de ortaya atılan “glocalization”13 sözcüğü, küresel ölçekte ortak bir sosyal yapının yerel özelliklerle uyumlu olarak gerçekleştirilebileceği savına dayandırılmıştır. Bu tasarımın ne ölçüde gerçekleştirilebileceği ayrı bir inceleme konusunu teşkil etmektedir. Burada önemli olan bazı küreselleşmecilerin, başlangıçta ileri sürdükleri homojenleştirme tezini son dönemde terk etmiş olmalarıdır. Ayrıca Küreselleşmeyi tetikleyen bilgi devriminin, kültürel farklılıkları azaltacağı yerde arttırabileceğine dair güçlü kanıtlar bulunmaktadır. Küreselleşme, yaşam biçimini hızla değiştirmekte; bireysel ve toplumsal ilişkilerin karmaşık, dinamik bir ortamda, daha çok ulusal devlet aleyhine olmak üzere, alt kimlikler boyutunda yeniden tanımlanmasını zorunlu kılmaktadır.

Küreselleşmenin mutlak bir şekilde homojenleşme anlamına gelmeyeceği konusunda Japonya tarihsel bir kanıt oluşturmaktadır.

Ekonomik ve toplumsal küreselleşmenin kültürel homojenleşmeye neden olacağını söylemek de mümkün değildir. Küresel kültür olarak tanımlanan olgu, popüler ABD tarzından başka bir şey değildir (Şen, 2004: 269). Henry Kissinger’in: “Küreselleşme diye adlandırılan şey aslında ABD hâkimiyetinin bir başka adıdır.” tanımlaması bu kapsamda anlaşılmalıdır.

13 Bu tanıma göre, küreselleşme süreci, küresel olan ile yerel olanın iç içe geçmelerinin bir sonucudur.

Küreselleşme bu çerçevede dünyanın bir bütün olarak sıkışması, yakınlaşması ve yerellikleri birbirine bağlanmasıyla gerçekleşmektedir. Küreselleşme, yalın ve mekanik bir homojenleştirme eşliğinde örgütlenmekle kalmamakta, çeşitli yerelliklerden beslenerek onları evrensel olmaya taşımaktadır. Bu yerel biçimlerle küresel işleyişin birleştirilmesi sonucunda “glocalizasyon” adı verilen süreç ortaya çıkmaktadır (Robertson 1998).

Sonuç olarak, küreselleşmenin sosyal boyutu, Batı’nın modernlik düşüncesinin içerdiği değerler sisteminin yaygınlaştırılması idealinden ya da küresel ekonomi, siyaset vb. olguların etkilerinden değil, küresel sistemin yürütülmesi ihtiyacından doğmaktadır. Sosyal boyut, yukarıda değinilen;

ekonomi, teknoloji, siyaset boyutlarının aksine, küreselleşmenin çevre, cinsiyet ve hukuk boyutları gibi belirleyici değil edilgen bir yapıdadır. Ulaşım ve iletişim alanındaki büyük gelişmeler, artan karşılıklı etkileşim ve bağımlılık hemen her faaliyet ve olguya kolaylık, sürat, nüfuz kabiliyeti gibi olanaklar kazandırmasına karşın, henüz ne dünyanın coğrafyasını küçültmüş, ne de sosyal birlikteliği ve benzeşmeyi engelleyen, siyasi ve ekonomik farklılıkları ortadan kaldırabilmiştir. Tersine, belirli siyasal koşullarda küresel kültür ile yerel kültürler arasındaki gerilimler, Samuel Huntington’ın deyimiyle

“uygarlıkların çatışması”na yol açabilecek istikrarsızlıkları tetiklemiştir.