• Sonuç bulunamadı

1.2. Tanımlama

1.2.3. Küreselleşme Kavramının Çözümlemesi

1.2.3.5. Siyasi Boyut

Kuram, modernleşme yaklaşımında öngörülen; gelişmenin zorunlu güzergâhının gelişmiş devletlerin yolunu izlemekten geçtiği savını temelden reddetmektedir. Buna göre, modernleşme teorisi bütün devletleri sistematik olarak kıyaslamakta ısrar ettiği için uluslararası bir nitelik arz etmiştir. Ancak hiçbir zaman küresel olmamıştır; çünkü bir dünya sisteminin yeni yeni ortaya çıkan özelliklerini dikkate almamış, hatta bir dünya sisteminden hiçbir zaman bahsetmemiştir. Ayrıca modernleşme teorisinin tarihsel bir boyutu bulunmamaktadır (Wallerstein, 2003: 212).

Sonuç olarak, küreselleşme Batı’ya aittir. Batı’nın dünyayı yeniden yapılandırma isteminin ve girişiminin tarihsel bir sonucudur. Küreselleşme özü itibari ile gelişmiş ülkelerin, ekonomik, sosyal ve düşünsel olarak, az gelişmiş ülkelere dayatmış olduğu bir olgudur (Robertson, 1999: 56-66).

Küreselleşmeyi taşıyan Batı’nın değerleri küreselleşmenin yansıdığı ve etkilediği diğer kültürlerde sonradan üretilmiştir. Batı’nın değerler sistemi ise, felsefi bir kaynaktan çok, Avrupa gerçekliğinden doğmuştur ve Avrupalıların kendilerine bakışlarını şekillendirmiştir. Gücüyle dünyayı şekillendiren Avrupa’nın, değerlerini diğer kültürlerle paylaşması, çok kısıtlı bir alanda ve kapitalist sistemin ihtiyaçları ölçüsünde gerçekleşmiştir.

Küreselleşmecilerin başlangıçta ileri sürdükleri, küreselleşmenin soğuk savaşın son bulmasıyla başlayan siyasi ortamda doğduğu yolundaki savları eleştirilere maruz kalmıştır (Legrain, 2002: 31’den aktaran, Zengingönül, 2004: 9). Bunlardan “Lexus ve Zeytin Ağacı” kitabında küreselleşmeyi soğuk savaş sisteminin yerine geçen bir sistem olarak tanımlayan Friedman, daha sonra yayınladığı “Dünya Düzdür” adlı eserinde önceki kitaba atfen küreselleşmenin tarihsel gelişimine değinmektedir.9 Ancak tarih felsefesinden uzak yüzeysel bir şekilde ele alınan bu yaklaşım, kronolojik bir tutarlılığa sahip olmasına karşın, siyasi boyut ile tarihsellik arasındaki bağlantının neden ve sonuçları arasındaki ilişkiyi ve bütün küreselleşme evrelerinde siyasi gücün belirleyici unsur olduğu gerçeğini saptayamamıştır. Bu algılama hatasının doğmasında, küreselleşmecilerin;

strateji, jeo-politik vb. güç bileşenlerini göz ardı eden yaklaşımları da etkili olmaktadır.

Siyaset ve güç ilişkilerinde yoğunlaşan geleneksel Uluslararası İlişkiler anlayışının ise tek boyutlu ve dikey inceleme yöntemi nedeniyle; ekonomi, teknoloji, vb. çok disiplinli güç olgusunu ve çok oyunculu uluslararası ortamı yeterince kapsayamadığını, bu nedenle de siyasi küreselleşmeyi açıklamakta zorlandığını söyleyebiliriz.

9 Bu kapsamda, ilk küreselleşme evresinin Kolomb’un Eski Dünya ile Yeni Dünya arasındaki ticareti sağlayan seferler ile başladığı ile ikinci evrenin 1800’lerde Sanayi Devrimi ile başlayıp 2000 yılına kadar olan dönemde gerçekleştiği ve üçüncü evrenin ise soğuk savaşın son bulmasıyla kurulan yeni dünya düzeninin de etkisiyle 2000’li yıllarda başladığı tespitini yapmıştır (Friedman, 2006:21).

Diğer taraftan toplumsal bilimci yaklaşımların, ekonomi, kültür, politika, askerî güç vb. güç unsurlarını küreselleşmecilere oranla inceleme ve çözümlemelerine dâhil ettiklerini ve gücün tarihsel seyrini takip ettiklerini söyleyebiliriz. Ancak, güç olgusunun sosyolojik boyutunu parçalara ayırmak suretiyle ele alan bu yaklaşımın, bütünsel etkileşimleri kapsayamadığı görülmektedir. Bu olumsuzluğuna karşın toplumsal bilimci yaklaşım, güç ilişkilerini ve siyaseti ele alış biçimi ile küreselleşmenin kavramlaştırılmasına önemli katkıda bulunmaktadır.

Daha çok toplumsal bilimci yaklaşımların yoğunlaştıkları, siyasi küreselleşme; esas itibarıyla günümüz dünyasında siyasi güç, egemenlik ve yönetim biçimlerindeki yapısal dönüşüm olarak tanımlanabilir (Bayar, 2006:

90). Günümüzde, nüfuz alanını tüm dünya olarak ilan eden “küresel siyaset”

anlayışının giderek güçlendiği görülmektedir. Bu durum, devlet merkezli geleneksel siyaset anlayışından farklı bir yapıyı yansıtmaktadır.

Küresel siyaset, söz konusu yapının oyuncuları olan; devletler, devlet niteliğini kazanmamış olan sosyal ve siyasal alt gruplar, uluslararası kuruluşlar, uluslar üstü kuruluşlar, STK (Sivil Toplum Kuruluşları)’lar ve UAHDK (Uluslararası Hükûmet Dışı Kuruluşlar)’lar, uluslar aşırı ticari kuruluşlar/ÇUŞ’lar ve bireylerin karşılıklı etkileşimi sonucunda şekillenmektedir. Ulusal devlet, bu süreçte temel birim olma özeliğini korumakta, ancak diğer oyuncuların etkinliklerine bağlı olarak egemenliği bölüşmek ve yeniden yapılanmak zorunda kalmaktadır.10

10 Doktrinde (Cossgrove ve Twitthet, 1970: 12), herhangi bir birimin oyuncu (aktör) olarak kabul edilebilmesi için bağımsız faaliyetlerde bulunabilen, örgütlü, etkin bir güç merkezi olması gerektiği belirtilmesine karşın, uygulamada, diğer oyuncuların devletlerin doğrudan ve dolaylı etkisine maruz kaldığı görülmektedir. Bu nedenle bir birimin uluslararası ortamın oyuncuları arasında yer alabilmesi için devletlere etki edebilme yeteneğinin öne çıktığını kabul etmek gerekmektedir.

Egemenlik kavramının önceki muhafazakâr yapısında değişim yaşanmasında, ticaretin uluslararasılaşmasının büyük etkisi olmuştur.

Bununla koşut olarak son küreselleşme evresinde sermayenin başka yerlere kayabilme yetisi, özellikle çevre ve yarı-çevredeki devletlerin ulusal ekonomiler üzerindeki kontrollerini zayıflatmıştır. Küresel siyasetin ortaya çıkışı, geleneksel ve orta yolcu (Ortodoks) Uluslararası İlişkiler yaklaşımına egemen olan; iç ve dış siyaset ile alt ve üst siyaset ayrımı ortadan kaldırmıştır.

Bu ilişkiyi en iyi şekilde bütünleyen, güç olgusudur. Ekonomik, askerî vb. unsurlardan güç alarak öne çıkan devletlerin çevrelerini dönüştürmede ve giderek küresel ortamı şekillendirmede kullandıkları güç ilişkileri ve bu maksatla tesis ettikleri düzen -emperyalizm- küreselleşmenin siyasi boyutunu ortaya koymaktadır.

Güç bakış açısı, küreselleşmede devletin konumunu açıkça ortaya koymaktadır. Buna göre, küreselleştiren merkezdeki devletler, gittikçe merkezîleşen küresel üretim ve merkeze doğru çekilen refahla koşut olarak güçlenirken, çevredeki küreselleştirilen devletler güçlerini yitirmeye zorlanmaktadır. Bu durum, küreselleşmenin sağladığı olanaklardan yararlanmanın bedeli olarak sunulmaktadır.

XV ve XVI. yüzyıllarda ortaya çıkan kapitalizm, kendi kendini yöneten merkezle, ona bağımlı çevreyi içeren küresel bir sistem oluşturmuştur.

Bu küresel sistem içinde sömürü, merkeze oranla çevrede çok daha yüksek bir boyutta yaşanmıştır. Ayrıca merkezin ihtiyaçlarını karşılayacak olan kaynaklar çevreden çekilmiştir. Bunun sonucunda, çevre ve merkez ülkeleri arasındaki mücadele, kaçınılmaz olarak devrim ve karşıdevrimlere veya savaşlara dönüşmüştür. Emperyalizm konusunda verilen mücadele sadece Kuzey ve Güney arasında yaşanmamıştır. Lenin'in öne sürdüğü üzere, tekelci sermayenin büyümesi, dünya sisteminin merkezindeki gelişmiş sanayi ülkeleri arasında yaşanan rekabetten kaynaklanmıştır. Bu rekabet, ülkelerin kendi ulusal şirketlerini büyütmeye yönelik mücadeleleri ve ticaret savaşlarını körüklemiştir. Dünyanın genel resmini veren bu durum, küreselleşmenin seyrini de belirlemiştir.

Anthony Giddens’in (2000 b: 45) gözlemlediği üzere, küreselleşme sadece Avrupa’nın küresel tahakkümünden ibaret değildir, ABD’nin de belirleyici ölçüde katkıda bulunduğu bir olgudur. Bugün küreselleşme ABD merkezlidir. ABD’nin bilgi devriminde payı büyüktür ve küresel bilgi ağlarının büyük bir kısmı ABD’de oluşturulmuştur. Bu durum, asimetrik olarak ABD’nin “yumuşak gücü”nü artırmaktadır (Nye, 2003: 96).11

11 “Yumuşak Güç/Soft Power” kavramı, ilk defa Joseph S.Nye tarafından1990 yılında yayınlanan

“Liderliğe Mecbur: Amerikan Gücünün Değişen Doğası” (Bound to lead: The Changing Nature of American Power) adlı kitapta ortaya atılmıştır. Buna göre Yumuşak Güç: “Başkalarına cazip gelerek ve onları ikna ederek hedeflerinizi benimsemelerini sağlayarak istediğinizi elde etme hüneridir… Yumuşak güç, zorlama ve baskı değil, iş birliği ve iknadır. Özünde bir takım değerler bulunur. Örneğin; demokrasi ve insan hakları, bir ülkenin kültürünün, ideallerinin ve politikalarının cazibesiyle oluşur.. Yumuşak güç kimin kazandığına değil kimin hikayesinin kazandığına ilişkindir.. Enformasyon çağında siyaset, sonunda kimin öyküsünün galip geleceği meselesidir.” Nye’ye göre “Sert Güç/Hard Power” ise:

“Başkalarının sizin isteklerinize uymasını sağlayacak biçimde, askerî ve ekonomik imkânın ya da bir başka deyişle ‘havuç ve sopa” politikasını kullanma kabiliyetidir” (Oğan, 2006: 19).

ABD küresel kapitalist sistemin merkezindeki ülke değilse de en büyük sermaye piyasasına sahip olması nedeniyle, küreselleşmenin ekonomik boyutunda belirleyici ve düzenleyici konumdadır (Soros, 2005: 93). Silahlı kuvvetlerinin büyüklüğü, dünyanın her tarafında askerî varlık gösterebilme yeteneği, silah üretimi ve silahlanma faaliyetleri, kendisine en yakın güç olan AB üyelerinin savunma bütçelerinin toplamından daha büyüktür. ABD savunma harcamaları nedeniyle, küreselleşmenin askerî boyutunda da liderdir.

Sonuç olarak, gerek küreselleşmecilerin gerekse geleneksel uluslararası yaklaşımın, küreselleşmenin siyasi boyutunu ortaya koymakta ciddi kısıtlılıkları olduğunu, toplumsal bilimci yaklaşımın ise sistem bütünlüğünü gözeten yanı ile sağladığı katkılara rağmen konuyu tek başına açıklamaya yeterli olmadığını söyleyebiliriz. İncelemede esas alınan yaklaşıma göre tarihsel süreç içerisinde süregelen küresel dönüşümleri açıklamakta; askerî, ekonomik, endüstriyel/teknolojik, sosyal, jeo-politik vb.

güç unsurlarını, bir arada kavrayabilen yegâne boyut siyasettir. Siyasi boyut;

güç olgusu, başat devletlerin strateji ve küresel ekonomik düzenin gerekleri çerçevesinde oluşturdukları yapılanma ve dönüştüren yapısı ile küreselleşmenin temel belirleyicisidir. Siyasi boyut küreselleşmenin bileşenleri arasındaki önceliği belirlemede de başlıca ölçüttür. Bu kapsamda, başlangıcından beri küresel bir sistem olan ve emperyalizmin gelişen şekilleriyle varlığını sürdüren kapitalizmin küreselleşme ile olan ilişkisi her şeyden çok siyasetle açıklanabilir.