• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM: Freud’dan Lacan’a Psikanalizin Kavramsal Çerçevesi

1. Freud’un Psikanaliz Yöntemi, Kavramlar ve Sosyal Bilimlerdeki Yeri …

1.5. Sosyal Bilimlerde Freud

Freud ve geliştirdiği psikanaliz yöntemi çağdaş psikiyatrik düşüncenin biçimlenmesinde etkili olduğu kadar sosyal bilimler alanında yankı uyandırmış; ya yöntemin insana ve topluma dair statik bulguları eleştirilmiş, kavramlar gerçeklikten uzak bulunmuş ya da yöntem baş tacı edilmiştir. Frankfurt Okulu düşünürlerinin, Marksizm ile psikanalizi yeni bir teori çerçevesinde ele almaları, psikanalizin siyasal teoride yer almasının en önemli adımını oluşturmuştur. Bu çerçevede cevap bulunması gereken birinci mesele, Freud’un psikanaliz yönteminin klinikle sınırlı olan bir bireysel ruh analizi mi yoksa başlı başına bir metodoloji mi olduğudur. Eğer cevabımız ikinciden yanaysa, psikanaliz ile toplum da analiz edilir ve tarih, sosyoloji, antropoloji gibi alanlarda psikanaliz yöntemi rahatlıkla kullanılabilir. Bir diğer mesele, ilk soruya yanıtımız ne olursa olsun, Freud’u siyasal teoride gerek olumlu gerekse kabul edilemez kılan tartışmalarla bu kadar önemli kılan noktaların ne olduğudur. Şüphesiz bu tartışmalarda Freud’un toplumsala dair incelemeler yaptığı eserleri önem arz etmektedir.

Freud, psikanaliz için üç tanımı uygun görmüştür; psikanaliz ruhsal süreçleri aştırmada kullanılan bir yoldur, ruhsal hastalıkların tedavisinde kullanılan bir yöntemdir ve insan ruhsallığı üzerinde bu yöntemle elde edilen bulguların

birikimiyle oluşan bir bilimsel disiplindir.16 Bu üç tanımı bir arada ele aldığımızda psikanalizin önemi de daha kolay anlaşılır (Parman, 2006:67). Freud, insanı insan yapan her olguyla, aynı merakla ilgilenmiştir; değişen toplumsal yapı, kültürel olgular, bireysel analizi merkeze alan bu yöntemde asla geri planda kalmamıştır.

Freud’un 1921 yılında ele aldığı Kitleler Psikolojisi eserinin giriş kısmında, ‘Bireyin ruh yaşamında başkalarının obje, yardımcı dost ya da rakip kişiler olarak her vakit rol oynadığı görülür. Dolayısıyla, bireysel psikoloji haklılığı su götürmeyen bu genişletilmiş anlamda daha başından beri toplum psikolojisi kimliğini taşır(2006a:7)’ifadesi yer almaktadır. Bu tanımla Freud, psikanalizin dinamik karakterini ifade etmekle kalmamış, hem toplumsal yapıdaki değişiklikleri anlayabilmenin yolunu açmış, hem de inceleme konusu edindiği bireysele dair her unsurun toplumsal temeline göndermede bulunmuştur. Kitleler psikolojisi adlı eserinde Freud, kitle analizine Gustave Le Bon’un kuramını eleştirerek başlar.

Freud’a göre Le Bon’un en önemli eksikliği önderin gücünü kavrayamamasındaydı.

Freud, kitleyi açıklamak için libido kuramını kullanıyor, libidoyu bireyi öndere bağlayan ve bütün kişiselliğinden vazgeçtiren etmen olarak görüyordu. Yapay kitle olarak tanımladığı ordu ve kilise örneklerinden analizine devam eden Freud, kitleyi oluşturan bireylerin önderin kendisine bağlandığını dahası onunla özdeşleştiğini ve ortak kimlikleriyle kitlenin diğer bireylerine libidinal bağlarla bağlandıklarını ileri sürer; önderle bu bağın kopması, tüm bağların çözülüp dağılması demektir(2006a:41). Libidonun oluşturduğu bu bağlar, temeldeki saldırgan dürtüler için bir örtü görevi görüyordu, bağlar kopunca temeldeki yıkıcılık açığa çıkmaktadır.

16 Popper için, bilimsel bir teori, yanlışlığı, geçersizliği gösterilmeye yatkın bir teori olmalıdır; oysa psikanalitik yorum deneysel değil teorik-hipotetik bir önermedir. Yani deneysel olarak yanlışlanması imkansızdır. Bu nedenle Popper için psikanaliz, Marksizm gibi bilimden çok metafiziğe benzer.

Freud için kitleyi oluşturan en önemli unsurların, başlangıçtaki amacından saptırılmış, yüceltilmiş, libidinal dürtüler ve önder rolü üzerinde gerçekleşen özdeşleşme olduğu görülmektedir. Özdeşleşme, oidipal evrenin sonunda babaya benzeme ya da babanın yerini alma şeklinde çelişik olarak ortaya çıkan bir durumdu.

Ben’in sevilen ya da sevilmeyen kişideki özellikleri alıp kendine maletmesi şeklinde ortaya çıkan özdeşleşme, nesneye libidinal bir bağın yerini alır. Özdeşleşme, kişinin bir diğer kişiyle ortak özelliğini keşfetmesinin yerini alabilir; bu da kitleyi oluşturan kişilerin, kendilerini öndere bağlayan bağdan kaynaklanan paylaşılmış duygu nedeniyle bir diğer kişiye bağlanmasını açıklar (Tükel,2007:14). Bu durumda ben idealinin de kitleyi birbirine bağlayan etmenlerden olduğunu söyleyebiliriz çünkü bu ideal aynı zamanda bir ailenin, sınıfın, milletin ortak idealidir; böylelikle kişiler kendi benlerinde birbiriyle özdeşleşir. Bu durumu Freud, özdeşleşme niteliğinde olumlu bir bağlanıma dönüşen düşmanca duyguyu örten toplumsallık duygusu olarak niteler.

1923 yılında Ben ve İd adlı yapıtım yayınlanmasıyla yapısal kuramı geliştiren Freud için Ben, birincil önemdedir. 1930’da yayınlanan Uygarlığın Huzursuzluğu metninde yapısal kuramın büyük etkisi görülecektir. 1927 yılında yayınlanan Bir Yanılsamanın Geleceği adlı metnini de göz önünde bulundurduğumuzda Freud’un psikanalitik yöntemle toplumsal olguları incelerken, insanın kültürel olma durumunu gözden kaçırmaması önemlidir; her yerde doğa, içgüdü vardır ama insan ancak ötekinden ve kültürün alanından geçtiği için insan olur (Baudin,2006:78). Bu durum, Freud’un karşıtlıklar ve çatışmalar şeklinde ele aldıklarında da kendini gösterir. Her şeyden bağımsız bir haz ilkesi yoktur; o ancak gerçeklikle var olabilir. Ben olmadan id’in kendi dürtüleri için tatmin bulması imkansızdır. Eros’un olmadığı yerde

thanatos var olamaz ve insanlar bir arada varlığını sürdüremez. Freud, birey ve uygarlığı birbirine karşıt ancak birbirine mecbur iki unsur gibi konumlandırır.

İnsanda var olan ve Eros ile ortaya çıkan saldırganlık eğilimini uygarlık, eros’un hizmetinde ve insanları aileler, halklar şeklinde birleştirmek suretiyle baskı altına alır (Freud, 2004a:76). Cinsel yaşama ait ruhsal enerjinin de ekonomik şekilde kullanılmak için çekip alınması, haz ilkesinin gerçekliğe boyun eğdirilmesi, benin büyük acılar ve vazgeçişler sonucu nevrozlarla yüz yüze gelmesine yol açacaktır.

Freud’un uygarlığı nevrotik olarak nitelemesi bu kaçınılmazlığın sonucudur.

Uygarlığın, birey karşısındaki en büyük zaferi içgüdülerin bastırılması- yüceltilmesi ve vicdan rolündeki üstben’dir. Uygarlık büyük ölçüde içgüdülerin yadsınması üzerine kuruludur; bazı içgüdüler bastırılarak yok sayılır, bazıları bilim, sanat, spor gibi tehlikesiz alanlara yöneltilerek yüceltilir. İçgüdülerin yadsınmasında, toplumun en büyük yardımcısı üstben’dir. Otorite, üstbenin oluşması için özdeşleşme yoluyla içselleştirilir, üstben’in bir işlevi olarak vicdana ait görüngüler ortaya çıkar; vicdan, benin tüm eylemlerini kontrol eder. Böylelikle bastırılan saldırganlık dürtüleri de içselleştirilir ve vicdanın etkisiyle yabancı bireylerde tatmin etmekten hoşlanılacak saldırganlık eğilimi ben’e yöneltilir. Üstben’in bu sertliği, insanın babadan gördüğü ya da beklediği sertlik değil, kişini kendisinin ona karşı duyduğu saldırganlığın temsilidir (Freud,2004a:78–84).

Bir kültürel gerçekliğin içine doğan çocuk, yaşadığı toplumsal yapıya uygun olarak ilk arzu nesnesinden vazgeçer, hazzı erteler. Uygarlık, özneye şimdi hazzı bulmasının olanaklarını sunmaktan öte, hazzı erteleyerek yüceltme noktasına doğru itekler ya da tamamen bastırır. Freud, nasıl ben’i haz ilkesi ile gerçekliğin arasında

sıkışmış olarak konumladıysa, bireyi de kendi doğasından gelen içsel dürtüleri ve toplumsal bir canlı olmasının gereği yaşadığı kültürün etkisi arasında sıkışmış, nevrotik bir canlı olarak tasvir eder. Bu durumu ‘her birey gerçekte bir uygarlık düşmanıdır’ sözleriyle ifade eder (Freud,1985:2). Uygarlığa dair bu tasvirleriyle Freud’un toplumsala karşı bir tavır takınarak, örneğin ilkel yaşam tarzlarını savunması gibi bir durum söz konusu değildir. Uygarlık, insanın evrensel çıkarının bir nesnesidir. İnsanların tek başlarına varlığını sürdürmesi imkansızdır ancak toplumsal yaşamın kendilerinden bekledikleri özveriyi ağır bir yük olarak görürler.

Dolayısıyla uygarlık bireye karşı korunmalıdır ve uygarlığın kuralları, kurumları ve buyrukları bu amaca yönelik olmalıdır. Freud’a göre doğanın denetim altına alınmasına ve refah üretimine katkıda bulunan her şey insanların düşmanca dürtülerine karşı korunmalıdırlar. Sağaltım sürecinde bireyde kurulmaya çalışılan güçlü bir ben, toplumsal yaşamın sürdürülebilirliği açısından yine önem taşır gibidir.

Nerde id varsa, orda ben olmalıdır (Es war, soll Ich werden). Analiz sürecinin bastırmayı ortadan kaldırmak olduğunu düşünürsek ve bir parça özgürleştirici bir temayla şunu da söyleyebiliriz, nerde ben varsa, orada id de olmalıdır (Castoriadis,1997:128). Freud’un bu incelemelerinden gördüğümüz kadarıyla psikanaliz, bireye uygulanan yöntemin aynısı uygulanarak toplumları, dinleri, uygarlığa dair her meseleyi inceleyebilir; zaten bireyin analizi bizatihi toplumsalın da mercek altına alınmasıdır.

Psikanalizin özneye sunduğu, hakkında hiçbir şey bilemediği imgesel hakikati ile kendi bilgisi arasındaki yarıktır. Yani insanın kendi hakikatine dair bilme ilişkisi bir imkansızlık sorunudur. Bilinçdışı öngörülemeyenliği ile alışılmadık ve tedirgin eden bir yabancıdır. Freud’un dehası, bu yabancıyı öznenin içine yerleştirmesindedir.

Benzer bir ilişkiyi de kolektif üstben’i, bireysel üstben’den farklı bir şey olarak görmeyerek, ötekinin alanını yine öznenin ta kendisinde yer alan dışsallığı olarak tanımlamıştır(Erşen, 2006:92). Bu bulgularla Althusser’den de etkilenerek şunu söyleyebiliriz ki; Copernicus’tan beri dünya evrenin merkezi değil; Darwin ile birlikte insan, hayvanlar aleminin sadece bir üyesi; Marx ile öznenin ekonomik, siyasal ben’i tarihin merkezi değil; Freud ile de insan kendi ruhunun efendisi değil artık. Gerçek özne, ne ben’de ne kendi varoluşunda merkezini bulabilir.