• Sonuç bulunamadı

SİYASAL TEORİ VE PSİKANALİZ: ZİZEK, KOVEL VE LAİNG ÜZERİNE BİR İNCELEME

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "SİYASAL TEORİ VE PSİKANALİZ: ZİZEK, KOVEL VE LAİNG ÜZERİNE BİR İNCELEME"

Copied!
144
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

SİYASET BİLİMİ VE KAMU YÖNETİMİ (SİYASET BİLİMİ) ANABİLİM DALI

SİYASAL TEORİ VE PSİKANALİZ: ZİZEK, KOVEL VE LAİNG ÜZERİNE BİR İNCELEME

Yüksek Lisans Tezi

Fatoş Usta

Ankara – 2010

(2)

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

SİYASET BİLİMİ VE KAMU YÖNETİMİ (SİYASET BİLİMİ) ANABİLİM DALI

SİYASAL TEORİ VE PSİKANALİZ: ZİZEK, KOVEL VE LAİNG ÜZERİNE BİR İNCELEME

Yüksek Lisans Tezi

Fatoş Usta

Tez Danışmanı Doç. Dr. Alev Özkazanç

Ankara – 2010

(3)

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

SİYASET BİLİMİ VE KAMU YÖNETİMİ (SİYASET BİLİMİ) ANABİLİM DALI

SİYASAL TEORİ VE PSİKANALİZ: ZİZEK, KOVEL VE LAİNG ÜZERİNE BİR İNCELEME

Yüksek Lisans Tezi

Tez Danışmanı: Doç. Dr. Alev Özkazanç

Tez Jürisi Üyeleri

Adı ve Soyadı İmzası

... ...

... ...

... ...

... ...

... ...

... ...

(4)

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE

Bu belge ile bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik davranış ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan ederim. Bu kural ve ilkelerin gereği olarak, çalışmada bana ait olmayan tüm veri, düşünce ve sonuçları andığımı

ve kaynağını gösterdiğimi ayrıca beyan ederim.(……/……/20…)

Tezi Hazırlayan Öğrencinin Adı ve Soyadı

………

İmzası

………

(5)

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ ……….…….6

I. BÖLÜM: Freud’dan Lacan’a Psikanalizin Kavramsal Çerçevesi ……...11

1. Freud’un Psikanaliz Yöntemi, Kavramlar ve Sosyal Bilimlerdeki Yeri …...…….11

1.1. Ruhsal Aygıtın Topografik Yapısı, Bilinçdışının Keşfi ve Yapısal Kuram ...…11

1.2. İçgüdüler Kuramı, Narsisizm Kavramı ve Ben İdeali ………...17

1.3. Oidipus Karmaşası ve Kastrasyon Kavramı ………...……...22

1.4. Psikanaliz Yöntemi ……….26

1.5. Sosyal Bilimlerde Freud ………...………...…………...…...31

2. Lacan ve Psikanalizin Yeni Dili ……….…...36

2.1.“Bilinçdışı Bir Dil Gibi Yapılanmıştır.”……….…………..36

2.2. Öznenin İnşasına İlk Adım: Ayna Evresi ………..………….40

2.3. İmgesel – Gerçek – Simgesel …………...………..……….43

2.4. Kastrasyon ve Bir Gösteren Olarak Fallus ………..………46

2.5. Arzu ve ‘Şu Karanlık Nesnesi’: Objet Petit a ………...………..49

2.6. Lacancı Psikanaliz ve Öznenin İnşasındaki ‘Eksik’ ………..……….53

II. BÖLÜM: Siyasal Teori – Psikanaliz: Zizek, Kovel ve Laing…………...….57

1. Tarihsel Gelişimine Genel Bir Bakış ……….………57

2. Siyasal Olana Psikanalizle Bakmak: Slavoj Zizek ………….……...…….……...73

2.1. Zizek Felsefesi ve ‘Gerçeğin Çölü’ne İlk Adım ………...…..73

2.2. Bir Örnek: Ve Marx Semptomu İcat Etti …………..……….….79

(6)

2.3. İdeoloji ve Fantaziyi Kat Etmek: ‘Biliyorum Ama Yine de…’ .…………...…..82

2.4. Keyfini Çıkar! ……….………..……..……90

2.5. Cinsiyet Farkının Gerçeği ……….………..…92

2.6. Politik Eleştirinin Değişen Merkezi ve Son Söz ………….………..………..…98

3. Psikanalitik Pratiğe Politik Bir Bakış: Kovel ve Laing ….……….….105

3.1. Kuram – Terapi İlişkisi ve Terapinin Politik İşlevi .……….………105

3.2. J. Kovel ve Terapinin Yeri, Psikanalizin Eksiği ……….…………..…112

3.3. R. D. Laing ve Anti – Psikiyatri ……...………....………119

3.4. Arzu Politikası ………..……127

Sonuç ………...…130

Özet ...………...…134

Abstract …………..……….…135

Kaynakça ………..…..136

(7)

Giriş

19. yüzyılın sonlarında Sigmund Freud ile iç yaşantıyı anlamaya dönük, biyolojik verileri temel alan ve bir ölçüde yorumsamacı bir yöntem olarak başlayan psikanaliz, klinik deneyimi merkeze alan ve uygulayan bir pratiktir. Nevrozların incelenmesinde ve sağaltımında etkili bir yöntem olarak geliştirilen psikanaliz, bilinçdışının keşfi, aklın ve bilincin tahttan indirilişi, toplumsalın nevrotik kişiliği üzerine tartışmalı iddialarıyla düşünce dünyasında kısa zamanda önemli bir yer edinmiştir. Psikanaliz, sadece klinikte işleyen bireysel bir anlamlandırma ve tedavi yöntemi değil, edebi, felsefi, metodolojisi olan bilimsel bir söylemdir. 19. yüzyılın sonunda bilimler ailesi, toplum bilimleri ve doğal bilimler olarak iki farklı küme şeklinde ele alınırken ve ikisinin de araştırma yöntemleri ve nesnelerle kurdukları bağlar birbirinden farklıyken, psikanaliz hem ikisiyle de ortaktır hem de ikisinin yöntemine de benzememektedir. Bu bağlamda psikanalizin sosyal bilimlerle olan ilişkisinde iki temel görüş ayrılığı vardır; birincisi psikanalizin sadece bireysel ruhun analizi olduğu ve toplumsallık hakkında söyleyecek sözü olmadığı, ikincisi ise psikanalizin başlı başına bir metodoloji olduğu ve böylelikle toplumsal ve tarihsel analizde de işe yarayan bir araştırma yöntemi olduğudur.

Freud, sayısız klinik olgu ve araştırmayla çalışmalarını sürdürürken, psikanalizin son adımına, toplum psikolojisine gelmişti. Avrupa’da faşizmin yükseldiği, savaşların sürdüğü ve yeni bir savaşın olası hale geldiği dönemlerde Freud toplumları mercek altına almış, modern toplumun nevrotik yapısını ve kitle psikolojisini temel inceleme alanı olarak belirlerken aslında bireyin analiziyle toplumun analizinin birbirinden ayrı odaklar olmadığını göstermiştir. Her birey analizinin, toplumun da analizi olduğunu belirterek, hem toplumsalın bilinçdışına

(8)

hem de genelde psişenin, özelde bilinçdışının toplumsal karakterine ışık tutmuştur.

Buradan yola çıkarak, psikanalizle siyasal teorinin, örneğin Marksizmin, birlikteliği birbirinden bağımsız bilimlerin bir araya getirilmesinden farklı bir şeydir: araştırma ve inceleme nesneleri yöntemlerinde farklılıklar olsa da aynıdır. Tarihsel maddeciliğin toplumsala, psikanalizin kişisele öncelik verdiği düşünüldüğünde bağdaştırması güç bir farklılığın söz konusu olduğu öne sürülebilir. Ancak ‘insanın özünün toplumsal ilişkilerin beraberliği’ olduğunu öne süren, kişisel ve toplumsalın birleştiği Marksist tezi göz önünde bulundurduğumuzda psikanaliz, siyasal teori ile birlikte hem özgün bir kişilik kuramı hem de radikal bir siyasal teori iddiası ile karşımıza çıkabilmektedir. Benzer şekilde, Freud’un tezlerini kendine has yöntemiyle yeniden okuyan psikanalist Lacan, başta Fransa’da olmak üzere tüm Batı geleneğinde edebiyat, sinema, felsefe bir yana siyasal teoride oldukça etkili olmuş, ideoloji, cinsiyet gibi kavramları yeniden düşünme konusunda oldukça geniş bir kavramlar dizgesi bırakmıştır. Zizek, Laclau ve Mouffe, A. Badiou gibi düşünürlerin teorisinde temel bir yer edinen Lacan, feministlerin oldukça tepkisini çekse de cinsiyet üzerine kuramları yeniden şekillendirerek, post-yapısalcı feministleri oldukça etkilemiştir. Asıl olarak Frankfurt Okulu ile temellenen ve görünür kılınan siyasal teori – psikanaliz ilişkisi, Lacan ile değişerek günümüzdeki tartışmaları biçimlendirmeye devam etse de benzer sorunlar hala söz konusudur; kısaca psikanaliz, siyasal olanı, toplumsallığı anlamlandırmada ve incelemede işe yarar mı?

Psikanaliz sadece bir bireysel sağaltım yöntemi midir yoksa bir metodoloji midir?

Psikanaliz ile siyasal teori ilişkisi son kertede indirgemeciliğe mi mahkumdur?

Psikanalizin kavramları, siyasal alana dahil edilebilir mi? Toplumlar da tıpkı bireyler gibi analiz edilebilir mi veya bireysel psikanalitik sağaltımın toplumsal görüngüsü

(9)

nedir? Kısacası radikal bir toplumsal analizin inşası psikanalize ihtiyaç duymakta mıdır? Kesin ve net birer cevabı olmayan bu sorular, aslında üzerinde düşünmekle bile toplumsalın farklı mecralarını aydınlatmaktadır; psikanalizin ilk yardımı belki de budur.

Psikanalizin kuramsal çalışmalarda yeni bir düşünce akımı yaratmasının yanında, bu sürecin çıkmazlarının ortaya koyulması farklı çalışmaların yapılmasını gerektirmiştir. Sadece Karl Popper psikanalize metafizik bir kurgu olduğunu düşünerek saldırmamış, Adorno kuram – terapi çelişkisi üzerinden, Deleuze ve Guattari geliştirdikleri şizo-analiz kavramı üzerinden psikanalizin köklü bir eleştirisini gerçekleştirmişlerdir. Adorno’ya göre yabancılaşmış bir toplumda, terapi başarısız olmaya mahkumdur ve bu başarısızlığın nedenini de bizzat teori sunar.

Terapötik başarı hastanın normalleştirilmesi, mevcut toplumun normal işleyişine uydurulması demektir, oysa psikanalitik teorinin can alıcı başarısı tam da akıl hastalığının bizzat mevcut toplumsal düzenin yapısından kaynakladığını; yani bireyin deliliğinin uygarlığın kendine özgü belli bir rahatsızlığa dayalı olduğunu açıklamasında yatar. Nitekim teorinin terapiye tabi kılınması psikanalizin eleştirel boyutunun kaybedilmesine yol açar.

Psikanaliz, arzu, Oidipus kompleksi, içgüdü, bastırma gibi ‘psikanalizin en büyük başarısı’ kabul edilebilecek kavramları geliştirmiş; ancak bunlardan belki de en önemlisi olan arzuyu cinsiyetçi değerlerle bezemekten kaçınmamıştır. Arzu bir yoksunluktur ve psikanaliz bunu göstermek için Ulus Baker’in deyişiyle Yasa denen şeyin otoritesi altına yerleştirdiği hayali kategorilere başvurur; yasa simgeseldir, fallus ve Babanın Adı imleyici kategoriler olarak kendi içinde bölünmüş simgesel ve imgeseli düşünmek için kullanılır. Gerçek olan tamamen dışta bırakılmıştır ve bu da

(10)

psikanalizin en büyük çıkmazı, bu Gerçek kategorisi üzerine kurulan teorilerin en büyük problemi olarak karşımıza çıkacaktır. Gerçek’in üretilmesinin zorunluluğu, en önemli sorunlardan biri olarak kendini geri planda bulmaktadır.

Bu bağlamda, çalışmanın ilk bölümü psikanalizin bir kavramsal çerçevesini sunmaya yöneliktir; çalışmanın devamı ve psikanaliz içindeki yerleri açısından kavramlar sadece Freud ve Lacan ile sınırlı tutulacaktır. Freud’un ruhsal aygıta dair incelemeleri gelişim seyrinde takip edilecek daha sonra sosyal bilimleri psikanalitik açıdan ele alışına değinilecektir. Ardından Lacan ile psikanalizin yeni görünümü, psikanalizin yeni kavramları incelenecek, Lacan’ın anlaşılması oldukça güç diline rağmen Lacan ile psikanalizin ‘yeni dili’ üzerinde durulacaktır. Lacan, her ne kadar tam bir Freudcu olduğunu iddia etse ve birçok düşünür tarafından Freud’dan farklı bir şey söylemediği öne sürülse de Lacan, psikanalize yepyeni bir kavramsal bütünlüğü dahil etmiştir ve bu kavramlar yeni siyasal teorinin kendine özgü bir dili olmasına sebebiyet vermiştir. Lacan ile daha sonra üzerinde çokça duracağımız gerçek, özne, eksik, arzu kavramları yine bu ilk bölümde tartışılacaktır. İkinci bölüm, siyasal teori ve psikanalizin tartışmalı birlikteliğinin bir özeti niteliğindedir. Tarihsel seyri gözetilerek yapılacak özetlemede, bir nevi çalışmanın kapsamı dışında tutulan konular anlatılacak, ayrıntısına girmeden psikanalizin siyasal teoriye eklemlenme biçimlerine göz atılacaktır. Üçüncü bölüm, Lacancı psikanalizi siyasal kuramının temeli kılan bir düşünüre, Slavoj Zizek’e yönelik bir incelemedir. Zizek’in çalışmaları Lacancı psikanalizin temel kavramları olan gerçek, arzu ve eksik’i kendine temel aldığı için hem psikanalizin siyasal kuramın hangi eksiklerine cevap verdiğini, psikanalizin ne ölçüde yeterli olduğunu hem de bu yöntemin temel tehlikelerini sunması açısından önemlidir. Bu bağlamda Zizek’in en önemli

(11)

çalışmaları gözetilerek, ideoloji kavramı, Marksizm ve meta fetişizmi okuması, toplumsal üst-ben, cinsiyet ve bunlar kadar ağırlıklı olmasa da radikal demokrasi ve sınıf çatışmasına dair düşünceleri ele alınacaktır. Çalışmanın söz konusu üçüncü bölümü, bir nevi siyasal olanı psikanalizle okumaktır; tüm sorunlarıyla birlikte.

Çalışmanın son ve dördüncü bölümünde psikanalitik pratik yani psikanalizin klinik yönü incelenecek; bu bölümde bir öncekinin tersine çevrilmiş bir benzeri olarak psikanaliz pratiğinin yöntemlerinin politik bir incelemesi sunulacaktır. Bu konuda çok fazla çalışması olmasa da temelde Arzu Çağı adlı önemli eseriyle dikkat çeken Joel Kovel ve anti-psikiyatri akımının öncüsü R. D. Laing ele alınacaktır.

Günümüzde akıl sağlığına ve psikozlara yönelik yaklaşımın değişmesi, artan sayıda insanın psikozlardan ve nevrozlardan şikayet etmesi, tedavi yöntemlerindeki değişmeler, devletin bu konuda belirleyiciliğinin ortaya çıkması, psiko-analiz ile psikiyatri alanındaki önemli farklılıkların göz ardı edilmesine hatta iki alanın neredeyse bir kabul edilmeye başlanmasına yol açmıştır. Bu bağlamda ikisi arasındaki önemli farkları birbirine karıştırmaksızın, genel olarak psikoterapi pratiği ele alınacak ve politik bir bakış açısıyla ne tür eleştiriler getirildiği incelenerek, çalışma sonlandırılacaktır.

(12)

I. BÖLÜM: FREUD’DAN LACAN’A PSİKANALİZİN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ

1. Freud’un Psikanaliz Yöntemi, Kavramlar ve Sosyal Bilimlerdeki Yeri 1.1. Ruhsal Aygıtın Topografik Yapısı, Bilinçdışının Keşfi ve Yapısal Kuram

Freud’un ilk olarak 1896 yılında, psikiyatrik tedavinin bir yöntemi olarak düşünüp daha sonra farklı bir şekilde geliştirdiği ‘psiko-analiz’, yöntemsel olarak anlamını ortaya koyabilmek adına çok sayıda kavram ve varsayımla karşımıza çıkmaktadır. Bu süreçte anlaşılması gereken ilk olarak ruhsal aygıtın topografik yapısı olarak adlandırabileceğimiz bilinç – bilinçöncesi1 – bilinçdışı ve yapısal kuram dediğimiz id – ben –üstben bölümlendirmesidir.

Freud, ruhsal aygıt kavramını ilk defa Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme (1905) adlı eserinde kullanmıştır ve bu kavramı biyolojik yönü ağır basan ‘sinir sistemi’ yerine kullanmış olması anlamlıdır. Freud’un ruhsal aygıt bölümlemesi, zihinsel süreçleri anatomik bölgelere ayırmaktan öte zihinsel etkinliklerin bilince uzaklıklarının saptanması şeklindeydi ve bilincin dışında oluşan, dikkati zorlamakla bilinç düzeyine çıkarılamayan istekler ve dürtüler bilinçdışı olarak adlandırılıyordu (Geçtan, 2008:25). Bilinçdışı kavramından önce Freud için bilincin ne anlama geldiğine bakacak olursak ilk karşılaşacağımız şey bilincin dışa dönük konumu ve ruhsal sistemleri kuşatan yapısıdır. Ben ve İd adlı makalesinde bilinçli ve bilinçsiz olanı ayırt etmeyi psikanalizin temel işlevi olarak sunan Freud, bütün bildiklerimizin kaçınılmaz olarak bilince bağlı olduğunu söyler. Bilincin ruhsal aygıtın yüzeyi olmasından ötürü dışarıdan ya da içeriden gelen duygular ve duyular dediğimiz bütün

1 Bilinçöncesi kavramının kullanımında çevirilerden kaynaklanan farklılıklar olmaktadır. Bilinçöncesi yerine ‘önbilinç’, ‘altbilinç’ ya da ‘bilinçaltı’ gibi kavramlar kullanılabilmekle birlikte, özellikle Metis Yayınlarının ‘Ötekini Dinlemek’ serisinde bu kavram bilinçöncesi olarak çevrilmiştir ve anlamına en uygun Türkçe karşılığı şüphesiz budur.

(13)

algılamaları bilinç olarak nitelendirir (Freud,2001:81). Psikanalitik deneyimler göstermektedir ki, bir düşünce sürekli olarak bilinç düzeyinde kalmamaktadır yani bilinçlilik geçicidir. Bilinç bu geçicilik karakterini şüphesiz bastırmaya borçludur.

Bastırılmış olan bilinçdışının prototipidir; ancak örtük ve bilince çıkabilecek olan yani dinamik açıdan değil sadece tanım olarak bilinçdışı olana bilinçöncesi denir (Freud,2001:76). Bilinçdışında yer alan bir düşüncenin bilinç düzeyine erişmesinin ilk koşulu sözel ifadelerle bağlantılı hale gelerek bilinçöncesinde yer almasıdır.

Bilinçöncesi, bastırılmış olanın bilince ulaşmasının koşulu niteliğindedir.

Ruhsal aygıtın yapısını tanımlarken en fazla özeni şüphesiz ki bilinçdışı2 kavramı istemektedir. Daha önce belirttiğimiz bilinçliliğin geçici olması durumu, zihni süreçler açısından bilinç alanının dışında kalan bir açıklama ihtiyacı doğurdu.

Bilinçdışının varlığını ilk olarak Bruer ile uyguladığı hipnoz yöntemiyle sezen Freud, bilinçdışını ‘kendileri bilinçli hale gelmeseler bile, zihinsel yaşam üzerinde sıradan fikirler kadar güçlü etkiler yaratan zihinsel süreçlerin ya da fikirlerin varlığı (Freud,2001:76)’ şeklinde kavramsallaştırmaya başlamıştır. Bilinç alanının tamamen dışında kabul edilen bilinçdışının bilinçöncesini de kapsadığını söylememiz mümkündür. Dinamik açıdan bilinçdışını oluşturan fikirlerin büyük bölümü, sansür mekanizmasının etkisiyle bastırılan arzulardan oluşur. Her ne kadar bastırılmış olan bilinçdışının prototipidir desek de, Freud bilinçdışı ile bastırılmış olanın bir ve aynı

2 Bilinçdışı kavramına dair en fazla kafa karıştıran konulardan birisi de bilinçaltı kavramı ile aynı anlamda kullanılması, çevirilerin bu şekilde yapılmasıdır. Freud’un eserlerinin İngilizce çevirilerinde bilinçdışı ‘subconscious’ yani altbilinç olarak çevrilmiş, bu çeviriler de Türkçede bilinçaltı olarak yer almıştır. Asıl olarak Freud’da bilinçaltı – altbilinç olarak yer alan kavram daha önce belirttiğimiz ve bizim bilinçöncesi şeklinde kullandığımız kavramdır; yani henüz bilince çıkmamış, bilincin hemen altında anlamı taşır. Oysa Freud’un bilinçdışı kavramsallaştırması bilinç alanının tamamen dışında, bilinmeyen, bilinçsiz olan demektir. Almanca ‘Unbewußt’ olarak kullanılan kavram, ‘bewußt’ bilinen ve ‘un’ negatif ön ekinden oluşmaktadır ve ‘bilinmeyen’ anlamına gelir (Somay,2008:24). İngilizcede

(14)

şey olmadığının altını çizer. Bastırılan kesinlikle bilinçdışıdır fakat bilinçdışı sadece bastırılandan ibaret değildir (Freud,2001:79).

Bilinçdışını, ruhsal aygıtın bilinç benzeri bir bölümü gibi algılamak yanlıştır zira bilinçdışının psişik yapısı ve işleyişi kendine özgüdür. Ancak sözel ifadelerle bilinç düzeyine çıktığında anlamlandırılabilecek olan bastırılmış arzular, toplumsal yaşamın kurallarıyla çakışan dürtüler ve bilinç düzeyine çıkması mümkün olmayan travmalar (doğum anı gibi) bilinçdışı hakkında bilgi vermektedir. Zamandan ve gerçeklikten bağımsız bu psişik yapının bilgisine ulaşmakta psikanalistin en büyük yardımcısı dil sürçmeleri3 ve rüyalardır4. Bu unsurlar aracılığı ile bilinçdışının bilgisine ancak bilinç düzeyine çıkarma yoluyla ulaşılır. Ancak bu süreç yani bilinçdışından bilince uzanan yol asla dolayımsız ve kesin değildir. Rüyalar bile doğrudan gözlenemez; hatırlanmak, sözcüklere tercüme edilmek yoluyla bilince çağrılır. Yani bilinç düzeyine çıkarmak, bir yorumlama, bir tercüme anlamı taşır ve bu yorum da asla eksiksiz bir şekilde tanımlanamaz (Leledakis,2000:174).

Freud’un psişenin temeline yerleştirdiği ve bilinç ile ayrımını belirtip özgünlüğünü kuramsallaştırdığı bilinçdışı kavramı, bu zamana kadar bilinç fenomenleri ile anılan felsefe ve psikolojiyi altüst etmiştir. Freud, en baştan beri bu kavrama karşı çıkışların farkındadır ve örtük olan bir fikrin ruhsal olamayacağı eleştirilerine karşı, deneyimlerden yola çıkarak bilimsel varsayımına oldukça güçlü

3 Freud’un dil sürçmeleri, yazım yanlışları, unutmalar, yanlış okumalar ve yanılmalı edimler gibi günlük hayatın önemsiz görülen ayrıntıları üzerine psikanalitik incelemeleri için Günlük Yaşamın Psikopatolojisi (2003) adlı eseri incelenebilir. Bu eser aynı zamanda patolojik( hastalıklı) kabul edilen durumların, semptomların normal insanların yaşamlarının da bir parçası olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

4 Freud’un rüyaların bilinçdışı anlamı üzerine incelemeleri hakkında ayrıntılı bilgi için Düşlerin Yorumu I (2001) – II (2004), Beş Konferans ve Psikanalize Toplu Bakış(1996)-V. Bölüm, Psikanaliz Üzerine (1976)-II. Bölüm incelenebilir.

(15)

kanıtlar bulmuştur.5 Her zaman etkin kalan bilinçdışı istekleri ve insanlarının yaşantılarında hiçbir şeyin unutulmadığı gerçeğini özellikle nevrozları ve histeriyi incelerken ortaya koyar (Freud,2004:297). Bilinçdışı kavramını, bilimsel bir varsayım olsa dahi, bilimsel çalışmalarda kullanma konusunda ve bilinçdışının varlığından şüphe edilmeyecek bir gerçek olduğu hususunda en iyi açıklamayı yine Freud yapmaktadır:

“Bilinç verilerinin içinde çok sayıda boşluk bulunur. Hem sağlıklı hem de hasta insanlarda yalnızca bilincin hiçbir kanıtını vermediği ruhsal eylemler meydana gelir. Bunlar yalnızca sağlıklı insanlardaki sürçmeleri ve düşleri değil hasta insanlarda ruhsal belirti ya da takıntı olarak tanımlanan her şeyi içerir; günlük deneyimlerimiz bizi aklımıza nerden geldiğini bilmediğimiz düşüncelerle ve nasıl ulaştığımızı bilmediğimiz entelektüel sonuçlarla tanıştırır. Her zihinsel eylemin mutlaka bilinç aracılığıyla yaşanması gerektiğinde ısrar edersek tüm bu bilinçli eylemler ilişkisiz ve anlaşılmaz olarak kalır. Aralarına çıkarsadığımız bilinçdışı eylemleri sokarsak belirgin bir bağlantı kazanırlar. Belli bir anda bilincin yalnızca küçük bir içeriği kapsadığını ileri sürebiliriz. Tüm gizli anılarımız dikkate alındığında bilinçdışının varlığının nasıl yadsınabildiği tümüyle anlaşılmaz hale gelir (Freud,2002a:164).”

***

Freud klinik çalışmalarını, geliştirdiği topografik modele göre yürütürken bazı bilinçdışı suçluluk duyguları ve cezalandırılma isteklerinin bu modele uymadığını

5 Bilinçdışını ilk kuramsallaştıran Freud olsa da XVIII. yüzyıldan itibaren, düşünce tarihinde bilinçdışına çok sayıda göndermeye rastlanabilir. Ayrıntılı bilgi için bkz., Lancelot L. Whyte(1962).

Spinoza’nın ‘özgür irade yanılgısı’, Nietzsche’nin ‘iktidar tutkusu’ ve Hegel’deki bilinç, özbilinç ve bilinçdışına dair gönderimler bunlardan birkaçıdır. Freud, bilinçdışı kuramını geliştirirken psikoloji

(16)

gördü; içgüdülere karşıt olarak ahlaki değerlere ilişkin duyguların bilinç düzeyinde yer alması gerekirdi (Geçtan,2008:26). Bu çelişkilerin üzerine Freud, yapısal kişilik modelini geliştirmiştir ve bu modele göre kişilik id – ben – üstben olmak üzere birbiriyle bağlantılı üç sistemden oluşur. Yeni doğan bir bebeğin psişesi, idden oluşur ve id, zaman, mekan, kural ve hiçbir mantıklı yargı tanımayan, dolayımsız olarak tatmin arayan haz ilkesinin emrindedir (Tura,2007:59). İd, nesnel gerçeklerden bağımsızdır ve bilinçdışıdır, bu nedenle Freud için birey ruhsal bir idden ibarettir;

gerçek ruhsal varlık iddir. Freud’un bu yargısı kimi zaman id ve bilinçdışını aynı anlamda kullanma yanılgısını doğurmuş olsa da bu iki yapı bir ve aynı şey değildir.

Kesin olarak varacağımız yargı idin bilinçdışı olduğudur.

Dış dünyanın etkisiyle idin bir bölümü kendine özgü bir gelişim geçirerek, dış dünya ile id arasında aracılık işlevi gören bir birim haline gelir. Bu birim ben olarak adlandırılır. Ben, dış dünyayı kendi çıkarı doğrultusunda değiştirerek idin içgüdüsel isteklerine tatmin yolu arar. Dış dünyada elverişli zaman ve koşulları kollar, gerçekliği değerlendirir ve idden gelen dürtüleri bastırarak (Freud,1996:76) gerçeklik ile id arasında bir denge kurmaya çalışır. Psişizmanın gerçeklik ilkesine göre çalışan bu bölümü adeta idin dayatmaları ve gerçekliğin baskısı arasında sıkışıp kalmıştır.

İdin hiçbir mantıklı yargı tanımayan kimliğine karşılık ben, mantıklı çıkarsamalarla işlese de, bu durum ben ve bilincin aynı şey olduğu anlamına gelmez. Benin temel savunusu olan bastırma ve gerçekliğe karşı geliştirdiği savunma mekanizmaları bilinçdışıdır. Ben, başta belirttiğimiz gibi, idin bir bölümünden oluşur yani asla idden bağımsız olamaz. Ben, idin dürtülerinin emrinde gibi görünse de temelde bu dürtülere tatmin ararken temel işlevini yerine getirir ve id, üstben ve gerçeklik

(17)

arasında sürekli bir denge gözeterek biyolojik ve toplumsal varlığın (psişe ikisine de içkindir) devamlılığını sağlar.

Üstben, benin bir bölümünün geleneksel değerleri, ahlaki yargıları içleştirmesiyle oluşan bilinçdışı bölümdür. Temelleri oidipal dönemde atılmakla birlikte ensest yasağının içselleştirilmesi, babanın yasağının tanınması ile başlar, kültürel ve ahlaki değerlerin benimsenmesiyle sona erer (Tura,2007:60). Üstben, idden gelen dürtüleri – ki bu dürtüler genelde toplumda hoş karşılanmayacak cinsel ve saldırgan dürtülerdir- bastırır; egoyu gerçekçi amaçlar yerine ahlaki amaçlara yönlendirir ve kusursuz olmaya çabalar. Ben dürtülerin doyumunu düzenlerken, üstben bunu tamamen engellemeye çalışmaktadır diyebiliriz (Geçtan,2008:46).

Freud, üstbenin oluşumunun ve ben – üstben arasındaki ilişkinin çocuk – anne – baba ilişkisine indirgenmekle anlaşılabileceğini öne sürmektedir. Bu indirgeme tutumu şüphesiz ki Freud’un en fazla eleştirilen yönü olmuştur. Kişinin içine doğduğu toplumsal ilişkiler bütününü bir yana bırakıp anne – baba – çocuk üçgenine sıkışıp kaldığı iddia edilen Freudcu psikanaliz yöntemi ilerleyen bölümlerde daha ayrıntılı ele alınacaktır. Ancak şimdi üstbenin oluşumu açısından ele aldığımızda Freud’un bu

‘indirgeme’ yöntemi şu cümlelerle üçgende sıkışıp kalmaktan kurtulmaktadır:

“Anne – baba etkisi, yalnızca anne babanın kişisel varlıklarının değil, anne ve baba tarafından evlatlara aktarılan aile, ırk ve ulus geleneğinin etkisini içerir. Üstbenin oluşumuna, anne ve baba etkisini ileride sürdürüp onların yerini alan eğiticiler, toplumun örnek aldığı kişiler ve el üstünde tuttuğu ülküler de katkıda bulunur. Geçmişin etkilerine barınaklık etmede id ve üstben birbirine benzer; id kalıtım yoluyla geçen, üstben ise başkalarından devralınan etkileri temsil eder; oysa ben

(18)

başlıca kendi yaşadığı, yani rastlantısal ve güncel olaylar tarafından belirlenir (Freud,1996:78).”

1.2. İçgüdüler Kuramı, Narsisizm Kavramı ve Ego İdeali

İçgüdüler kuramı, Freud’un düşüncesinde ruhsal aygıtın yapısı ile ayrılmaz bir bütün olarak büyük öneme sahip olmuştur. Bu kavramsallaştırma gerek kullanılan

‘içgüdü’6 ifadesiyle gerekse içeriği ve büyük oranda cinsel dürtülere yapığı göndermelerle büyük tepki görmüştür. Şunu unutmamak gerekir ki, içgüdü kuramında kimi zaman biyolojik göndermeler ağırlık kazansa da içgüdü, beden ve zihin arasında bir noktada salınmaktadır. İçgüdüler fizyolojik ihtiyaçları içeren içsel uyaranların psikolojik görünümlü temsilcileridir (Geçtan,2008:27). Freud’a göre içgüdü, idden kaynaklanan gereksinimlerdeki gerilimin ardında varlığını duyumsadığımız güçlerdir. Bedenin ruhsal yaşama yönelttiği isteklerdir ve her etkinliğin gelip dayandığı bir son noktadır (Freud,1996:79).

Freud’un içgüdü kavramını ele alış şekli zaman içinde değişmiştir. Freud, Haz İlkesinin Ötesinde adlı çalışmasına kadar normal ve nevrotik çatışmalarının kökeninde aynı dürtüsel yapılanmayı görüyordu; ben (kendini koruma) içgüdüleri ve cinsel içgüdüler.7 Bu içgüdüler bireyin hayatta kalmasını ve türün devamlılığını sağlıyordu (Tura,2001:7). İlerleyen çalışmalarında Freud, ben içgüdüleri ile cinsel

6 İçgüdü kavramı ilk kez hayvan davranışlarını inceleyen araştırmacılar tarafından kullanılmıştır.

Ancak zamanla çeşitli davranış biçimlerini içeren bir anlamda kullanılmaya başlanmıştır. Freud’un kullandığı Almanca kavram trieb’dir. Bu sözcük de drive=dürtü şeklinde çevrilmemiş, instinct=içgüdü şeklinde çevrilmiştir. Bu durum davranış bilimcilerin sorumsuzca kullandığı dürtü kavramından farklı bir ifade seçme çabası olarak açıklanmış ve günümüzde daha çok içgüdüsel dürtü olarak kullanılmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Engin Geçtan(2008). Bu bağlamda metinde yer alan dürtü ve içgüdü kavramları aksi belirtilmedikçe aynı anlamda kullanılacaktır.

7 Freud bu ayrımı cinsel içgüdülerin enerjisi olarak kabul ettiği libidonun doyurulmadığında anksiyeteye yol açtığı fakat açlık, susuzluk gibi en temel kendini koruma içgüdülerinin doyurulmadığında anksiyeteye dönüşmediği basit varsayımı ile desteklemiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz.

S. Freud (1998:408).

(19)

içgüdüler arasında bir karşıtlık olmadığını ve ben içgüdülerinin de cinsel içgüdülerden sayılması gerektiğini ileri sürer. Bu durumda temel karşıtlığı oluşturacak içgüdü çifti yaşam (eros) içgüdüsü ve ölüm(tanathos)8 içgüdüsü olarak belirlenecektir. Eros’un amacı, gittikçe daha büyük birimler üreterek yaşamı sürdürmek, yok etme (ölüm) içgüdüsünün amacı ise nesneleri ortadan kaldırmaktır.

Yok etme içgüdüsünün nihai amacı organik olanı inorganik hale getirmektir (Freud,1996:80). Freud, yok etme içgüdüsünün bu amacını, Haz İlkesinin Ötesinde(2001) adlı eserinde cansız varlıkların canlı varlıklara öncelliğine bağlamıştır. Schopenhauer’den etkilenen Freud, yaşamın asıl amacının ölüm olduğunu öne sürerken de ölüm içgüdüsüne olan inancını yinelemiştir. Bedenin en temel ihtiyaçlarında, örneğin yemek, çiğnemek, yutmakta bile bir yıkıcılık vardır.

Yaşamsal olan her unsur bu iki içgüdünün iç içe geçmişliği, birbirinden etkilenmesi, birbirine dönüşmesi sürecidir.

Freud’un daha sonra reddettiği, ilk içgüdü ayrımında cinsel içgüdülerin enerjisi olarak libido gösterilir; ancak daha sonraki çalışmalarında cinsel içgüdüleri de içeren yaşam içgüdülerinin enerjisinin libido olduğu kabul edilir. Cinsel dürtüler her şeyi içeren eros olarak kabul edilirken, erosa dahil olan kendini koruma, yaşamı sürdürme güdüleri de libidonun işlevinden türetilebilir. Bu çıkarsamalardan sonra Freud, Ben’in libido için bir depo görevi gördüğünü ve tüm yaşamsal dürtülerin enerjisi addedilen libidodan başka bir dürtü olmadığı yargısına ulaşacaktır (Freud,2001:60;1996:82). Yaşam içgüdüsünün enerjisi libido iken ölüm içgüdüsünün enerjisi nedir? Freud, ölüm içgüdüsüne özgü ayrı bir enerji türü tanımlayamamıştır.

8 Freud, ölüm içgüdüsünü incelerken bunun yanılsamadan ibaret, uydurulmuş bir kavram olabileceği ihtimalini de göz önüne almıştır. Varoluşun ağırlığına katlanabilmek için mi bu kavramın uydurulduğunu kendisine sorarken, ölüm içgüdüsünü bilimsel bir varsayım kategorisine yükseltme

(20)

İçgüdülerin birbirine dönüşümü, yaşam ve ölüm içgüdüsünün birlikteliği ve her canlıda kendini gösteren yüzü nedeniyle Freud, yeni bir enerji tanımı yapmaya ihtiyaç duymamıştır. Libidonun temel enerji oluşu yaşam ve ölüm içgüdülerini kapsayışında da göze çarpmaktadır. Örneğin kişilerde duygusal belirsizlik, aşkın nefrete ya da nefretin aşka dönüşümü, sadizm ve buna eşlik edebilen(ya da buna dönüşebilen) öznenin kendi egosuna dönmüş sadizmi diyebileceğimiz mazoşizm9 bir belirsizlikle açıklanamaz; canlı tözün her parçacığında aktif olan iki tür içgüdünün yansımasıdır. Böyle bir durumda yıkma yok etme içgüdüsü boşalma amacıyla eros’un hizmetine girer. Ölüm içgüdüsünün yıkıcı ve saldırgan bir güç olarak fiili tezahürü yaşam içgüdülerine bağlıdır ve ancak onunla birlikte var olabilir (Leledakis,2000:181).

Yaşam içgüdüleri içerisinde en fazla cinsel nitelikte olanlarla ilgilenen Freud, libidonun nesnesinin faklılaşmasını incelerken de cinselliği merkeze koyar. Narsistik libido ve nesne libidosu olmak üzere ikiye ayrılan libido, başlangıçta kendi bedenine yatırılır (narsistik libido), daha sonra bu narsistik dönemden dış nesnelere(nesne libidosu) taşınır. Zamanla kökenindeki tüm cinsel mahiyetini kaybederek ‘toplumsal- kültürel’ nesnelere yönelmek suretiyle yüceltilir. Kökenindeki cinselliği kaybetmiş libidinal enerji Ben’in varlığının anlaşılması açısından önem arz etmektedir (Tura,2007:56). Yeni doğan bebek tamamen özseverdir ( narsistik) ve bebek zamanla özsever libidosunu kendisine bakan, kendini doyuran anneye yöneltir. Libidonun bir bölümü bu özsever niteliğini korumaya devam etse de kendi dışındaki objelere yönelmeye başlar. Bu ikisi arasındaki uyumlu denge bireyin sağlıklı gelişimi açısından önemlidir; şizofrenik hastalarda libido dış dünyadan koparak kişinin

9 Bu tip karşıtlıklar üzerinden içgüdülerin birbirine dönüşebilirliği ve iç içe geçmişliği konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. S. Freud (2002b:119–124).

(21)

kendine yönelmektedir, benzer durum bedensel yaralanmalar, sevilen birinin kaybedilmesi ya da aşırı engellenme durumunda da gerçekleşir (Geçtan, 2008:30).

Freud, libidonun yöneldiği nesneye dair böyle bir ayrım yaparken şüphesiz kendi çağında kolay kabul edilemeyecek bir gerçeği ortaya koymuştur; çocuk cinselliği. Cinselliğin ergenlikle başladığının bir yanılgı olduğunu öne süren Freud’a göre, cinsel gelişim yaşamın ilk beş yılında tamamlanır (erken evre) ve sonra ergenliğe kadar yasaklanır (gizli evre). Cinsellik eşeysel organlarla eşdeğer değildir, cinsel organlar ancak sürecin sonunda öncelik kazanır (Freud, 2006:63). Çocuğun annesini emmesi ile aldığı haz, henüz cinsel nesneye yönelmemiş otoerotik evrede (oral dönem), çocuğun ağız bölgesinin erojen bölgelerden biri olduğunu, erojen bölgenin sadece cinsel organlar olmadığını bize göstermektedir.10

Otoerotizm, özseverlik, nesne libidosu, bizi oldukça önemli yeni bir kavrama götürecektir; narsisizm. Kişinin kendi imgesine taşıdığı sevgiyi ifade eden Narkissos mitine gönderme yaparak böyle bir kavram seçilmiştir. Narsisizm, ilk defa Paul Nacke tarafından 1899 yılında, kendi bedenine cinsel bir nesnenin bedenine davranıldığı gibi davranan, onu okşayan, seven bir insanın tutumunu tanımlamak üzere seçilmiştir. İlk başlarda sapıklık anlamı taşıyan daha sonra eşcinselliğin incelenmesinde kullanılan narsisizm kavramı Freud ile birlikte kendini koruma içgüdüsünün libidinal bir tamamlayıcısı olarak normal bir evre şeklinde yorumlanmıştır (Freud,2007:23). Libidonun tatmininin ilk şekli otoerotiktir yani yatırım yapılan nesneler bedenin kendi bölümleridir. Freud bunu, birincil narsisizmin tatmin yöntemi olarak sunar. Birincil narsisizmde ben henüz oluşmamıştır ve burada ebeveynlerin çocuklarına karşı sevgilerinde yeniden doğan kendi narsisizmleri söz

İçgüdüler kuramına göre, cinsel isteğin kaynaklandığı bedensel bölge.

10 Freud’un çocuk cinselliğine dair kapsamlı araştırması ve çocuk cinselliğinin gelişim evreleri

(22)

konusudur. Birincil narsisizmde çocuğun doğan narsisizmi ve ebeveynlerin yeniden doğan narsisizmleri biraradadır11 (Poulichet,2006:77-78). Daha sonra özne cinsel itkilerini bir nesneye yöneltir, şüphesiz ki bu nesne annedir. Annenin kendisine ait olmadığını anlaması ve temelde ileride gerçekleşecek olan kastrasyon karmaşası sonucu birincil narsisizm yara alır ve nesne yatırımı ben üzerine dönüş yapar (Poulichet,2006:79). Ben narsisizmi, nesneden çekilmiş ikincil narsisizmdir.

Freud, eşcinsellik üzerine yürüttüğü çalışmasıyla narsistik nesne seçimini kavramsallaştırmıştır. Eşcinseller üzerinden düşününce sevgi nesnesinin modeli anne değil bizzat kişinin kendisidir (Freud, 2007:34). Freud, Schreber vakası üzerinde yaptığı inceleme ile eşcinsellik durumunda annenin arzuladığı şeyi temsil eden bir imgeden söz eder. Schreber, Tanrı tarafından bir kadına dönüştürülerek, dünyayı kurtarma misyonunu üstlendiği psikozunu yaşamaktadır. Bunu ancak bir kadına dönüşerek gerçekleştireceği düşüncesi ise annenin arzuladığı baba imgesine karşı hissedilen eşcinsel dürtüler olarak yorumlanmaktadır (Rennison,2001:63).

Birincil narsisizmden bir ayrılma ile oluşmaya başlayan ben, çocukluğun narsistik mükemmeliyetini, yeni bir ben ideali ile korumaya çalışır, bu ideal yitirilmiş narsisizmin yerine geçer. Freud, 1914’te yazdığı Narsisizm Üzerine adlı çalışmasında ben ideali ile ilgili varsayımlarında önemli noktalara işaret etmiştir.

Bunlardan ilki ideal oluşturma ile yüceltme arasındaki ilişkidir. Yüceltme, nesne libidosunu ilgilendirir ve içgüdünün kendisini cinsel tatminden uzak bir alana yöneltmesi anlamına gelir; bu içgüdünün cinsel niteliğinden arındırılması demek değildir, içgüdünün nesnesi cinsellikten arındırılır. İdealizasyon, nesneyi ilgilendirir ve nesnenin kendisinde herhangi bir değişiklik olmaksızın, öznenin zihninde

11 ‘Haşmetmeapları bebek, ebeveynin gerçekleştiremediği arzu yüklü rüyayı gerçekleştirecektir. Oğlan babasının yerine büyük adam ve kahraman olacak, kız annesinin düşünün gecikmiş bir telafisi olarak bir prensle evlenecektir(Freud, 2007:37).’

(23)

yüceleştirilmesi anlamını taşır. Yüceltme, ideal tarafından harekete geçirilebilir fakat bundan bağımsız, özel bir süreçtir. Bir idealin oluşması benin taleplerini artırır ve büyük oranda bastırma ile sonuçlanır; oysa yüceltme tam bir çıkış yolu sunar, taleplerin bastırma olmadan karşılanmasını sağlayan yeni bir yoldur. Narsisizm Üzerine adlı metnin bir diğer önemi vicdan tanımını ilk defa yapıyor olmasından kaynaklanır. Vicdan, ben’i ben idealine uygunluğu açısından sürekli denetleyen bir mekanizma gibidir. Vicdan, önce ebeveynin sonra toplumun eleştirel tutumunun cisimleşmesidir. Dışarıdan gelen yasakların içerde yol açtığı bastırma sürecinin bekçisidir (Freud,2007:40-41). Freud, 1923 yılında ele aldığı Ben ve İd adlı metninde, narsisizme bağlı olarak geliştirdiği ben ideali, vicdan gibi kavramları üstben’in bir işlevi olarak kabul etmeye başlamıştır. Zamanla üstben ve ben ideali aynı anlamda kullanılmakta ben, dürtülere boyun eğmek yerine onları engellemekte ve en büyük yardımcısı da ben ideali yani üstben olmaktadır. Vicdan yoluyla da üstben, ben’e hükmeder. Ben ideali, narsisizmin ebeveyne yansıtılmasından, idealize edilmiş ebeveynin içe alınmasına doğru kaymaktadır (Tükel,2007:15-18).

1.3. Oidipus Karmaşası ve Kastrasyon Kavramı

Freud, Oidipus karmaşasını Sophokles’in tragedyası ile karıştırılan Yunan mitolojisindeki bir mitten yola çıkarak kavramsallaştırır. Oidipus doğduğunda, bir kâhin, Oidipus’un babasını öldüreceği ve annesi ile evleneceğini söyler. Bunun üzerine Oidipus’un babası kral Laios, onu hizmetçiye vererek bir dağa götürüp bırakmasını söyler; ancak hizmetçi uzak bir köydeki bir ailenin yanına bırakır.

Oidipus büyüdüğünde, yanındaki ailenin kendi ailesi olmadığını duyar ve gerçeği öğrenmek için bir kâhine gider. Kâhin, kendisine babasını öldürüp annesi ile

(24)

evleneceğini söyler. Bunun üzerine yaşadığı yerden uzaklaşan Oidipus, yolda Thebai kralı Laios ile karşılaşır ve aralarında çıkan tartışma sonucu onu yani babasını öldürür. Daha sonra Oidipus, kraliçe Iokaste yani annesi ile evlenir. Kentte veba salgını başlar, kâhin Laios’un katilinin bulunması ile belanın ortadan kalkacağını söyler. Bir zaman sonra üvey babasından gerçeği öğrenen Oidipus, gözlerini oyar ve yollara düşer, annesi Iokaste de kendini asar.

Tüm yapıtlarında ve psikanalitik sağaltım sürecinde, Freud’u bu kadar uğraştıran Oidipus karmaşası nedir? Erkek çocuk için 2-3 yaşları fallik evreye denk düşer ve daha erken evrelerde anne memesinden yola çıkan, anneye yönelik bağlanma ve nesne yatırımı gerçekleşir; babasıyla da onunla özdeşleşme yoluyla hesaplaşır. Bir süre devam eden bu ikili ilişki çocuğun anneye karşı güçlenen cinsel istekleriyle babanın bu isteklerin önünde bir engel olarak algılanmasıyla son bulur;

Oidipus kompleksi ortaya çıkar. O zaman baba özdeşleşmesi, babayı ortadan kaldırma isteğine dönüşür. Bu andan itibaren babayla ilişkiler çift değerlidir; buna anneye karşı sevgi dolu nesne ilişkisi de eklenince erkek çocuk için olumlu Oidipus kompleksi oluşmuş demektir (Freud, 2001:92). Oidipus evresi, kastrasyon karmaşası ile yani çocuğun babasının, penisini iğdiş ederek onu cezalandıracağı korkusuyla başlar; bu korkuyla çocuk annesinden uzaklaşır. Bazen bu korku sadece imgelemsel olarak değil anne – babanın söylemiyle de desteklendiği için çocuk babayla yani otoriteyle olan ilişkilerini yeniden düzenler, dürtülerini bastırır. Annesine arkasını döner, babasına benzemek ister ve onunla özdeşleşir; ancak bastırılan düşmanlık duyguları ergenlikle yeniden ortaya çıkar. Kişinin yaşamı boyunca da otorite karşısında yaşayacağı çıkmazlarda tüm tazeliği ile ortaya çıkar (Habip,2008:120).

(25)

Freud, kız çocuk için de benzer süreçleri özetler ve anneyle özdeşleşme ile kadınsı karakterin güçleneceğine işaret eder; ancak bazı durumlarda kız çocuğunun kayıp nesne olan babayla özdeşleşmesi ve erkeksi yönünü açığa çıkarmasına da rastlanır. Erkeksi ya da kadınsı cinsellik eğiliminin belirlenmesi kadar Oidipus kompleksini önemli kılan bir diğer nokta üstben ve ben ideali ile olan ilişkisidir.

Üstben, babanın karakterini korur ve ne kadar güçlüyse ben üzerinde o kadar egemen olacaktır. Üstben, id’in nesne seçimlerine bir tepki olduğu için ‘böyle(baba gibi) olmalısın’ uyarısının yanında ‘böyle(baba gibi) olamazsın’ yasağını da içerir. Ben idealinin görevi bu durumda Oidipus kompleksinin bastırılmasıdır (Freud,2001:93- 94).

Oidipus kompleksi, insan dürtülerinin ve evrensel temalarının anne-baba-çocuk üçgeninde nasıl örgütlendiğini anlatmaktadır. Yalıtılmış bir evrensel ‘birey’den öte, toplumdan gelen ve toplumla ve topluma karşı mücadele eden bir bireydir. Bu evrensellik özellikle antropolog Malinowski’den beri tartışılmıştır. Tarihi ve kültürel özelliklere göre şekil alan bir Oidipus mu, yoksa bunların üzerinde bir evrensel yapı mı? Freud, herhangi bir değişimi göz ardı etmiş olsa da varsayımının ana fikrine inanmak için çok sebep vardır. Nesil ve cinsiyet farkı gerçekliği ve çatışması üzerine kurulu olan Oidipus kompleksi, bu karmaşıklığı ensest tabusu çevresinde düzenler (Tura,2001:14). Trobrian adası yerlilerinde, babanın Batı toplumlarındaki babayla aynı yükümlülüklere sahip olmadığını Oidipus kompleksini çürütmek amacıyla öne süren Malinowski, ensest tabusu olan bu toplulukta, babanın yükümlülüklerini dayının üstlendiğini göz ardı ediyordu. Evrenselliğine karşıt iddialar, Azieu’nun(2003:182) belirttiği gibi Oidipus’un ‘evrensel bir doğrunun keşfi, kendi

(26)

kendinin keşfi ve bu keşfin keşfi’ olmak gibi karmaşık ve güçlü yapısını değiştirmiyordu.

Erkek çocukta Oidipus karmaşasının bitişini, kız çocuk için başlangıcını gösteren etmen kastrasyon karmaşasıdır. Kastrasyon, erkek çocuk için penisini kaybetme, kız çocuk için penisten yoksun olma kaygısı anlamını taşır. Beş yaşlarında, çocuk tarafından bilinçdışı olarak yaşanan ve cinsel kimliğin oluşmasında oldukça etkili psişik bir süreçtir. Kastrasyonu, arzuya bedenin sınırları kadar ket vurmak olarak da yorumlamak mümkündür. Kastrasyon karmaşasını, erkek ve kız çocuk için farklı süreçleriyle değerlendirirken ilk göze çarpan şey, fallusa12 evrensel sahiplik kurgusudur (Nasio,2006:33). Erkek çocuk ilk önce herkesin bir penise sahip olduğunu düşünecek ancak otoerotik dönem yasaklarla ketlenmeye başlanınca ve buna anne-babanın söylemleri de eklenince çocuk tehdidi hissedecektir. Kadın genital bölgesinin keşfi ile çocuk tehdidin gerçekliğini duyumsayacak ve annesinin de iğdiş edildiğini düşünecektir. Sözel tehditler ve yasakların anımsanmasıyla kastrasyon karmaşası bilinçdışı olarak yaşanmaya başlar ve çocuk yasağı kabul eder.

Bu durumda erkek çocuk için kastrasyon karmaşası ve Oidipus kompleksi sona erer.

Kız çocuk için süreç benzer başlar; yani herkesin bir penise sahip olduğu düşüncesi ile. Kız çocuk, erkek cinsel organını tanıyınca kendisinin iğdiş edilmiş olduğunu düşünecektir. Annenin de iğdiş edilmiş olduğunu düşünen çocuk, anneye kin duyacak ve sevgi nesnesi olarak babayı seçecektir(Nasio,2006:33-42). Bu durumda kastrasyon karmaşasının sonucu olarak kız çocuk, Freud’un doğru kabul ettiği gibi arzulanan nesneyi de değiştirebilir, eşcinsel nesne seçimi yoluna da gidebilir.

12Burada penis yerine fallus kavramını kullanmak daha yerindedir; çünkü çocuğun herkesin sahip olduğunu düşündüğü şey bedenin anatomik bölümü olan penis değil, bir sembolik tasarım olan fallustur. Psikanaliz açısından önemli olanın anatomik gerçeklik değil psişik tasarım olduğunu unutmamak gerekir.

(27)

Böylelikle kastrasyon karmaşası sona erecek ve Oidipus kompleksi başlayacaktır.

Fallusa sahip olma arzusu, bir kadın için zamanla yerini bir çocuğa sahip olmaya bırakacak bir süreç olarak tanımlanır.

1.4. Psikanaliz Yöntemi

Çağımızın uzmanlaşmış bilimleri, yaşamın üç değişmez öğesi üzerine yapılan çalışmalara yoğunlaşıyor: Cinsel içgüdü, ölüm duyumu ve uzam-

zamana ait kahredici acı. ( Salvador Dali )

Psikanalizin ilk olarak Josef Bruer’in histerili hastalar üzerinde uyguladığı hipnoz yöntemi ile başlar. Freud da bu yöntemi uyguladığı dönemlerde, hastanın dikkati hastalık belirtisine yol açan travmatik yaşantı üzerine çekiliyor ve nevrozların nedeni burada aranıyordu. Sağaltımda karşılaşılan zorluklar ve hastanın çağrışımları, Freud’u sürekli daha geriye, ergenliğin de öncesine götürüyordu. Çocukluk döneminde kalmış ve şimdiye kadar kimsenin ayak basmaya cesaret edemediği dönemler, psikanalitik incelemenin temel malzemesi olacaktır. Freud, bundan hareketle psikanalizde güncel her durumun, özellikle patojen (hastalandırıcı) yaşantıların, geçmişte kendisi patojen olmayan bir başka yaşantıdan kaynaklandığını görmüştür (Freud,1997:186). Bu dönemde Bruer, histerinin asıl nedenini açıklamada fizyolojik etmenleri kullanıyor ve değişik bilinç durumları arasındaki iletişim olanağının yitimini histeri için temel nedenlerden biri olarak görüyordu.13 Oysa Freud için histerik bir baş ağrısı ya da bel ağrısı, yoğunlaştırma ve yer değiştirmeyle

13 Söz konusu dönemde, nörologlar histeri nevrozlarında nedeni daha çok fonksiyonel sinir bozuklukları şeklinde açıklıyor ve Freud’a göre ruhsal faktöre nasıl bir gözle bakacaklarını bilmiyorlardı. Bu durum ruhsal olana ilginin sadece felsefe alanında yer almasına yol açmıştır.

Bilinçdışına dair düşüncelere de Freud’dan önce sadece filozoflar arasında rastlanması bu savı destekler. Kuşkusuz Freud’un bilinçdışını kavramsallaştırması ve başta histerik felçler olmak üzere tüm fizyolojik rahatsızlıkların temelinde ruhsal nedenler araması sadece psikoloji alanında değil,

(28)

tüm libidinal düşlemler ya da anılar için bir yerine geçen doyumdur; hasta için tüm bu bedensel etkiler, histerik belirtilerin oluşumuna yeğlenir(Freud,1998:387). Freud, her fizyolojik semptomun ardında ruhsal bir nedenin yattığını ileri sürerken Bruer ile aralarındaki ilk ayrılık ortaya çıkmış, nevrozun oluşumunda cinselliğin önemini savunan Freud’a ilk tepki yine Bruer’den gelmiştir. Freud, nevrozların sağaltımında hasta ile hekim arasında istenmese de doğan sevgi ya da düşmanlık dolu kaba cinsel karakterde bir aktarım ile karşılaşılmasını, nevrozların nedeninin cinsel yaşamda aranması gerektiğinin sarsılmaz bir kanıtı gibi gördü. Çocuklar arasındaki gözlemlerle doğal bir nitelik kazanan ‘çocuk cinselliği’ de psikanalize dahil olmuştur. Freud, psikanaliz yönteminin farklılığını ‘çalışmalarımın katartik yönteme eklenerek onu psikanalize dönüştüren birçok öğesi arasında geriye itim (refoulement), karşı koyma (resistance), çocuk cinselliğinin benimsenmesi ve bilinçdışını tanımak için düşlerin yorumlanması başta geliyor’ (Freud,1997:192) cümlesiyle açıklamıştır.

Freud’un psikanaliz tekniğinin en önemli özelliklerinden biri, serbest çağrışımdır. Hipnoz yerine serbest çağrışımı kullanmaya başlayan Freud, hastalardan akıllarına gelen her düşünceyi, rahatsız edici olsa bile söylemelerini istemekteydi çünkü bilinçli düşüncelerin bastırılmasından sonra hastanın aklına gelecek olanlar bilinçsiz malzeme tarafından belirleniyordu. Çağrışımlar, bilinçdışının kapısını açan yollardan biriydi. Freud bunu, ‘bir kimyager için nitelik analizi ne işe yarıyorsa, psikanalist için de çağrışım aynı işi görür’ (Freud,1996:41) şeklinde belirtir fakat psikanalitik süreç bu kadar kolay işlemez. Unutulmuş patojen nedenlerin hatırlanmasında hasta çok güçlü bir direnme ile karşılık verir. Patojen nitelikli anılar sürekli geriye itilmektedir ve bilince çıkmayı reddeder; patojen niteliği de bu sürekli

(29)

geri itimden ileri gelmektedir. Ancak, normal dışı yollar izleyerek ve örtük biçimde dışavurum sağlarlar.

Psikanaliz uygulanırken başa çıkılması gereken temel unsurlardan biri, yukarıda da belirttiğimiz gibi dirençtir. Analiz edilen (analizan), sağaltım süresince şiddetli, ısrarlı bir direnç gösterir, sadece analiz süresinde bu direncin şiddeti değişir.

Analizan, kendisinden aklına gelen her şeyin söylenmesi istense de aklına hiçbir şey gelmediğini, aklına çok fazla şey geldiğini, hatırlamadığını, aklına gelenin saçma ve alakasız olduğunu ileri sürerek direncin saldırıları için hedef haline gelir; ancak analizin esas işlevi ve başarısı bu direnci çözmektir (Freud,1998:289-292). Direnç tarafından sergilenen bu hastalandırıcı sürece bastırma denir. Bastırma, semptomların oluşumu için bir önkoşuldur. Semptomlar, bastırmanın geri tuttuğu bir şey için bir yerine geçendir. Bastırma, içgüdüsel temsilcinin bilinçle ilişkisine karşıdır ve aşırı devingen niteliktedir. Buradan anlaşılan, bastırmanın bir kez gerçekleşince olup biten bir olay değil sürekli bir güç harcanmasıyla gerçekleşen bir süreç olduğudur. Bastırmanın devingenliği, düşlerin oluşumunu olası kılan uyku durumunun ruhsal özelliğinde ifade bulur. Uyanmayla birlikte içeri çekilmiş olan bastırıcı güçler tekrar dışarı yollanır (Freud,2002:146-147). Freud, düşlerin yorumlanmasını psikanalitik yöntem için ‘bir kral yolu’ olarak değerlendirir. Gizli düşünceler bir düşe dönüşürken, yoğunlaştırma ve yer değiştirme gerçekleşir ve düşün içeriği, altında yatan bilinçdışı düşüncelerden tamamen uzaklaşır. Psikanalitik sağaltım sürecinde, analizanın bilinçdışı düşüncesine düşleri aracılığıyla ulaşmak isteniyorsa, öncelikle düşte düşüncenin temsil edildiği simgesel perdeyi kaldırmak gerekir. Düşlerin yorumlanması sadece simgelerin açıklanmasından ibaret değildir fakat bu ilk aşamadır. Örneğin, düşlerde çomak, ağaç, şemsiye gibi uzantılı nesneler

(30)

erkek organını; kutu, sandık, fırın rahmi temsil eder. Yatak ve sofra evliliği oluşturduğu için düşlerde genellikle ikincisi birincisinin yerini alır ve cinsel düşünceler yeme şekline bürünür. Kadın şapkası da çok sık olarak erkek cinsel organını temsil eder14 (Freud,2004:85-86). Düşler hakkındaki bu kısa özet, düşlerin basitçe isteklerin tatmini olarak yorumlanmasıyla bize arzularımız hakkında fikir verdiğini göstermektedir. Halk arasında düşlerin gelecekten haber veren mistik görüntüler olarak yorumlanması, Freud açısından bir ölçüde doğrudur fakat şu düzeltmeyle; düşler gelecekten değil, geçmişten haber verir çünkü geçmişten türerler (Freud,2004:335).

Düşlerin yorumlanmasının dışında psikanalitik sağaltımda önem arz eden bir diğer unsur saçma ya da tesadüf olarak nitelenen eylemlerdir; bunlara örnek ise Freud’un Günlük Yaşamın Psikopatolojisi’nde incelediği dil sürçmeleri, yazım yanlışları, yanılmalı edimler, unutmalar, yanlış okumalar ve kalem sürçmeleridir.

Bastırılmış düşünceden doğan bir iç çelişki düşünce yapısını bozar ve bastırılan öğe bir şekilde ortaya çıkma çabasındadır. Örneğin bir adın anımsanamaması yaşanacak bir hoşnutsuzluktan kaçınma isteği olabilir. Amaçlanan konuşmanın dışında yatan nedenlerden ötürü yerine geçirme, simgeleştirme yoluyla fonetik yasalara uymayan dil sürçmeleri yaşanabilir. Herhangi bir şeyle meşgulken, eldeki kalemle karalamalar yapmak, paralarla oynamak, üzerindeki giysiyi çekiştirmek gibi elde olmayan edimler de başka şekilde ortaya çıkamayan bir anlamı gizliyor olabilirler. Örneğin yaşadığı sıkıntılar nedeniyle zaman zaman depresyon yaşayan bir adam, hayatın kendisine çok acımasız geldiği akşamların sabahında saatinin düzenli olarak durduğunu belirtmektedir. Saatini kurmayarak söz konusu gecelerde sabaha çıkmayı

14 Freud’un düşlerde simgesel temsillerin çözümlenmesine dair daha fazla örnek ve inceleme için bkz.

S. Freud (2004:91-134).

(31)

umursamadığını simgesel olarak dile getirmiş olur (Freud,2003:244). Oğlunun hangi bölükte görev aldığını soranlara, mörser (topçu) yerine mörder(katil) bölüğü yanıtını veren kadın; doktorlarına alışkanlık gereği kibar davranan aristokratların, onları içten içe hor görmelerinden ötürü isimlerini sürekli yanlış söylemeleri; Freud’un en hırslı muhaliflerinden birinin, konuşmaları sırasında sürekli kendini Freud’un yerine koyarak, onun adına konuşmak gibi bir dil sürçmesi yapması gibi örnekler (Freud,2003:118), bu edimlerin sadece nevrotiklere özgü olmadığını, herkesin günlük yaşantısında gözlenebileceğini gösterir. Ancak, nevrozların sağaltımında analize direnen bir ego karşısında analistin en büyük yardımcısı bu edimlerdir.

Sağaltımın başarıya ulaşması için bastırmadan türeyen direnci kırmada etkili olan unsurlardan biri de analizanın analiste karşı geliştirdiği transferans yani aktarımdır15. Gizli kalan zihinsel içerik ortaya çıkmaya başladıkça, hastanın gizli kalan duygularının bir bölümü analiste kayar. Yaşamın ilk döneminde anne-babaya karşı geliştirilen duygular bu kez analistin kişiliğinde yaşamaya başlar. Analist, bazen dost, bazen düşmandır. Analiste karşı dostça duygular ve cinsel boyutları olan güçlü sevgi bağı olumlu transferanstır. Düşmanca duygular, olumsuz transferans olarak nitelenir. Bu duygular, analizanın temel çatışmalarını ve savunma tepkilerini içerir. Bu çatışmalar giderek artan bir biçimde analiste yöneltildiğinde gerçek nevroz, transferans nevrozuna dönüşebilir (Geçtan,2008:62-64). Bu durumda analistin bilgisi ve tutumu büyük önem taşır.

Psikanalitik yaklaşım, amacı öznenin kendisini anlamasını sağlamak olan bir yöntemdir. Bunu, kendini bilmekten öte anlamak olarak nitelendirmek daha yerindedir (Tura,2007:49) çünkü psikanalitik süreç kişiye sadece bir aydınlanma hali

(32)

sunmaktan öteye gidemez. Bu süreçte analist, sadece doğru sorularla kişiye yardımcı olandır, kendini anlamlandırması için yol gösterendir; her şeyi bilen değil. Bülent Somay’ın psikanaliz hakkındaki cümleleri belki de bu süreci en iyi açıklayanlardan biridir; psikanaliz, analizan için ağzından çıkanı kulağının duymaya başladığı süreçtir.

1.5. Sosyal Bilimlerde Freud

Freud ve geliştirdiği psikanaliz yöntemi çağdaş psikiyatrik düşüncenin biçimlenmesinde etkili olduğu kadar sosyal bilimler alanında yankı uyandırmış; ya yöntemin insana ve topluma dair statik bulguları eleştirilmiş, kavramlar gerçeklikten uzak bulunmuş ya da yöntem baş tacı edilmiştir. Frankfurt Okulu düşünürlerinin, Marksizm ile psikanalizi yeni bir teori çerçevesinde ele almaları, psikanalizin siyasal teoride yer almasının en önemli adımını oluşturmuştur. Bu çerçevede cevap bulunması gereken birinci mesele, Freud’un psikanaliz yönteminin klinikle sınırlı olan bir bireysel ruh analizi mi yoksa başlı başına bir metodoloji mi olduğudur. Eğer cevabımız ikinciden yanaysa, psikanaliz ile toplum da analiz edilir ve tarih, sosyoloji, antropoloji gibi alanlarda psikanaliz yöntemi rahatlıkla kullanılabilir. Bir diğer mesele, ilk soruya yanıtımız ne olursa olsun, Freud’u siyasal teoride gerek olumlu gerekse kabul edilemez kılan tartışmalarla bu kadar önemli kılan noktaların ne olduğudur. Şüphesiz bu tartışmalarda Freud’un toplumsala dair incelemeler yaptığı eserleri önem arz etmektedir.

Freud, psikanaliz için üç tanımı uygun görmüştür; psikanaliz ruhsal süreçleri aştırmada kullanılan bir yoldur, ruhsal hastalıkların tedavisinde kullanılan bir yöntemdir ve insan ruhsallığı üzerinde bu yöntemle elde edilen bulguların

(33)

birikimiyle oluşan bir bilimsel disiplindir.16 Bu üç tanımı bir arada ele aldığımızda psikanalizin önemi de daha kolay anlaşılır (Parman, 2006:67). Freud, insanı insan yapan her olguyla, aynı merakla ilgilenmiştir; değişen toplumsal yapı, kültürel olgular, bireysel analizi merkeze alan bu yöntemde asla geri planda kalmamıştır.

Freud’un 1921 yılında ele aldığı Kitleler Psikolojisi eserinin giriş kısmında, ‘Bireyin ruh yaşamında başkalarının obje, yardımcı dost ya da rakip kişiler olarak her vakit rol oynadığı görülür. Dolayısıyla, bireysel psikoloji haklılığı su götürmeyen bu genişletilmiş anlamda daha başından beri toplum psikolojisi kimliğini taşır(2006a:7)’ifadesi yer almaktadır. Bu tanımla Freud, psikanalizin dinamik karakterini ifade etmekle kalmamış, hem toplumsal yapıdaki değişiklikleri anlayabilmenin yolunu açmış, hem de inceleme konusu edindiği bireysele dair her unsurun toplumsal temeline göndermede bulunmuştur. Kitleler psikolojisi adlı eserinde Freud, kitle analizine Gustave Le Bon’un kuramını eleştirerek başlar.

Freud’a göre Le Bon’un en önemli eksikliği önderin gücünü kavrayamamasındaydı.

Freud, kitleyi açıklamak için libido kuramını kullanıyor, libidoyu bireyi öndere bağlayan ve bütün kişiselliğinden vazgeçtiren etmen olarak görüyordu. Yapay kitle olarak tanımladığı ordu ve kilise örneklerinden analizine devam eden Freud, kitleyi oluşturan bireylerin önderin kendisine bağlandığını dahası onunla özdeşleştiğini ve ortak kimlikleriyle kitlenin diğer bireylerine libidinal bağlarla bağlandıklarını ileri sürer; önderle bu bağın kopması, tüm bağların çözülüp dağılması demektir(2006a:41). Libidonun oluşturduğu bu bağlar, temeldeki saldırgan dürtüler için bir örtü görevi görüyordu, bağlar kopunca temeldeki yıkıcılık açığa çıkmaktadır.

16 Popper için, bilimsel bir teori, yanlışlığı, geçersizliği gösterilmeye yatkın bir teori olmalıdır; oysa psikanalitik yorum deneysel değil teorik-hipotetik bir önermedir. Yani deneysel olarak yanlışlanması imkansızdır. Bu nedenle Popper için psikanaliz, Marksizm gibi bilimden çok metafiziğe benzer.

(34)

Freud için kitleyi oluşturan en önemli unsurların, başlangıçtaki amacından saptırılmış, yüceltilmiş, libidinal dürtüler ve önder rolü üzerinde gerçekleşen özdeşleşme olduğu görülmektedir. Özdeşleşme, oidipal evrenin sonunda babaya benzeme ya da babanın yerini alma şeklinde çelişik olarak ortaya çıkan bir durumdu.

Ben’in sevilen ya da sevilmeyen kişideki özellikleri alıp kendine maletmesi şeklinde ortaya çıkan özdeşleşme, nesneye libidinal bir bağın yerini alır. Özdeşleşme, kişinin bir diğer kişiyle ortak özelliğini keşfetmesinin yerini alabilir; bu da kitleyi oluşturan kişilerin, kendilerini öndere bağlayan bağdan kaynaklanan paylaşılmış duygu nedeniyle bir diğer kişiye bağlanmasını açıklar (Tükel,2007:14). Bu durumda ben idealinin de kitleyi birbirine bağlayan etmenlerden olduğunu söyleyebiliriz çünkü bu ideal aynı zamanda bir ailenin, sınıfın, milletin ortak idealidir; böylelikle kişiler kendi benlerinde birbiriyle özdeşleşir. Bu durumu Freud, özdeşleşme niteliğinde olumlu bir bağlanıma dönüşen düşmanca duyguyu örten toplumsallık duygusu olarak niteler.

1923 yılında Ben ve İd adlı yapıtım yayınlanmasıyla yapısal kuramı geliştiren Freud için Ben, birincil önemdedir. 1930’da yayınlanan Uygarlığın Huzursuzluğu metninde yapısal kuramın büyük etkisi görülecektir. 1927 yılında yayınlanan Bir Yanılsamanın Geleceği adlı metnini de göz önünde bulundurduğumuzda Freud’un psikanalitik yöntemle toplumsal olguları incelerken, insanın kültürel olma durumunu gözden kaçırmaması önemlidir; her yerde doğa, içgüdü vardır ama insan ancak ötekinden ve kültürün alanından geçtiği için insan olur (Baudin,2006:78). Bu durum, Freud’un karşıtlıklar ve çatışmalar şeklinde ele aldıklarında da kendini gösterir. Her şeyden bağımsız bir haz ilkesi yoktur; o ancak gerçeklikle var olabilir. Ben olmadan id’in kendi dürtüleri için tatmin bulması imkansızdır. Eros’un olmadığı yerde

(35)

thanatos var olamaz ve insanlar bir arada varlığını sürdüremez. Freud, birey ve uygarlığı birbirine karşıt ancak birbirine mecbur iki unsur gibi konumlandırır.

İnsanda var olan ve Eros ile ortaya çıkan saldırganlık eğilimini uygarlık, eros’un hizmetinde ve insanları aileler, halklar şeklinde birleştirmek suretiyle baskı altına alır (Freud, 2004a:76). Cinsel yaşama ait ruhsal enerjinin de ekonomik şekilde kullanılmak için çekip alınması, haz ilkesinin gerçekliğe boyun eğdirilmesi, benin büyük acılar ve vazgeçişler sonucu nevrozlarla yüz yüze gelmesine yol açacaktır.

Freud’un uygarlığı nevrotik olarak nitelemesi bu kaçınılmazlığın sonucudur.

Uygarlığın, birey karşısındaki en büyük zaferi içgüdülerin bastırılması- yüceltilmesi ve vicdan rolündeki üstben’dir. Uygarlık büyük ölçüde içgüdülerin yadsınması üzerine kuruludur; bazı içgüdüler bastırılarak yok sayılır, bazıları bilim, sanat, spor gibi tehlikesiz alanlara yöneltilerek yüceltilir. İçgüdülerin yadsınmasında, toplumun en büyük yardımcısı üstben’dir. Otorite, üstbenin oluşması için özdeşleşme yoluyla içselleştirilir, üstben’in bir işlevi olarak vicdana ait görüngüler ortaya çıkar; vicdan, benin tüm eylemlerini kontrol eder. Böylelikle bastırılan saldırganlık dürtüleri de içselleştirilir ve vicdanın etkisiyle yabancı bireylerde tatmin etmekten hoşlanılacak saldırganlık eğilimi ben’e yöneltilir. Üstben’in bu sertliği, insanın babadan gördüğü ya da beklediği sertlik değil, kişini kendisinin ona karşı duyduğu saldırganlığın temsilidir (Freud,2004a:78–84).

Bir kültürel gerçekliğin içine doğan çocuk, yaşadığı toplumsal yapıya uygun olarak ilk arzu nesnesinden vazgeçer, hazzı erteler. Uygarlık, özneye şimdi hazzı bulmasının olanaklarını sunmaktan öte, hazzı erteleyerek yüceltme noktasına doğru itekler ya da tamamen bastırır. Freud, nasıl ben’i haz ilkesi ile gerçekliğin arasında

Referanslar

Benzer Belgeler

İlk grupta yer alanlar aktarım modeli ya da süreç okulu olarak adlandırılır.. İkinci grupta yer alanlar ise kültürel model

kavrar. Kültürel modelde ise aktarıma değil, anlamların üretimi ve değişimine odaklanılır.  Kültürel modelde metin, aktarım modellerinden farklı olarak,

 Pierce anlamı incelemek için gösterge, kullanıcı ve dışsal gerçeklik arasında üç köşeli bir ilişkiyi modelin zorunlu bir öğesi olarak varsaymıştır...  İki

üzerinde durur. Bir başka deyişle, gösteren ile gösterilen arasında zorunlu bir ilişki olmadığını ifade etmiştir. İlişkiyi belirleyen uzlaşımdır. Uzlaşım,

 “Temsil, bir şey hakkında anlamlı bir şey söylemek ya da dünyayı diğer insanlara anlamlı bir şekilde tasvir etmek için dilin kullanılması

dönüşüm dönemini de o dönemin kendi bilinciyle yargılayamayız; aksine, bu bilinç, maddi yaşamın çelişkilerinden, toplumsal üretken güçler ile üretim ilişkileri

Elektromanyetik tayf tahsisiyle ilgili uluslararası örgütlerin

 Bu yeni ekonominin temel özelliği, kişiye özel üretimde bilgi ve teknoloji uygulanmasının ekonomik başarı için yegane etmen olmasıdır..  Castells’e göre rekabet