• Sonuç bulunamadı

Kuram – Terapi İlişkisi ve Terapinin Politik İşlevi

II. BÖLÜM: Siyasal Teori – Psikanaliz: Zizek, Kovel ve Laing

3. Psikanalitik Pratiğe Politik Bir Bakış: Kovel ve Laing …

3.1. Kuram – Terapi İlişkisi ve Terapinin Politik İşlevi

3. Psikanalitik Pratiğe Politik Bir Bakış: Kovel ve Laing

ileri sürmüştür43. Bruer ile yazdığı ‘Histeri Üzerine İncelemeler’ adlı eserinde terapinin öneminden bahsetmek uğruna ne terapiyi aşırı yüceltmiş ne de kuramını göz ardı etmiştir. ‘Talihin kişinin sıkıntılarını ortadan kaldırmasının daha kolay olacağından hiç kuşku duymuyorum, ama göreceksiniz ki histerik derdinizi gündelik mutsuzluğa dönüştürmekte başarılı olursak, çok şey kazanacaksınız.’ ifadesiyle de terapinin sınırlarını net bir şekilde ortaya koymuştur (a.g.e: 153). Psikanaliz, kendisini bir terapi olarak zorunlu kılan özgürlüksüz bir toplumun kuramıdır ve kuramın da terapiye indirgenmesi, elde edilen kazançlar bağlamında kuramın yok sayılması psikanalizi salt tıbbi bir uygulamaya dönüştürecektir. Freud’un en büyük çekincesi psikanalizin tıp tarafından yutulması, sulandırılmış bir tedavi yöntemine dönüştürülmesi, psikiyatristler tarafından salt terapötik gereksinimlere indirgenmesiydi. Terapi amacıyla kullanım tabii ki küçümsenemezdi ancak Freud için asıl önemli olan psikanalizin içerdiği hakikatti. Freud bilinçdışına yer etmiş nevrozların tamamen iyileştirilmesinin imkansızlığına dikkat çekerken, bireysel terapiyi iktidarsızlığa düşüren toplumsal koşulların fazlasıyla bilincindeydi.

Nevrozlar, acımasız toplumsal gerçekliğe bir tepki niteliğinde olduğundan, terapistlerin iyileştirmeyi amaçlaması boşunadır. Terapist, kendisini sağlık konusundaki fanatik tarafla sınırlamamalı, kimi zaman üzerine gittiği hastalığın tarafını tutmalıdır. Özgür olmayan bir toplumda psikanalitik terapinin bu ironisi, onun olanaksız olduğunda olanaklılık kazanmasına işarettir. Sağlıksız bir çevrede iyileştirmek, toplumsal gerçekliğin yeniden düzenlenmesini gerektirir (a.g.e:156–

157). Bu durumda Freud için terapinin sınırları ve yapabilecekleri bellidir; gerçek

43 Freud’un kuram ve terapiye dair çelişkilerine, eserlerinde satır aralarında rastlamak mümkünse de, genel olarak dostlarına yazdığı mektuplarında bu konudaki düşüncelerine yer verir. Bu mektupların

çözümler salt bireysel ölçekte pek mümkün gözükmemekte, bu çözümlerin toplumsal ölçekte hayat bulması gerekmektedir.

Psikanalitik klinik faaliyetin zaman içerisindeki görünümüne ve toplumsal yaşam içerisindeki yerine bakacak olursak, ilk başta çok dar bir çevrede başlayan, yadırganan ve izole edilen psikanaliz zamanla oldukça sağlam bir yer edinmiştir.

1920’ler ve 30’lardan itibaren psikiyatri camiası içerisinde önemli bir yer edinen ve yöntemi benimsenen psikanaliz, 50’li yıllarda egemen klinik pratik haline gelmiştir.

Bu psikanaliz yönteminin kabul görmesi ve uygulanabilmesi açısından önemli bir gelişme olsa da Freud’un endişesinin gerçekleştiği, psikanalizin tıbbi bir pratik olarak düşünüldüğü sürece denk düşer. 70’lerden sonra tıp dışı disiplinlerle beslenen psikanaliz, farklı klinik pratiklere yelken açsa da yer yer psikiyatristlerin ağırlığı bu gelenek içerisinde kendini hissettirmektedir (Paker,2008:95).

Psikanaliz, ilk dönemlerinde sadece Batı toplumunda gelişmekte ve Batı toplumunun da oldukça sınırlı bir kısmıyla, üst sınıfla ilgilenmektedir. Haftada 5 – 6 kez gidilmesi gereken pahalı seanslardan oluşan bir klinik faaliyet olmasından ötürü, sadece üst sınıfın ruhsal rahatsızlıklarını temel alan bir pratik haline gelmiştir.

Zamanla tıp kurumu içerisinde, hastanelerde ve kliniklerde çalışan psikiyatristler tarafından yaygınlaştırılmasıyla birlikte klinik faaliyet çok daha ucuza ya da ücretsiz olarak geniş bir kesime hizmet vermeye başlamıştır; bu durum şüphesiz ki sadece üst sınıfa hizmet eden psikanalitik faaliyetten başta toplumsal profili ile ayrılmaktadır (Paker,2008:95–96). Farklılık sadece psikanalitik terapinin uygulandığı sınıfla ya da toplumsal profille ilgili değil, psikopatolojilerle de ilgili olmaya başlamıştır.

Psikanaliz, bir kuram olarak varlığını ve gücünü sürdürüyordu ama uygulamalar Freud’un tanımlamış olduğu zeminden farklı yönlere kaymış, psikanaliz adı altında

çeşitli uygulamaların sürdürüldüğü bir kargaşa yaşanmaya başlamıştır (Geçtan,2009:25). Bu değişmeye şu açıdan da bakılabilir; ilk kuşak psikanalistler daha çok nevrozlarla ilgilenirken, zamanla psikanalitik faaliyetin kamu hastanelerine girmesiyle daha farklı düzeyde psikozlarla ilgilenilmeye başlanmıştır. Bu durumun doğurduğu ihtiyaç, Freudcu teorik çerçevede ciddi revizyonlar gerektiriyordu. 1950-60’lı yıllarda biyolojik psikiyatrinin gelişmesi, davranışçı terapi ekolleri, bilişsel terapi ekollerinin ortaya çıkmasıyla, psikanalizin kurumsal taşıyıcılığını üstlenen enstitüler içe kapanma eğilimine girmiş, bir tür muhafazakarlaşma yaşamıştır.

Psikanaliz içinden başka bir eğilim de yeni gelişmelere ayak uydurmak açısından diğer alanlarla temasa geçmiştir. Şu anda uygulanan psikanaliz ya da psikanalitik terapi Freud’un zamanından oldukça farklıdır. Özellikle 21. yüzyılda psikanalizle psikanalitik terapiler arasındaki kategorik ayrımın giderek yok olmaya başlaması daha görünür hale gelmiştir (Paker,2008:100–106). Özellikle sınır vakalar olarak adlandırılan durumlarda psiko-analiz pek işe yaramamakta, psikolojik destekle ilaç tedavisi, kritik durumlarda hastaneye yatırılma gibi yöntemler uygulanmaktadır.

Psikanalizden ise bir içgörü kazanmak, bilinçdışı süreçlerin bizi nasıl etkilediğini tanımlamak, kişilerin kendilerini daha iyi anlamaları ve tedavi gibi durumlar için söz edebiliriz. Bugün biyolojik psikiyatriye eğilim daha geniştir. Bazı psikanalistler aynı zamanda psikanalitik yöntemli psikoterapi de yapmaktadırlar. Bazı psikanalistler ise klasik psikanalizi ve psikanalitik yöntemli psikoterapiyi birbirlerinden ayırt etmemektedirler. Psikoterapide, bir içgörü kazanmaktan öte, bir aktif iradenin ortaya çıkarılmasından bahsedebiliriz.44

44 Psikanalizden türeyen psikoterapiler konusunda daha ayrıntılı bilgi için bkz. S. M. Tura (2000:149–

Son elli yılda önem kazanan ve yirminci yüzyıl insanının kendine özgü çelişkilerini ele aldığını noktasında kendini temellendiren bir akım olarak varoluşçu psikanaliz (psikiyatri) göze çarpmaktadır. Avrupa, yirminci yüzyılın ilk yarısının büyük bölümünü savaş, bunalım ve ekonomik bir kargaşa ile geçirmiştir. Bu zorlamalara eşlik eden, toplumu merkez alan ekonomik, politik akımlar insana bakış açısını da değiştirmiştir. Evrenin ölçülemez boyutlarını kanıtlayan yeni buluşlar karşısında her bir insana düşen zaman ve yer payının önemsizliği bireyin değerini neredeyse bir hiçe indirgemiştir. Başka bir deyişle, insan doğanın egemenliğinden kurtulmak için teknolojiyi geliştirmiş ancak bu sefer de kendi yarattığının tutsağı olmuştur; dünya içindeki yerini ve kimliğinin değerini yitirmiştir. Bu değişimler karşısında, dünyanın çeşitli yerlerindeki psikoterapistler, yardım için kendilerine başvuranların, Freud’un zamanında rastlanıldığı gibi histeri vb. durumlarla değil, yalnızlık, yabancılaşma, toplumdan soyutlanma gibi şikayetlerle gelmekte olduklarını gözlediler. O güne kadar Batı düşüncesine egemen olan kuramların bu türden yakınmaları anlamada yetersiz kaldığı gözlenmiş ve insanı anlamada onu doğadaki bir obje gibi ele almak değil, kendi varoluşunu algılayabilen ve kendi seçtiği amaçlara istediği yoldan ulaşabilen canlılar olarak incelemek gerekiyordu.

İnsanın varoluşunda bir neden – sonuç ilişkisi yoktur; insan sürekli olarak olmakta ve gelişmekte olan bir olgudur (Geçtan,2008:297–304).

Varoluşçu psikiyatrinin, bir tepkiyi içerdiğini düşünecek olursak günümüzde psikoterapinin durduğu nokta oldukça önemlidir45. Kuramdaki gelişmeler ve

45 Psikanaliz, psikiyatri ve psikoterapi kavramlarıyla temelde bir faklılık içerse de, daha önce belirttiğimiz gibi, uygulamada psikanalizin temel kavramları ve yöntemlerinden türeyen terapiler mevcuttur ve günümüzde ikisi birbirinden ayrı şeyler olarak ifade edilmekten oldukça uzaktır.

Psikiyatri derneklerinin üyelerinin büyük kısmı psikanalisttir ve psikanaliz şüphesiz tüm terapiler için bir başlangıç noktası teşkil etmektedir. Bu çalışma bir psikiyatri bilimi incelemesi olmadığı için,

psikoterapide uygulanan yöntemler, psikanalizi toplumsal düzene bir uyum aracı haline getirmiş, ona ideolojik bir nitelik vermişti. Lacan, bu gelişmenin baş sorumlusu olarak Anna Freud’u görüyordu; gerçekten de Anna Freud, geliştirdiği savunma mekanizmaları kuramıyla psikanalizi, temel amacı toplumsal uyumsuzluk eğilimlerini gidermek ve kişiyi sağlıklı kılmak olan bir disiplin statüsüne sokmuştu.

Kişi toplumsal baskının altında eziliyorsa psikanalist araya girerek kişinin savunma mekanizmalarını güçlendirecek, onu sağlığına kavuşturacaktı. Bu yaklaşım toplumsal gerçeklikle ve örneğin kapitalizmle olan ilişkiyi tamamen görmezden geliyor, Lacan’ın deyimiyle bir ‘Amerikan psikanalizi’ haline getirilen yöntem, uyum kuramı şekline bürünüyordu. Althusser, aynı bağlamda, büyük kapitalist şirketlerde işçilerle idare arasında çıkacak sorunların nasıl çözüleceğine dair yöneticilere verilen eğitimin, psikanalitik kürle benzerliğine işaret eder. Bu durumda psikanalizde, insanları salt bir fiziki emek gücüne indirgeyen üretim ilişkilerini değiştirmek değil de işçiyi değiştirmek, onun savunma mekanizmalarını güçlendirmek temel ilke oluyordu; bu durum psikanalizi kapitalizmle bütünleştiren ve tutucu bir kuram haline getiren temel unsur oluyordu (Timur,2007:145–146). Bunun dışında, Freud’un bıraktığı yerden değişimler geçirerek günümüzdeki sorunlara cevap verecek niteliğe dönüştürüldüğü iddia edilen psikoterapi, kapitalizmle bir başka açıdan daha işbirliği yapmak durumundadır; uluslar arası ilaç endüstrisi. Freud, bugün yaşıyor olsaydı dev ilaç endüstrileriyle rekabete giremezdi belki ancak yapılan araştırmalar Amerika’da halkın farkına varmadan Freudland’dan Prozacistan’a sessizce göç ettiklerinden bahsediyor. Freudland uygar bir ülke, Prozacistan huzurlu. Freud’un amacı nevrotik

metnin ilerleyen bölümlerinde, psikanalitik terapi, psikoterapi, psikiyatri kavramları, aksi

acıları sıradan mutsuzluğa dönüştürmek; Prozacistan ise bundan çok daha ötesini gerçekleştirdiğini iddia ediyor (Geçtan,2009:128).

Birey üzerinden çalışmalarını yürüten ruh sağlığı profesyonellerinin sıkça karşılaştığı ve toplumsal ütopyalar için vazgeçilmez bir öneme sahip olan konu, toplumların ruh sağlığının bozulup bozulmadığı yani analizan koltuğuna toplumları da yatırıp yatıramayacağımızdır. Bu konudaki en önemli çalışma, Vamık Volkan’a aittir. Volkan'a göre, büyük grup psikolojisi bir büyük çadıra benzetilebilir.

Kimliğimiz, iki katlı bir giysidir; birinci katta bireysel kimliğimiz, ikinci katta ise etnik kimliğimiz yani duygusal olarak bağlı olduğumuz büyük grup kimliğimiz bulunur. Çadırın direği, liderdir. Grup üyeleri özellikle ortak paylaşılan kaygı zamanlarında çadır direğinin etrafında toplanırlar ve çadırın kanvasında ortaya çıkan yırtıkları yamamak için gerekirse şiddet dolu toplu davranışlar geliştirebilirler.

Volkan, bireysel yas süreci üstüne fikirlerini çok büyük bir maharetle büyük grupların psikolojilerine aktarmakta da zorlanmaz: Birey ya da aileler gibi, büyük gruplar da yas tutarlar. Kolektif kayıpların ve yenilgilerin anıları, bilinçdışı bir biçimde nesilden nesile de geçerler. Ona göre ağır kolektif felaketler, ne kadar aşağılayıcı olursa olsun grup içindeki bireylerin birbirine bağlanmalarına hizmet eder ve paradoksal olarak onların benlik saygılarını arttırır ve atalarının aşağılanmalarını tersine çevirmek için harekete geçirir. Volkan, bir grubun atalarının başına gelen bir felaketin kolektif anılarını tanımlamak için "seçilmiş travma" kavramını kullanır.

Açıkça ifade etmese de toplumların zaman zaman hastalanabileceklerini ima eder.

Ama kabul edilmeli ki bunlar henüz bilimsellikleri ortaya konmamış oldukça tartışmalı konulardır. Politik paranoyaya dair incelemelerde ise toplumun hastalanabileceği açıkça kabul edilir. Danışman yazarlar, kötü bir indirgemecilikle

bireylerde görülen bir hastalık olan paranoya hakkında bilgiyi bazı politik liderlere ve toplumlara uygulamaya koyulurlar. Her türlü suçu büyük şeytan Amerika'ya bağlayan İranlılar, bir kuşatılma zihniyeti içinde kıvranan İsrailliler, ABD'ye karşı abartılı korkular taşıyan Meksikalılar, Afrika kökenli Amerikalılar arasında yaygın beyaz düşmanlığı ve komplo kuşkusu... Bu örnekler, çarpıcı biçimde ve fazlaca bir teorik kaygı taşımaksızın "politik paranoya" adı altında sunulur. Bu çalışmalara göre her kültürde hiçbir zaman tamamen uyumayan ve ne zaman ortaya çıkacağı belli olmayan paranoid unsurlar vardır ve hiçbir zaman ortadan kaldırılamayacak olan politik paranoyayı bir nefret psikolojisinin politikası haline dönüştürmemek için çaba sarf edilmelidir. Bireysel psikolojiden elde edilen bilgilerin toplumlara bu şekilde uygulanması şüphesiz indirgemecilik tehlikesiyle yüz yüzedir ve üzerinde çalışmalar yürütülmüş bilimsel bir gerçeklik değildir(Göka,2001).