• Sonuç bulunamadı

Siyasal Kültürün Yeniden Sınıflandırılması: Bireyci-Katılımcı

2.2. Siyasal Kültürün Sınıflandırılması ve İnsan Hakları Anlayışı ile İlişkisi

2.2.2. Geleneksel Siyasal Kültür Türleri ve Yeni Bir Sınıflandırma

2.2.2.2. Siyasal Kültürün Yeniden Sınıflandırılması: Bireyci-Katılımcı

110

Siyasal kültürlerinin yeniden sınıflandırmasından önce, bu beş siyasal kültürün genel hatlarıyla özetlenmesinin gerekçesi ise siyasal kültürü etkileyen asli ve tali unsurların bu örnekler (ve dünyanın geriye kalanıyla kurduğumuz benzerlikler) aracılığıyla belirlenebilmesidir. Almond ve Verba’nın çalışması bizlere göstermiştir ki, tarihsel süreçler devletlerin siyasal kültürlerinde kimi kalıcı etkiler bırakmaktadır. İlerleyen dönemlerde devam eden sosyal öğrenme süreçlerine rağmen, devletlerin siyasal kültürlerinde arkaik, ilkel yönelimler gözlemlenebilmektedir. Sonuç itibariyle tarihsel deneyimlerin etkisiyle yönetime karşı güvensizlik taşıyan halkların tebaa yetkinlikleri zayıflamakta ve bu durum bazen geçmişten dersler çıkarılarak, vatandaş yetkinliğini güçlendiren kurumların işlevsel hale getirilmesi sürecini (ABD örneği) doğurmaktadır. Ancak kimi zaman da vatandaşın siyasete etkisini yadsıyan kurumsal yapılar sonucu, devletler halk desteğini yitirmektedir (Meksika örneği).

2.2.2.2. Siyasal Kültürün Yeniden Sınıflandırılması: Bireyci-Katılımcı Siyasal Kültür ve Toplulukçu-Tebaa Siyasal Kültürü

Siyasal kültür çalışmaları temelde bir toplum ya da grubun kökleşmiş ancak çoğu zaman açıkça ifade edilmemiş değerlerini, duygularını, inançlarını anlama ve buna göre siyasal kültür türlerini sınıflandırma çabası ile ilişkilidir. 1950’lerdeki Davranışsalcılık okulunun pozitivist-olgucu çalışmalarının yerini zamanla psikolojik ve antropolojik veriler ışığında tarihsel sosyoloji çalışmaları almış olmakla birlikte siyasal kültür, Platon’dan, Tocqueville’den başlanarak her dönemde farklı yönleriyle çalışılmış popüler bir konu olmuştur.

Modern siyasal kültür çalışmaları ise XX. yüzyılda neden totaliter rejimlerin (Rusya, Almanya, İtalya) yükselişe geçtiğini anlamak üzere yola çıkmış ve siyasal katılım düzeyinin temel gerekçelerini tespit eden çeşitli açıklamalar getirmiştir. Örneğin çalışmalarında Nazi Almanya’sının yükselişine odaklanan Banfield, güney İtalya’daki bireylerin yoksulluk içerisinde yaşaması nedeniyle aile dışındaki her türlü ortaklığa/birliğe güvensiz yaklaştıklarını tespit etmiştir.282 Dolayısıyla belirli bir toplumu temelden sarsan her türlü tarihsel faktörün o toplumun siyasal kültürüne belirli bir yansıması olduğu iddia edilmektedir.

282 Edward C. Banfield, The Moral Basis of Backward Society, Free Press,1958.

111

Öte yandan siyasal kültür çalışmaları konusundaki kült eser ise Almond ve Verba’nın çalışması olarak kabul edilmiş ve siyasal kültür türleri, daha sonraki çalışmalarca Almond ve Verba’nın çalışmasına referansla açıklanmıştır. Ancak ilerleyen yıllarda yapılan çalışmalardan bazıları, bu beş ülkenin kısa zamanda çok sayıda değişim yaşamasına, nitekim bu nedenle de söz konusu siyasal kültürlerin durağan/sabit kalmamasına odaklanarak, Almond ve Verba’nın çalışmasında ulaşılmış olan genellemelerin kısa zamanda geçersiz hale geldiğini öne sürmüştür.283 Bu durum fikrimizce, yukarıda da bahsetmiş olduğumuz üzere, sosyal bilimlerin istatistiki veriler ile açıklanmasından kaynaklanmaktadır. Zira siyasal kültürler daimi bir dönüşüm süreci içerisinde bulunduklarından, aynı çalışmanın farklı zaman dilimlerinde yürütülmesi durumunda başkalaşan sonuçlara ulaşılacaktır. Ancak bu durum, yapılan ilk çalışmanın geçersiz ya da anlamsız olduğu anlamına gelmeyecek, yalnızca ilk çalışmadan elde edilen bulguların kısa zaman içerisinde dönüşebilir olduğunu bizlere gösterecektir. Bu nedenle çalışmamız Almond ve Verba’nın çalışmasını esas alsa da, siyasal kültürün daimi dönüşüm süreci içerisinde bulunduğunu ve siyasal kültürün hem asli hem de (sosyal öğrenme süresi neticesinde evrimleşen) tali yönlerinin bulunduğunu ayrıca vurgulamıştır.

Fakat çalışmamızda farklı görüşlere yer vermek adına, Almond ve Verba’nın çalışmasına getirilen eleştiriler de kısaca özetlenecektir. Örneğin Amerikalı siyaset bilimci Putnam, Batı Almanya’nın geliştirdiği ekonomik, sosyal ve siyasal politikaları gözlemlediğinde, bu politikaların Alman vatandaşlarının demokrasiyi içselleştirmesini kolaylaştıracak şekilde oluşturulduğunu tespit etmiştir.284 Ayrıca Putnam, İngiliz halkının tebaa siyasal kültür yönelimlerinin zamanla azalma eğiliminde olduğunu ve bu nedenle de, devlet politikaları hakkında daha şüpheci eğilimlerin doğduğunu öne sürmüştür. Amerikalıların ise siyasete katılma ve vatandaş grupları oluşturarak politika yapım/oluşum süreçlerini etkileme eğilimlerinin zamanla zayıfladığını öne sürülmüştür. Bu tespitler fikrimizce siyasal kültürlerin, asli ve tali unsurları ile bir arada düşünülmesi gereken, dönüşümsel yapılar olduğunu gözler önüne sermektedir.

Ayrıca yukarıda Tayvan örneğinde de ifade ettiğimiz üzere, değişim her zaman siyasal kültürdeki değişimin siyasal yapıyı dönüştürmesi şeklinde gerçekleşmez. Kimi zaman

283 Ayrıca bkz. Gabriel A. Almond, Arend Lijphard v.d., The Civic Culture Revisited, Derleyen: Gabriel Almond ve Sidney Verba, California: SAGE Publications, 1980.

284 Robert D. Putnam, Bowling Alone: The Collapse and Revival of American Community, New York:

Simon & Schuster Paperbacks, 2001.

112

siyasi yapılardaki değişimler de siyasal kültürü/ değerleri kısa zamanda değiştirebilmektedir. Dolayısıyla Almond ve Verba’nın çalışmasını temelde “kültürel determinizm” ilkesine dayanması nedeniyle de eleştirmek mümkündür. Zira siyasal kültürü yalnızca vatandaşların siyasal sisteme katılım istekliliği ve düzeyi üzerinden neden-sonuç ilişkisi içerisinde açıklamanın hatalı yanları bulunmaktadır. Bu nedenle fikrimizce siyasal kültür çalışmalarında gözetilmesi gereken iki temel husus söz konusudur. Bunlar:

(i) siyasal kültürler, daimi bir dönüşüm sürecinde bulunan yapılardır, (ii) siyasal kültür ve siyasal yapı arasında ilişki bir alt yapı-üst yapı ilişkisi

değil, karışıklı (çift yönlü) bir etkileşim ilişkisidir.

Almond ve Verba ülke incelemeleri incelendiğinde biri (i) “katılımcı siyasal kültür”

diğeri (ii) “tebaa siyasal kültürü” olmak üzere temelde iki ana siyasal kültür sınıfına ulaşmış olduğu gözlenmektedir. Ayrıca bu çalışma, bir ülkenin siyasal kültürünün irdelenmesi aşamasında odaklanılması gerekilen biri (i)“vatandaş yetkinliği”, diğeri (ii) “tebaa yetkinliği” olmak üzere iki önemli kıstas tanımlamıştır.

Bu noktada çalışmamız, Almond ve Verba’nın çalışmasına dâhil etmediği coğrafyalarda (Asya, Afrika, gibi) yer alan ülkelerin de yine aynı kıstaslara bağlı bir şekilde analiz edilebilecekleri iddiasını taşımaktadır. Bu nedenle çalışmadaki ülkeler ile dünyanın geri kalanı arasında benzerlikler ve farklılıklar vurgulanmış, ayrıca Hofstede’nin kültürel değerler çalışması esas alınarak baskın kültürel özelliklere istinaden, genel bir dünya haritasına ulaşılmaya çalışılmıştır. Öte yandan siyasal kültürün kapsamlı analizi için yalnızca bireylerin siyasal kurumlar karşısındaki konum, algı ve etki gücünü değerlendirmek yeterli görülmemekte, çok sayıda faktörün etkisinin değerlendirildiği, kapsamlı bir analizin gerekli olduğu öne sürülmektedir. Bu bağlamda, evrensellik idealini esas alan bir dönüşümün mümkün olup olmadığının sorgulanmasına ihtiyaç vardır.

Bir arada değerlendirilmesi gerektiği düşünülen faktörler ise:

(i) devletin sahip olduğu primordiyal (başlangıçtan beri var olan, ezeli) tarihsel özellikleri (ya da asli siyasal kültür unsurları),

(ii) o ülkede zamanla oluşan siyasal kurumların ve hukukun yapısı,

113

(iii) uluslararası toplumun etkisi altında daimi surette devam eden sosyal öğrenme/uyum/sosyalizasyon sürecidir.

Ancak bu noktada belirtilmesi gerekir ki, ne kadar kapsamlı bir analiz yapılmış olursa olsun, uzun süre boyunca geçerli olacak genel-geçer bir siyasal kültür sınıflandırması yapmak pek mümkün görünmemektedir. Zira sosyalizasyon süreci, küreselleşmenin etkisiyle hiç olmadığı kadar hız kazanmış durumdadır. Bunun dışında öngörülemeyecek birçok müdahaleci faktör de eş zamanlı bir biçimde devletlerin siyasal kültürlerine tesir etmektedir. Dolayısıyla, yapılan sınıflandırmalar, bizlere daha ziyade anlık resmi vermekte ve genel-geçer olmayan, kısmı genellemelere ulaşmamıza neden olmaktadır.

Öte yandan Almond ve Verba’nın sınıflandırmasını, kültürel değerler açısından ülkelerin değişen oranda toplulukçu ya da bireyci özellikler taşıdığını belirten Hofstede’nin çalışmasıyla bir arada düşünmek mümkündür. Zira fikrimizce bireyci (individualist) bir ulusal kültürün geliştiği toplumlarda, siyasal kültür daha ziyade katılımcı siyasal kültür özellikleri taşırken, toplulukçu (kolektivist) bir ulusal kültürün hâkim olduğu toplumlarda ise tebaa siyasal kültürü eğilimleri ağır basmaktadır.

Dolayısıyla çalışmamız, siyasal kültür türlerini temelde: (i) bireyci-katılımcı siyasal kültür ve (ii) toplulukçu-tebaa siyasal kültürü olarak sınıflandırmanın doğru olacağı kanaatindedir.

Ayrıca içinde yaşadığımız yüzyıldaki küreselleşme hızı düşünülerek, yerel siyasal kültür yönelimlerinin azalma eğilimi gösterdiği iddia edilmiştir. Yanı sıra, her bir ülkede farklı siyasal kültür türlerinin (bireyci-katılımcı siyasal kültür, toplulukçu-tebaa siyasal kültürü ve yerel siyasal kültür gibi) aynı anda ve değişen oranlarda mevcut olduğu iddiası haklı bulunmuştur. Fakat temelde sosyal ve siyasal davranışı yönlendiren bilişsel süreçlerin, bireyci-katılımcı siyasal kültürde ve toplulukçu-tebaa siyasal kültüründe ana hatlarıyla birbirinden ayrıldığına odaklanılmıştır. Zira tarihsel süreçler, yönetim yapılarının dayalı olduğu felsefe ve gelenekler bakımından söz konusu siyasal kültürler birbirlerinden farklıdır. Bu farkı anlamak için ise belki de hikâyenin en başına gitmemiz gerekir.

Devlete/Leviathan’a neden ihtiyaç duyulduğunu açıklarken Hobbes, doğa halini herkesin herkes ile savaşı olarak görmüş ve doğa halinde barışın sağlanarak, yaşam hakkının korunmasının ise ancak Leviathan yoluyla mümkün olabileceğine inanmıştır.

114

Bir başka deyişle, doğa durumunda endemik bir şiddet durumu söz konusudur ve bu durumu aşmak için de rasyonel bireyler, kendi aralarında bir toplum sözleşmesi akdederek devleti var etmiştir.285

Ancak Fukuyama bu teze karşı çıkar. Zira bu tez açıkça olmasa da zımnen (üstü örtülü şekilde) toplum öncesi dönemde insanların izole bireyler olarak yaşamlarını sürdürdüğü öne sürmektedir. Oysaki insanlar, doğası gereği sosyal ve siyasal beceriler geliştiren varlıklardır ve toplumsal bağlar, modern insan doğmadan önce de akrabaya dayalı gruplarda kendisini göstermiştir.286 Hatta evrimsel biyoloji çalışmaları nepotizmin (akraba kayırmacılığının), yalnızca toplumsal değil biyolojik temellere dayalı, inkâr edilemez bir gerçeklik olduğunu açığa çıkarmıştır.287

Öte yandan akrabalık temelinde örgütlenen tüm toplumlarda zamanla kurallar daha karmaşık hale gelmeye başlamış ve buna bağlı olarak toplumların birçoğu devletler ve gayrişahsi yönetimler geliştirmişlerdir.288 Yakın dönemde ise halk egemenliği, hukukun üstünlüğü, demokrasi, hesap sorulabilirlik gibi normatif idealler ortaya çıkmış ve devletlerin meşruluk temeli, bu idealler olmuştur.

Fakat toplumların tarihsel süreçleri arasında ciddi farklılıklar söz konusudur. Bu farklılıklardan en açığı ise “mülkiyet hakkı” konusunda kendisini göstermiştir.

Marx’ın özel mülkiyeti ortadan kaldırmaya yönelik siyasetinden etkilenen komünist ve sosyalist rejimler, topraktan başlayarak tüm üretim araçlarını kamulaştırırlarken, ABD’nin kurucu babalarından sayılan devlet adamı James Madison, bireylerin eşitsiz mülkiyet edinme hakkının korunmasını hükümetin en önemli işlevlerinden biri olarak tanımlamıştır.289 Zira şahsi, devredilebilir, hukukça korunan, modern mülkiyet hakları Batı’da ekonomik kalkınmanın, sürdürülebilir üretimin, toplumsal refahın ve zenginliğin bir ön koşulu olarak kabul edilmiştir.290

Ayrıca tarıma geçilmesinin ardından ihtiyaçtan daha fazlası üretilebilmiş ve bu malları korumak üzere belirli bir savaşçı sınıf /ordu doğmuştur. Neticede savaşçı ahlak gelişmiş, kan dökerek kazanma şerefli sayılmıştır. Ancak XVII. ve XVIII. yüzyıllarda

285 Hobbes, 1651.

286 Fukuyama, 2016 s. 40,42, 98.

287 P.W. Sherman, “Nepotism and the Evolution of Alarm Calls”, Science, 1977, s. 1246-1253.

288 Fukuyama, 2016, s. 57.

289 James Madison, Federalist Papers No: 10, Erişim Tarihi: 12 Ekim 2019,

<https://billofrightsinstitute.org/founding-documents/primary-source-documents/the-federalist-papers/federalist-papers-no-10/>

290 Fukuyama, 2016, s. 78.

115

Avrupa’da burjuvazi sınıfı yükselişe geçtiğinde, savaşçı ahlak yerini iktisadi ahlaka bırakmıştır.291 Bu durum neticesinde ise kazanç sahibi ve üretken olmak esas hedef olmuş, bu hedefin zenginlik ve sürdürülebilir üretim için asli olduğu düşünülmüştür.

Mülkiyet haklarının gelişimi için uygun zemine ise bu süreç sonucunda ulaşılmıştır.

Avrupa tarihini inceleyen Tilly’e göre ise devletler savaşmakta ve bu savaşlar sonucunda, devlet kurulmaktadır.292 Zira savaşlar, halkın aynı ülkü uğruna motive olmasının ve ortak çıkarı üzerinde uzlaşmalarının bir sonucudur. Fakat Carneiro’ya göre, devletin kurulması sürecinde savaş geçerli bir koşul olsa da tek başına yeterli değildir. Zira kuşatmalar, coğrafi ve çevresel kimi faktörler de son derece etkilidir.293 Kimi devletlerde ise karizmatik otorite, Tanrı eliyle görevlendirilen lider rolü devletin kuruluşunda etkin olmuştur.294 Dolayısıyla devletlerin oluşum koşulları ve süreçleri birbirinden farklı olmakla beraber ve devletler, evrensel yapılar değillerdir. Örneğin Çin’in siyasal düzeni, coğrafyası, kültürü, liderlik anlayışı gibi kimi etmenlerle Avrupa’nın siyasal düzeninden oldukça farklı bir biçimde şekillenmiştir ve mülkiyet hakları zamanla görece gelişse de agnatik (soyun babaya dayandığı) sülale ve patrimonyal (ataerkil) kurumlar zarar görse de silinmemiştir.

Öte yandan tarihsel süreç incelendiğinde, Avrupa toplumunun daha ziyade bireyci özellikler sergilediği görülmektedir.295 Zira Avrupa’da doğum oranları oldukça düşük, evlenme yaşı ileridir. Bireyler, şahsi meselelerdeki kararları (evlenme, mülk edinme gibi) kendi başlarına almaktadırlar.

Soyun babaya dayandığı toplum yapılarında ise kadınlar, evlenerek yahut erkek evlat doğurarak yasal kimliğine erişirken, İngiliz kadınlar 1066 yılında mülkiyet hakkına sahip olmuşlardır. Ayrıca Konfüçyüsçü gelenekte ataya saygı kültürü gereği, ebeveyne bakma yükümlülüğü özellikle erkek evlatlara verilirken; Birleşik Krallık’ta 13.

yüzyılda çocuk ve ebeveynler arasında “bakım sözleşmeleri” mevcuttur. Ebeveynlerin sahip olduğu mirasları karşılığında evlatlar, ebeveynlerinin bakımını üstlenmişlerdir.

Kısacası Çin’de, Orta Doğu’da, Hindistan’da hala görülmekte olan agnatik sülaleler,

291 Fukuyama, 2016, s. 85.

292 Charles Tilly, Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu, Çeviren: Kudret Emiroğlu, Ankara:

İmge Kitabevi, 2001.

293 Robert L. Carneiro, “A Theory of the Origin of the State”, Science, 1970, s. 733-738; Fukuyama, 2016, s. 95.

294 Fukuyama, 2016, s. 95-97.

295 Fukuyama, 2016, s. 225-229.

116

Avrupa’da çok uzun zaman önce kaybolmuş ve toplumsal dayanışmaya öncelik veren, toplulukçu nitelik arz eden bir toplum yapısı yerine özgürlüklere öncelik veren bireyci bir toplum yapısı oluşmuştur.

Ayrıca Batı’da, modern çağda, kapitalist devrim öncesinde, bilişsel devrim gerçekleşerek, modern üniversiteler kurulmuş, bilimsel yöntemler kullanılmış, teknolojik yeniliklerden kaynaklı zenginlik doğmuş ve insanları üretmeye iten mülkiyet hakkı kavramı ortaya çıkmıştır.296 Dolayısıyla modern toplumlar, mülkiyetin akrabalık yükümlülüklerine bağlı olduğu bir yapı yerine eşitlikçi, liyakate dayalı, bireyci, rasyonel bir otorite ve piyasa ekonomisi ile yapılandırılmıştır.297

Sonuç itibariyle, siyasi düzenin kökenine indiğimizde görülmüştür ki: devletleşme süreci, farklı faktörlerin bir arada etkin olduğu, karmaşık bir süreç olsa da temelde bireycilik ya da toplulukçuluk eksenli bir seyir izlemiştir. Bireyci toplum yapısında bireyler, devlet karşısında hak iddia edebilen aktörlere dönüşmüş, bireylerin mülkiyet hakkı başta olmak üzere belirli temel haklara sahip oldukları fikri doğmuştur. Bireyci kültürün aktör odağı, devlet yerine birey olduğundan bu kültür tipi, katılımcı siyasal kültürle ilişkilendirilirken, güçlü devlet ve toplumsal dayanışma vurgusuna dayanan toplulukçu kültürler ise tebaa siyasal kültürü ile ilişkilendirilmiştir.

Sonuç olarak çalışmamız, Hofstede’nin bireyci ve toplulukçu kültür kavramlarının, Almond ve Verba’nın katılımcı siyasal kültür ve tebaa siyasal kültürü kavramlarıyla bir arada düşünülmesinin uygun olacağını değerlendirmiş ve siyasal kültürlerin temelde (i) bireyci-katılımcı siyasal kültür ve (ii) toplulukçu-tebaa siyasal kültürü eksenlerinde açıklanabileceğini öne sürmüştür.