• Sonuç bulunamadı

2.2. Görsel-İşitsel Kaynak Olarak Dizi/Filmler

2.2.1. Sinema ve Filmlerin Ortaya Çıkışı

1843’te İstanbul’da gerçekleştirilen sirk gösterisi esnasında yeni bir buluş seyirci ile tanıştırılmıştır. Bu buluş, cisimlerin ekrana aktarımını sağlayan Microscope Solaire’dir. 1855'de hareketli görüntülerin sunuma çıkarıldığı Cosmoorama gösterisi yapılmıştır. 1877-80'li yıllarda sinema alanına en mühim katkıyı Edward Muybridge yapmıştır. 1872'de büyük bir emekle gerçekleştirdiği

30

"Dörtnala Koşan Atlar" çalışmasını kendi bulduğu alete yansıtmayı başarmıştır. Fotoğrafların arka arkaya gösterimiyle olan bu çalışmayı Lumiere'de yaparak sinemanın gelişim sürecine katkı sağlamıştır. 1882'de Doublier 40 adet fotoğraftan oluşan çalışmasını Lantern Magic denen alet ile sunmuştur. 1885'de Louis Thierry Türkiye'nin çeşmelerine de yer verdiği 20 fotoğraflık çalışmasını Diaphanorama gösterisinde halka sunmuştur (Evren, 2014, s. 13, Bazin, 2000, s. 23-24).

Sinema sanatının gelişiminde birçok bilim adamının katkısı vardır. Görüntüleri üç boyutlu halde gösteren "Stereoskop" isimli aletin bulunmasının ardından Edison, görüntüleri hareket halinde gösteren "Kinetoskop" isimli aleti icat etmiştir. Demenay'ın konuşma özelliği katılmış porteleri, E. Reynaud ve Melies'in görüntülere renk katma çabaları gibi sinemaya dair atılan her adım, sinemanın gelişiminde önemli bir yere sahiptir (Bazin, 2000, s.26-27). Sinemanın gelişiminde Bernarn Polissy gibi şahsi mobilyalarını yakarak görüntü elde etmeye çalışan sinema tutkunlarının payı büyüktür. Bu girişim her ne kadar sinemaya katkı sağlamasa da, bu tür tutkular sinemanın gelişimde önemli rol oynamıştır (Bazin, 2000, s. 29). Louis ve Auguste Lumiere Kardeşler ise "Cinematograph" denen aleti icat etmişlerdir. Cinematograph’un kineskop’tan farkı ise görüntüyü tek tek izletmek yerine duvara yansıtma özelliğinden ötürü geniş kesimlere toplu halde seyrettirme imkânına sahip olmasıdır. Bu aygıtın bulunması sinemanın gelişiminde dönüm noktası olmuştur (Güral, 2013, s. 3).

Lumiere Kardeşler'in Paris Grand Cafe'de 28 Aralık 1895 tarihinde Cinematograph’a yansıttıkları ilk kısa filmleri "Lumiere Fabrikasından Çıkan İşçiler" ve "Trenin La Ciotat Garına Girişi’dir. Seyirciler ilk kez istasyona gelen bir trenin filmini gördüklerinde, söylentilere göre sahneyi fazla gerçekçi bulmuşlar ve bu büyük lokomotifin ekrandan fırlayıp onları ezmesinden korkmuşlardır. Bu filmler aynı zamanda belgesel tarzında yapılan konusuz filmlerdir. İlk konulu bilim kurgu filmi ise "Ay’a Seyehat"tir. Söz konusu film, Georges Melies 1902'de H.G. Wells’in "Ay’daki İlk Adam" ve Jules Verne’nin "Dünya’dan Ay’a" isimli eserlerinden esinlenerek çekilmiştir. Bu filmle sinemaya düş gücü eklemlenmiştir. Böylece sinema serüveni başlamış, kısa sürede dünya çapında çekilen film sayısı hızla

31

artmıştır. Melies'in konulu film çekmesinin ardından 1900 yılında kurulan Pathe Firması da konulu filmler üzerine yoğunlaşmış ve "Faust” ve “Seville Berberi" gibi yapıtları ortaya koymuştur. Max Linder ise komedi film türünde ilk adımı atmıştır. 1896'larda İstanbul'da fotoğrafçılıkla uğraşan Thedodor Vafiadis sinemayı Türkiye’ye tanıtmak amacıyla Lumiere Kardeşler’den sinema aygıtını satın almak istemişse de tek numunesi olan bu aygıtı satın alamamıştır (Evren, 2014, s. 16, Mccabe, 2005, s. 3, Güral, 2013, s. 3-4).

Türkiye’de ilk sinema gösterimi 10 Aralık 1896 tarihinde İzmir Apollon Salonu'nda yapılmıştır. Gösteri, cinamatoğraf ile hareketli nesnelerin olduğu oyunların beyaz perdeye yansıtılması şeklinde gerçekleşmiştir. Bu tarihten iki gün sonra İstanbul’da cinematograf ile yansıtılan filmler gösterime girmiştir (Evren, 2014, s. 22).

Cinematograf ile çekilen ilk gösteri, İstanbul Yıldız Sarayı’nda padişaha ve saray ahalisine sunulmuştur. Bu gösteri, II. Abdülhamit tarafından her yıl Fransa’daki yenilikleri saraya tanıtmakla görevlendirilen Victor Berttrand tarafından yapılmıştır. Ardından 12 Aralık 1896'da İstanbul Pera (Beyoğlu) Sponeck Birahanesi'nde D. Henri tarafından halka sunulmuştur. Burada insanlar sırasıyla asker töreninde askerlerin ve insan topluluğunun yürüyüşleri, trenin gara gelip durması ve yolcuların treni boşaltmaları, örümceği gören adamın onu uzaklaştırma çabası, resim yapan bir ressamın kaybolup tekrar belirmesi gibi filmleri seyretmişlerdir (Scognamillo, 2010, s. 15, Evren, 2014, s. 17). Bu filmlerin uzunluğu 5 dakikayı geçmediği için, 10-12 film art arda gösterime girmiştir. Filmlerin kısa süreli olmasının başlıca nedenleri; senaryonun amatörce yazılması, teknik eksiklikler ve malzemelerin pahalı oluşudur. Cinematografın hızla yayılmasıyla birlikte insanları güldürüp duygulandıran, hayata dair dersler veren ortaoyunu, meddah, karagöz ve tiyatro gibi geleneksel oyunlara rağbet azalmıştır (Hakan, 2012, s.17).

II. Meşrutiyet’in ilanına kadar sinema gösterileri kıraathane, tiyatro salonları, geleneksel oyunların yapıldığı yer veya saray gibi farklı mekânlarda gösterilmiştir. Meşrutiyet’in ilanıyla beraber Sigmund Weinberg, İstanbul Tepebaşı’nda Türkiye’nin ilk sürekli sinema salonu olan Pathe Sineması’nı açmıştır. Pathe

32

Sineması zamanla Anfi, Asri ve Ses isimlerini almış ve filmlerini gösterime sunmak suretiyle faaliyetini sürdürmüştür (Özön, 2010, s. 38-39).

Henri, Weinberg ve Cambon gibi isimler bu dönemde sinema alanında önemli çalışmalar yapmışlardır. İlk başta halka sinemayı tanıtmayı amaçlayarak makinelerle getirdikleri filmleri halka sunmuşlardır. Aynı zamanda 1897'den 1908'e kadar birbirleriyle girdikleri rekabetlerde sinemanın gelişimine katkıda bulunmuşlardır. Cambon, 1898’de Ses filmlerini halka sunmuştur. Filmler siyah beyaz, kısa süreli ve sessiz olduğundan insanlar seyrettikleri filmlerden kendilerine göre anlam çıkarıp yorumlamaya çalışmışlardır. Bu durumu gören Weinberg, filmde verilmek istenen mesajları ve filmin konusunu anlatmak için birini göreve alıp ona filmden önce filmi halka tanıtma görevini vermiştir. Böylece gelen seyirciler hem görevli kişiyi dinlemiş hem filmi seyretmişlerdir. Bu ikililiği hoş bulmayan ve sonlandırmak isteyen Cambon ise filmlerin altına Türkçe altyazı ekleyerek karışıklığı gidermiştir. Böyle devam eden rekabetler sinema alanına farklı yeniliklerin gelmesini sağlamıştır. Her yenilik bir merak unsuru olduğundan çalışmalar hız kazandıkça halkın sinemaya ilgisi de aynı oranda artmıştır (Mülayim, 1992, Evren, 2014, s.25-26, Tilgen, 2009).

İstanbul’da 1914 yılına değin Kuşdili, Apollon, Taş Merdiven, İskele Meydanı gibi çeşitli sinema salonları açılmıştır. 19 Mart 1914'de Murat Bey ile Cevat Boyer gibi Türk girişimcilerin yönetiminde ilk sürekli sinema salonu olan "Milli Sinema" açılmıştır. 6 Temmuz 1914 tarihinde Fuat Uzkınay, Kemal Seden ile beraber Sirkeci’de Ali Efendi Sinemasını ve Demirkapı’da Kemal Bey Sineması’nı açmıştır. Bu sinema salonlarında I. Dünya Savaşı yıllarına denk gelen tarihlerde dram filmleri “Kadın Kalbi ve İntikam Alan Eller”, komedi filmleri “Tontovalli’nin Acele İşi Var” ve “Madam Gras Pek Kuvvetlidir” gösterime girmiştir. Bu dönemde Türk sineması henüz yabancıların elinde bulunmaktadır ve tek uzman sinemacı ise Weinberg’dir (Scognamillo, 2010, s. 19).

Romanya uyruklu Sigmund Weinberg, Fransız şirketine ait Pathe film makinelerinin Türkiye’deki tanıtımcısıdır. Aynı zamanda altyazısız ve sessiz filmleri ilk sürekli sinema salonları açarak gösterime sunan temsilcilerdendir. Açtığı Pathe Sineması İstanbul’un ilk sinema salonu olmuştur. Batı’da gösterime giren "Kovadis,

33

Demirhane Müdürü, Şerlok Holmes’in Maceraları" gibi filmleri Türkiye'ye getirmiştir. Bu sinema salonunun ardından Palas, Majik, Millî, Ali Efendi, Kemal Bey isimleriyle yeni sinema salonları açılmıştır. Her ne kadar canlı fotoğrafları gösteren sinemayı padişah II. Abdülhamit hoş karşılamasa da Weinberg'i saraya davet ederek filmleri seyretmiştir. Sinema, bir süre sonra mekteplere de girmiştir. İstanbul Sultanisi’nde Dahiliye Şefi olarak görev yapan Fuat Uzkınay, Weinberg’den film yapımı hakkında geniş bilgiler alarak belli bir ücret dâhilinde film çekmeyi öğrenmiştir. Sinema tutkusu bulunan Uzkınay görev yaptığı İstanbul Sultansi'nde bir makine satın alarak bazı filmleri öğrencilere göstermiştir. Sinema, başta erkeklerin gideceği bir yer olsa da zamanla bu durum aşılmış ve kadınların da hizmetine sunulmuştur. Başlarda kadınların ayrı, erkeklerin ayrı olarak gittiği sinema salonlarına ilk olarak kadın erkek karışık halde ilk olarak Kadıköy’de Yoğurtçu Çayırı’ndaki sinemaya gidilmiştir. Başta hayretle ve şaşkınlıkla karşılanan filmler bir anda ilgi odağı haline gelmiş, halk buna çabuk alışmıştır. Filmlerin gösterimi zamanla sıklaşmış ve yaygınlaşmıştır. Başlangıçta kısa olan filmlerin süreleri zamanla uzatılmıştır. Batının icadı kameralarla yerli film çekme isteği oluşmuş ve bu alanda çalışmalar sıklaştırılmıştır (Tilgen 2009).

Osmanlı topraklarında çekilen ilk film, Prusya kralı ile Alman İmparatoru II. Wilhelm'in Türkiye’yi ziyaret etmelerinin anısına 27 Ocak 1901 yılında Sultan Ahmet'te inşa edilen Alman Çeşmesi’nin açılışı münasebetiyledir. Çeşmenin açılışının Osmanlı kuvvetlerine ait bir subay tarafından filme çekildiği söylense de, eldeki belgeler filmi Almanların kayda aldığını göstermektedir (Evren, 2014, s. 26) Bu kayıtlar daha sonra Alman televizyonlarında yayınlanmıştır (Evren, 2014, s. 29).

28 Temmuz 1905 tarihinde Yıldız Camii'nin ikinci selamlığında bir film kayda alınmıştır. Filmin çekimine Selim Sırrı Tercan’ın rehberlik ettiği bilinmektedir. 1914’ten önce Hamidiye Kruvazörü’nün çekildiği bir filmden bahsedilse de, çeken kişi meçhuldür. Diğer yandan tüm kaynaklarının işaret ettiği tek bir film vardır. O da, Balkanların ilk sinemacılarından olan Osmanlı uyruklu Yanaki ve Milton Manaki kardeşlerin 1911 yılında Mehmet Reşat'ın Selanik, Üsküp, Manastır ve Kosova ziyaretlerini kayda aldıkları filmdir. Romanya, Makedonya, Yunanistan, Arnavutluk

34

ve Yugoslavya Manaki kardeşleri kendi tebaasından saymaktadır. Ancak o dönemde Makedonya'nın Osmanlı sınırları içinde olması ve Manaki kardeşlerin çektikleri filmlere Türkiye ibaresi koymaları; onların, Osmanlı tebaasından olduğunu gösterir. Manaki kardeşlerin çektikleri ilk film, 1907 yapımı ‘Babaanneleri Despina’dır (Evren 2014: 29-31). Manaki kardeşler bundan sonra “Dokumacılar" ve “Açık Okul” filmlerini kayda almışlardır. En uzun metrajlı filmleri ise, 5 Haziran 1911 tarihinde Sultan Reşat’ın Balkan (Rumeli) ziyaretini belgesel tarzında görüntüledikleri filmdir (Evren, 2014, s.33).