• Sonuç bulunamadı

Sermaye Hareketlerinin Serbestleşmesi

1929 ekonomik kriziyle beraber içine girilen dönemde ülkeler arasındaki sermaye hareketlerine belirli kısıtlamalar getirilmiş, bu da finansal sistemin entegrasyonunu sekteye uğratmıştır. 1970’lerden itibaren içine girilen dönemdeyse sermaye hareketleri serbest bırakılmış ve bu durum finansal entegrasyon ve küreselleşme sürecini tetiklemiştir.

Sermaye hareketlerindeki artışın sebepleri arasında finansal yenilikler ve yeni finansal araçların ortaya çıkması gösterilebilir. Finansal yenilikler elde yabancı varlık tutmanın maliyetini azaltıp uluslararası alanda çeşitlendirilmiş portföylere olan talebi artırırken; yeni finansal araçlar dış riskleri azaltmıştır.

Đkinci Dünya Savaşı sonrası, ilk başta enformel bir biçimde uygulanan sermaye hareketleri üzerindeki kontroller daha sonra IMF, Avrupa Topluluğu ve OECD tarafından yazılı kural haline getirilmiştir. Bu kurallar IMF’nin Anlaşma Maddeleri’nde (1945), Avrupa Topluluğu’nun Roma Anlaşması’nda (1957) ve OECD’nin Sermaye Hareketlerinin Serbestleştirilmesi Kanunu’nda (1961) yer almaktadır. Sermaye hareketlerinin 1970’lerden itibaren yeniden serbestleşmeye başlamasının ardından Avrupa Topluluğu 1988’de, OECD de 1989’da bu kuralları liberalleştirmiştir. IMF ise değişik dengelerden ve ABD’nin bu yönde bir yasal düzenleme yapma konusundaki isteksizliğinden ötürü Anlaşma Maddeleri’nde yer alan hükümleri değiştirmemiştir (Abdelal, 2006:3-4).

Sermaye kontrollerinin kaldırılmasına ABD öncülük etmiş olup, 1973’te sabit döviz kurlarının kaldırılmasıyla sermaye kontrolleri de büyük ölçüde kaldırmıştır. Đngiltere sermaye çıkışları üzerindeki bazı kısıtlamaları 1979’a kadar korurken, Fransa ve Đtalya sermaye hareketlerini 1986’ya kadar serbest bırakmamıştır. Sermaye hareketlerini serbestleşmesi Almanya’da 1981’de gerçekleşirken, Japonya’da 1984’te gerçekleşmiştir (Allen, 2003:227).

Gelişmekte olan ülkelerde ise finansal piyasalardaki serbestleşme 1990’larda yaygınlaşmıştır (Türkiye’de de bu adım 1989’da atıldı).Aslında bu ülkelerdeki sermaye hareketleri serbestleştiğinde, sermaye hareketleri üzerindeki bu denetimler zaten uygulanamaz hale gelmiştir (Toporowski, 2008:188).

Gelişmiş ülkelerin 1960’ların sonlarından ve 1970’lerin başlarından itibaren yaşanan kâr oranlarındaki azalmaya karşı geliştirdikleri bir yol da, özellikle gelişmekte olan ülkelerde ithalatın serbestleşmesini dayatarak pazarları genişletmek şeklindedir. Đthalatın serbestleşmesinin koşullarından birisi de sermaye hareketlerinin serbestleşmesidir. Çünkü bu ülkeler söz konusu ithalatı ancak ülkeye net sermaye girişi (portföy yatırımları, doğrudan yabancı yatırımlar, borçlar, sıcak para diye tabir edilen kısa dönemli sermaye hareketleri) olduğu takdirde finanse edebilmektedirler. Ayrıca bu ülkelere gerçekleşen net sermaye girişi sonucunda bu ülke paraları değer kazanmakta, böylece ithalat teşvik edilip ihracat caydırılmış olmaktadır.

Devletlerin uluslararası sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesine olumlu yaklaşmalarının sebeplerinden biri de, sermaye hareketlerinin serbestleşmesiyle borçlanma gereksinimlerini daha kolay karşılayabilecek olmalarıdır. Azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler açısından da, 1970’lerde yaşanan kriz sonrası uluslararası piyasalarda devlet kredisi ve özel kredi bulmak güçleşmiştir. Bunun üzerine bu ülkeler finansman ihtiyaçları için yavaş yavaş sermaye hareketlerinin önündeki engelleri kaldırma yoluna gitmişlerdir. Özellikle bir raddeden sonra, (başta Türkiye gibi ülkeler olmak üzere) bu ülkelerin gerçekleştirdikleri ekonomik büyüme, ülkeye giren/çıkan sermayeyle doğru orantılı hale gelmiştir.

yüzyılın son çeyreğindeki serbestlik ve açıklıktan daha ileri düzeyde olmadığı da ileri sürülmektedir. Örneğin Sven Grassman, finansal serbestliği cari hesap dengelerinin GSMH’ye oranı olarak ölçüp, 1875 ile 1975 arasında finansal serbestlik açısından bir artış olmadığını, hatta altı büyük ülkede (Đngiltere, Đtalya, Đsveç, Norveç, Danimarka ve ABD) sermaye hareketliliğinin azaldığını ortaya koymuştur (Hirst ve Thompson, 2003:53-54). Bu veriler, günümüzde bir finansal entegrasyondan bahsedilemeyeceği anlamına gelmemekle birlikte, buradan çıkarılması gereken şey, söz konusu finansal entegrasyon ve finansallaşmanın tamamen yeni bir şey olmadığıdır.

Bununla birlikte günümüzdeki durumun 19. yüzyılın sonundaki finansal liberalizasyon döneminden şöyle bir farkı vardır. 19. yüzyılın sonlarında, uzun vadeli uluslararası borçların (doğrudan dış yatırımlar da dahil olmak üzere) yaklaşık yüzde 44’ü Afrika, Asya ve Latin Amerika’ya gidiyordu ve bu para demiryolu, liman, maden ve fabrika yapımında kullanılıyordu. Yani merkez ülkelerdeki sermaye birikimi ve tasarruflar, portfolyo yatırımları aracılığıyla çevre ülkelerde sabit yatırımlara dönüşmüştür. Günümüzde ise, Dünya Bankası’nın dayatmasıyla uygulanan özelleştirme ve deregülasyon politikalarıyla IMF eliyle uygulanan yapısal uyum programları sonucunda ortaya çıkan “finansal açıklık” durumunda, çevre ülkelerdeki sermaye sınıfları üzerinde daha az sınırlama vardı ve bu sınıflar servetlerini, tasarruflarını merkez ülkelerdeki finansal piyasalara ve kurumlara yatırma imkanına her zamankinden daha çok sahiplerdi (Hoogvelt, 1997:84). Bu durum da çevre ülkelerin uluslararası finansal sisteme entegrasyonunu güçlendiren ve bu ülkeleri uluslararası finansal sistemin etkilerine daha açık hale getiren bir etmendir.

Ayrıca günümüzde uluslararası finans sistemindeki belirsizlikler ve spekülatif davranışlar azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin merkez bankalarını giderek daha yüksek miktarlarda rezerv tutmaya zorlamakta ve bu merkez bankaları ülkelerine giren sermayenin üçte birini rezerv birikimine ayırmaktadır; bu da reel yatırımlara ayrılabilecek kaynakların daralması anlamına gelmektedir (Yeldan, 2003:20).

Bugünkü sermaye hareketlerini 19. yüzyıldaki sermaye hareketlerinden ayıran en önemli özelliklerden biri de özelleştirmenin uyarıcı etkisi olmuştur

(Kazgan, 2002:162-163).

Kısa vadede yüksek getiri elde eden sermaye hareketleri uzun vadede hep daha büyük risk oluşturdu. Piyasa düzenleyicilerinin bu süreçte mali kurumları korumak için garantileri sürekli artırmaları sonucunda, finans sermayesi daha büyük bir dengesizliğe neden olacak şekilde daha büyük risklere atıldı (Tabb, 2002:130). Finans kesiminin yol açtığı en büyük dengesizliği de 2008 krizinde görmüş olduk. Başta ABD merkezliler olmak üzere çokuluslu şirketler, uluslararası bankalar ve büyük mali kuruluşlar, başta sermaye hareketleri olmak üzere devletlerin getirdiği kısıtlamaları ortadan kaldırmaya çalışmıştır.

Monetarist ideolojinin hâkim olduğu, enflasyonun nedeninin kamu kesimi açıklarının parasallaştırılması olarak görüldüğü, kamu kesiminin boyutunun ve etkisinin küçültülmesinin, deregülasyon ve özelleştirme politikalarının öne çıktığı bir dönemde söz konusu sermaye hareketlerini ülkeye çekmek için sahip olunan tek araç ise faiz oranlarıdır.

Ekim 1979’da FED’in başına Paul Volcker’ın gelmesiyle enflasyonu kontrol altına almak için faiz oranları daha önce görülmemiş düzeylere çıkarıldı). Enflasyon parasal bir olaydır, enflasyonda reel üretimin üstünde bir para arzı söz konusu olur. Bu para arzındaki genişlemenin daraltılması da faiz oranlarında yükselmeye yol açar. Bunun sonucunda borca ihtiyacı olan ülkelerin kredi maliyetleri de artmış olmuştur.

Şekil 1.1: ABD’de Uzun ve Kısa Vadeli Reel Faiz Oranları, 1960-2003 (%) Kaynak: DUMÉNĐL, Gérard ve LÉVY, Dominique (2005), “Costs and

Benefits of Neoliberalism: A Class Analysis”, Financialization and the World Economy, Gerald A. Epstein (ed.), Cheltenham, Edward Elgar Publishing, s. 31

ABD’nin cari açığının GSYĐH’sine oranı 1987’de yüzde 3,5’e yükselince ABD bu açığın finansmanı için diğer ülkelerin cari fazlasına giderek daha çok ihtiyaç duymaya başladı. Tabii bu cari açığın diğer ülkeler tarafından finanse edilebilmesi, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesiyle mümkün olmuştur.

Sanayileşmiş ülkelerde Đkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan ekonomik büyüme sonucunda hanehalkının elinde ciddi finansal birikimler oluşmuştu. Bu kişiler 1970’lerin sonuna kadar bu birikimleri sadece kendi para birimlerinde ve kendi ülke sınırları dahilinde değerlendirebiliyordu. Sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesiyle beraber, bu yatırımlarda coğrafi ve parasal bir çeşitlilik mümkün oldu. Özellikle de, finansal piyasaların en gelişmiş yer olduğu ABD’nin kağıtları çok miktarda alıcı buldu ve böylece ABD cari açığını finanse etmekte çok zorlanmamıştır (Brender ve Pisani, 2007:18).

Finansal liberalizasyon ve entegrasyon gelişmiş ülkeler için 1980’lerde gündeme geldiyse, gelişmekte olan ülkeler için de 1990’larda gündeme geldiği

söylenebilir. Neoliberal politikaların bu ülkelerde uygulanmasını zorlayan faktörler şöyle sıralanabilir: 1980’lerde borçlu ülkelerin IMF ve Dünya Bankası’na başvurmaları sonucu dışa açık ekonomiye dönüşmeleri için zorlanmaları, ithal ikameci rejimler uygulayan örneğin Latin Amerika gibi ülkelerin tıkanmaları çözmek için kendiliğinden liberal politikalar uygulamaları, Güney Kore gibi dışa dönük kalkınmaya geçen ülkelerin başarıları.

Diğer yandan, son GATT roundu olan Uruguay Round’da koruma altında bulunan tarım, tekstil ve hizmetler sektörü üzerindeki korumacılık kaldırılmış, entelektüel mülkiyet haklarının uluslararası koruma altına alınması öngörülmüş ve Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) kurulması için karar alınmıştır. Yine Uruguay Round sonucunda Ocak 1995’te yürürlüğe giren Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) kapsamında kurulan Finansal Hizmetler Ticareti Komitesi, GATS’ın finansal hizmetlerin ticareti konusundaki uygulamaları yürütmüştür (Windsor, 2008:1806).

Ayrıca Dünya Bankası Grubu bünyesinde kurulan aşağıdaki kurumlar da bu sürece katkıda bulunmuştur:

• Uluslararası Finans Kurumu (IFC - International Finance Corporation): Gelişmekte olan üye ülkelerde özel sektörün geliştirilmesini sağlamak için 1956’da kurulan IFC, amacını gelişmekte olan ülkelerde açık ve rekabetçi piyasaları geliştirmek, ihtiyaç duyulan alanlarda özel sektörü desteklemek, gelişmekte olan ülkelerin finans sistemlerini geliştirmek olarak açıklamıştır. • Uluslararası Yatırım Anlaşmazlıklarını Giderme Merkezi (International

Centre for Settlement of Investment Dispute – ICSID): 1966’da kurulan ICSID’nin başat amacı özel yatırımların uluslararası alanda serbest dolaşımının önündeki engelleri ortadan kaldırmaktı.

• Çok Taraflı Yatırımları Garanti Dairesi (Multilateral Investment Guarantee Agency – MIGA): 1988’de kurulan MIGA’nın başat amacı gelişmekte olan ülkelere gerçekleşen doğrudan yabancı yatırımları artırmaktır.

görünümü sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesiyle oldu (sermaye hareketlerinin serbestleşmesi, başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere uluslararası kurumların gelişmekte olan ülkelere “Washington Mutabakatı” ilkelerini dayatmasıyla gündeme geldi). 1997’de Asya’da patlak veren ve daha sonra Rusya ve Latin Amerika ülkelerini etkisi altına alan finansal kriz ise, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesinin, bir uluslararası finans sistemi oluşturmak için tek başına yeterli olmadığını acı bir biçimde göstermiştir.

1990’ların başından itibaren gelişmekte olan ülkelere akan sermaye doğrudan yatırımlar, portföy yatırımları ve bankalara ve özel şirketlere verilen krediler şeklinde gerçekleşti. Bu sermaye girişlerinin bir kısmı bu ülkelerin döviz rezervlerini artırırken, bir kısmı da bu ülkelerden dışarı çıkan sermayeyi finanse etmiş olmuştur.

1990’ların ortalarındaysa Avrupa Para Birliği’ne girmek isteyen ülkeler kamu açıklarını hızla azaltmaya koyuldular. Böylece Avrupa ülkelerindeki tasarruflar ülke içinde kullanılmaya başlandı. Bu dönemde Japonya ve ABD’nin cari dengelerine bakıldığında cari açıklarının/fazlalarının pek değişmediği görülüyor. Yani bu dönemde Asya’daki gelişmekte olan ülkelerin cari açıklarının Avrupa ülkelerinin fazlalarıyla dengelendiğini göstermiştir (Brender ve Pisani, 2007:20).