• Sonuç bulunamadı

Küresel şartlara sendikaların adaptasyonunu sağlamak için yeniden yapılanma, mevzuat sendikacılığını, ücret sendikacılığını aşmak gerektiği düşüncesi eğilimi giderek baskın çıkmaya başlamıştır. Bunu gerçekleştirmek için sorumlu sendikacılık ilkesinden hareket ederek, sendikal örgütlenmeyi esas alan, sendika içi demokrasiyi işleten, hizmet sendikacılığına önem veren, muhalefet esaslı stratejiler yerine alternatif üretmeyi benimseyen, bilgiyi toplamakla yetinmeyen, bilgi üretmeye aday sendikal yapıları oluşturmak zorunludur. Ayrıca, uluslararası ilişkileri dayanışma boyutundan çıkararak işbirliğine dönüştürmek, ülke içindeki işçi örgütleri arasında kısa dönem için işbirliği, uzun dönemde ise örgütsel birlik sağlamak ve memur sendikalarıyla işbirliği zeminini genişletmek gerekiyor. Türkiye'deki sendikal hareketin uluslar üstü ilişkileri olmasına karşılık, uluslararası bir örgütlenme düzeyinde olmaması, ilişkilerin daha çok gezi mahiyetinde gerçekleşmesi, ortak mücadele zeminlerinin henüz oluşmaması önemli bir eksikliktir ve bu eksiklik zaman geçirilmeden giderilmelidir. Cevap aranması gereken temel tartışma, sendikal hareketin kimi temsil edeceği, hangi çıkarları temsil edeceği ve çıkarları nasıl temsil edeceği soruları üzerine odaklanmaktadır. Kimin temsil edileceği sorusu günümüzde karşımıza dört işgücü grubu çıkarmaktadır. Bunlar; üstün vasıflara sahip işgücü, çekirdek işgücü, çevre işgücü ve işsizlerdir (Selamoğlu, 2004:51) Sanayileşme süreci ile birlikte çoğunlukla çekirdek işgücü üzerine örgütlenen ve gücünü bu işgücü grubundan alan sendikal hareket günümüzde kimi temsil edeceği konusunda anlayış değiştirmek zorundadır. Hangi çıkarları temsil edeceği sorusu da dört ana noktada toplanmaktadır. Bunların ilki, sendikal hareketin ekonomik rolünün güçlendirilmesidir. İkincisi ise işverenlerin çalışma ilişkilerini keyfiyetlerine göre düzenlemelerini engelleyecek hakların korunması ve geliştirilmesidir. Üçüncüsü, işgücü piyasasının işleyişini etkileyen makro ekonomik politikaların ve endüstri ilişkilerine yönelik yasal düzenlemelerin belirlenmesinde devletin etkinliğinin artırılmasını desteklemektir. Dördüncüsü ve son olarak çevre, tüketicinin korunması ve yerel yönetimler gibi konularda sendikaların sosyal yaşamdaki etkinliklerini artırmaktır.

Sendikaların mevcut yapılarının ihtiyaçları karşılayamadığı reddedilemez bir gerçektir. Dün erkek ağırlıklı sendikal yapılar sorun çözüyorken, bugün potansiyel üyelerin taleplerini karşılayamamaktadır. Bu ihtiyaçlardan hareketle yeni model arayışları sendikaların gündeminde çok önemli bir yer tutmaktadır. Sendikaların daha parlak bir geleceğe sahip olması için çeşitli sendikal modeller öne sürülmektedir. Bu modellerin bazıları; çatışmacı model, politik model, baskı grubu modeli, özel hizmet modeli gibi adlarla tanımlanmıştır. Geleneksel çatışmacı modelde, grev tehdidi başta olmak üzere, sendikalar güçlerini kullanarak işvereni etkilemek ve işçiler lehine düzenlemeler yapmak yolunu tercih etmektedirler. Mesela 1950’lerde Fransa ve İngiltere’de militan işçi sendikaları verimliliğe karşıyken, bugün sendikalar esnekliğe karşıdırlar. Politik modelde sendikalar, bazen siyasi bir örgüt gibi, bazen kurduğu siyasi örgüt vasıtasıyla üyelerine hizmet götürmeyi tercih etmektedirler. Baskı grubu modelinde, sendikaların lobicilik faaliyetleriyle hem devleti hem toplumu etkileyerek üyelerine hizmet sunmayı esas aldığını söyleyebiliriz. Özel hizmet modelinde ise sendikalar üyelerine hizmet işletmesi gibi hizmet sunmaktadır. Devletlerin özelleştirme yoluyla kamu işyerlerini elden çıkarması sonucu özel sektör sendikacılık modeli diyebileceğimiz bir model de ön plana çıkmaktadır. Bazı sendikalar bireysel akitlere öncelik vererek, bireysel sözleşme akdi ile toplu iş sözleşmesi arasında denge kurmaktadır (Petrol-İş, 2001b:35–36). Bu eğilim sendikaların üyelik oranlarını yeniden harekete geçirebilir. Toplu iş sözleşmeleriyle çerçeve haklar belirlenirken, hizmet akitlerine bireysel düzeyde çerçeve sözleşmelere aykırı olmaksızın hizmeti akdi yapma hakkı verilebilir. Bu eğilim hem sendikaların kontrolünün artmasına yol açar, hem de işverenin bireysel hizmet akdi talebini karşılamış olur.

Öbür taraftan üyesiz sendikalara doğru evrim de bir ihtimal olarak görülmektedir. Fakat üye aidatları olmayan sendikaların nasıl finanse edilecekleri ciddi bir sorun olarak durmaktadır. Mesela Fransız sendikaları sosyal güvenlik, işsizlik sigortası, iş mahkemeleri gibi pek çok organizasyonda yer alırlar. Sendikaların bu gibi önemli fonksiyonlarını yerine getirmesi için varlıklarını devam ettirmesinin zaruretinden bahsedilmektedir. İşte bu gibi zaruri roller dikkate alınarak sendikaların devam edeceği, yüklendikleri toplumsal roller nedeniyle de ulusal ve uluslar üstü fonlarla desteklenecekleri tahmininde bulunmak mümkündür. Sendikalar işbirlikçi bir rolü seçebilirler. Bu rolün seçimi halinde sendika üyeleri menfaatleri konusunda kesin bir beklenti içinde olamayacakları için sendika üyeliğine ilgileri güçlü olmayacaktır.

Sendikalar, lobi ve baskı grubu olarak faaliyetlerini devam ettirebilirler. Hiç kuşkusuz bu alanda etkin olabilmek için de gerek işçiler, gerekse toplum içinde güvenilir ve desteklenen örgütler olmaları gereklidir. Esneklik ile istikrar, farklılık ile yeknesaklık, bireysellik ile dayanışma, merkezden karar alma ile karara katılma, ferdi çözümlerle toplu çözümler arasında dengeyi kurmak vb. sendikaların bu yüzyıldaki önemli görevleri arasında yer alacaktır (Petrol-İş, 2001b:45–48). Avrupa sendikal hareketini gerçekleştirerek, bölgesel düzeyde sendikal hareket oluşturmak, küresel dünyaya paralel olarak küresel sendikacılık hareketine ulaşmak yeni bir alternatif olarak sendikaların gündemindedir. Ancak ulusal sendikal örgütlerin uluslararası sekreterliklere ve konfederasyonlara yetkilerinin küçük bir kısmını bile devretmekte gönülsüz davranmaları bu hedefe ulaşmadaki imkânsızlığın belki de tek sebebidir.

Dünyada sınırlara tabi olmadan bir sendikal örgütlenme gerçekleştirmek işçi liderlerinin hep hayali olmuştur. Son çeyrek yüzyılda ortaya çıkan değişiklikler bu hayali vazgeçilmez bir ihtiyaca dönüştürmüştür. Çünkü yerel ve ulusal şartlarda sendikaların var olabilmesi için milli devletlerin sınırlarına mahkum olmadan, bu sınırları aşarak, küresel düzeyde örgütlenmeyi gerçekleştirmeleri gerekmektedir (Petrol-İş, 2001a:17). Endüstri ilişkileri alanında yeni dengelerin uluslararası düzeyde kurulacağını ve ‘‘ulus devlet’’ kavramı ile ifade edilen özgürlük alanlarının daralmakta olduğu dikkate alındığında, ‘‘uluslaraşırılaşma’’ kavramının daha çok belirleyici olacağı iddiası çok fazla dile getirilmeye başlanmıştır.

İşyeri, bölge ve ulus seviyesindeki örgütlenmeler arasında tutarlı ve kenetlenmiş bir ilişkiler ağını sendikal eklemlenme olarak ifade eden Waddington, küreselleşme çağında yeni zorluklarla başa çıkabilmek için uluslararası düzeyde bir sendikal eklemlenmenin gerekliliğine değinir (Munck, 2003:228) Munck ise uluslararası sendikal hareketin aynı zamanda yeni bir uluslarüstü toplumsal hareket ve uluslarüstü bir savunma grubundan çok daha fazlasını üstlenen, örneğin cinsiyet, çevre ve insan hakları konularında faaliyet gösteren bir temsil örgütü olması gerektiğini ifade eder.

Uzun yıllar boyu sendikalar, ulusararası ilişkileri; ideolojilerini yayma, mensubu oldukları ulus devletlerin etkinlik alanlarını genişletme, dostluk ilişkileri, turistik geziler, sosyal yardımlaşma niteliğinde işler olarak gördüler. Uluslararası etkinliklerin başında ziyaret programları, bağış niteliğindeki mali yardımlar, kısmen de eğitim programları yer alıyordu. Çünkü, sendikalar yeterli üye gücüne sahipti, mali kaynakları yeterliydi, örgütlenme oranları hızla artıyordu ve uluslararası desteğe fazla ihtiyaçları

yoktu. Ayrıca uluslararası emek platformları sayesinde global politkaların belirlenmesine etki de edebiliyorlardı. Ama artık bütün bunlar büyük ölçüde geçerliliğini kaybetti. Sendikalar için hayati önem taşıyan ihtiyaçlar çığ gibi büyümekte, ikame edilmediği takdirde varlıkları tehlike altında. Şimdi, nasıl ülkelerarasında ekonomik bağımlılık varsa, sendikalar arasında da aynı derecede bağımlılık ihtiyacı doğmuştur (Yorgun, 2007b). Bu nedenle uluslaraşırı sendikal hareket ile sendikalararası yardımlaşmayı birbirinden ayırmak gerekir. Çünkü, bağış yapmak, yardım da bulunmak tek taraflıdır, birlikte mücadele yoktur. Oysa yeni çalışma düzeninde dayanışmaya, birlikte mücadeleye ihtiyaç var. Bu ihtiyacı karşılamak için de sendikalar, amaçlarını ve örgütsel yapılarını ulusal düzeyde tutmaktan kaçınmak ve uluslaraşırılaştırmak zorundadır.

Artık sendikaların hedefi geniş bir blok olarak, toplumsal dayanışmacı yaklaşım ortaya koymaya çalışmaktadır. Çıkar örgütü olma görüntüsünden mümkün mertebe kaçınan, insan haklarından yana tavır alan ve sosyal devletin geliştirilmesini savunan durumundadır. Buaradan hareketle, çevrenin ve doğal kaynakların korunmasında çağdaş bir yaklaşım benimseyerek, bilimsel teknolojik gelişmeye açık, katılımcı yönetim esas almaya çalışmaktadır. Çalışma sürecinin insanileştirilmesi için çaba gösteren, çalışma sürelerinin kısaltılmasını sağlamaya çalışan, kültürde yüzeyselleşmeye ve tek tipleşmeye karşı çıkan ve genel planda barışçı hedefleri benimseyen konumda olma durumuyla karşı karşıyadır günümüz sendikaları (Petrol-İş, 2001b:181-182). Eğer bütün bunları göz önünde bulundurup, post-endüstriyel çağa uyum sağlayıp, demokrasi ile gelişmeyi bir arada yürütebilirlerse, sendikalar da artık sosyal gelişmenin vazgeçilmez örgütü olma imkanına sahip olabilirler.Ama mevcut yapılarıyla bu mümkün görünmemektedir.

Ronaldo Munck, küreselleşemeye verilecek cevabın etkili olabilmesi için hem yukarıdan aşağıya doğru hem de aşağıdan yukarıya doğru iyi bir örgütlenme modelinin gerçekleştirilmesinin gerekliliğine değinir. O’na göre yerel örgütlerde başlayarak güçlendirilmiş sendikal hareketin uluslaraşırı ayağı iyi hazırlanmalı, aynı şekilde uluslaraşırı düzeyde gerçekleştirilen bir hareketin de yerel ve ulusal boyutları ihmal edilmemelidir. Ulusal ve yerel düzeyde sendikaların güçlü olabilmesi için uluslaraşırı örgütlenmeye ve toplu iş sözleşmelerine, aynı zamanda etkin bir uluslaraşırı örgütlenme için de ulusal ve yerel düzeyde güçlü sendikalara ihtiyaç vardır (Munck, 2003:21). Bir siyasi rejim eğer hegemonya kuracaksa(yani diğer ülkelere sadece baskı kurmayıp

onların onayını da alacaksa) çalışma dünyasını etki altına alınması gerekir. Bu bakış açısı bize örneğin ABD’nin küresel gücünün(kuşkusuz) askeri gücünün yanı sıra ne tür bir üretim politikasına dayandığına ilişkin kapsamlı bir analiz yapma olanağı tanır.

Yeni dönemin yeni yapılanma ve stratejiler gerektirdiği anlayışından hareketle sendikaların faaliyetlerini çeşitlendirerek, işçinin 24 saatini dikkate almaları, iktisaden zayıf her kesimin sorunlarını gündeme getirerek savunmaları, yaşamın her alanında işçinin hizmetinde olmaları düşüncesi ağır basmaya başlamıştır (Yorgun, 2007a:144) Bu eğilime göre ulusal sınırlar içerisinde kalmak mümkün değildir. Çünkü küreselleşme, sendikacılık hareketinin uluslararası ilişkilerinin daha da geliştirilmesini zorunlu kılmaktadır.

Sendika örgütlenmesi, toplu pazarlık ve grev, endüstri ilişkilerinin en dinamik süreçleridir. Bu süreçlerin izlenmesi, değerlendirilmesi, ortaya çıkan sorunların tespiti ve çözüm arayışı disiplinler arası özellikler taşır. Toplu pazarlığın doğrudan ilgi alanına giren emek piyasasının analizinde, ücret modellerinin tartışılmasında 'ekonomi bilimi', esaslı katkı sağlamaktadır. Bunun yanında sendika ve toplu pazarlık hakları bir hukuk disiplinidir nihayet ve 'hukuk bilimi', bu alanın kurallarını belirlemektedir. Endüstri ilişkilerinin süreçleri, sosyoloji, psikoloji, yönetim bilimleri disiplinlerinden de yararlanır. Sendika örgütlenmesi ve toplu pazarlık alanı, disiplinler arası bir alandır.

Dünyada endüstri ilişkileri, sendika örgütlenmesi ve toplu pazarlık, endüstri devriminden bu yana sosyal sınıflar arasında süregelen çatışmalar içinde ağır ağır şekillenmiştir. Endüstri toplumları, bu çatışmalar içinden kendilerine özgü modeller oluşturabilmişlerdir. Kara Avrupa'sında, Anglo-Sakson dünyasında, İskandinav ülkelerinde farklı modeller ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Bu çeşitlilik içinde ortak yanlar 'demokrasi' ve 'insan hakları' değerleri çerçevesinde ILO normları ile şekillenmiş, dünya işçilerinin hak ve özgürlüklerinin 'evrensel ve asgari' sınırları çizilmiştir.

Yazık ki Türkiye'de yıllardır uygulanan 'sendika ve toplu pazarlık modeli' bu evrensel ve asgari şartları sağlamaktan çok uzaktır. 1999 yılının son günlerinde Helsinki Zirvesi'nde Türkiye'ye 'tam üyeliğe aday ülke' statüsünün tanınmasıyla Türkiye-AB ilişkilerinde kesinlik düzeyi artmış ve hükümetler, siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları, toplumun tüm kesimleri için çok güçlü ve çok uzun soluklu bir gündem ortaya çıkmıştır: Kopenhag Siyasi Kriterleri. Bu ölçütler esas alınarak yürütülen uyum sürecinin bir parçasını da 'sendika ve toplu pazarlık hakları' oluşturmaktadır. Bu çerçevede Türkiye'den beklenen sendikalar, toplu pazarlık ve grev haklarının ILO

normlarına ve Türkiye tarafından çok bilinen çekincelerle onaylanmış Avrupa Sosyal Şartı'na uyumunun gerçekleştirilmesidir. Bunun anlamı, sınırlamalar ve yasaklamalarla dolu bu alanda, önümüzdeki süreçte ciddi bir değişim yaşanacağıdır.

Sendika hareketi bir bütün olarak bu değişimin odağındadır. Sendika hareketinin bu değişime damgasını vurabilmesi, kendi tezlerini ortaya koyarak bunları, kamuoyu önünde olduğu kadar uluslararası platformlarda da savunabilmesine bağlıdır. Sendika hareketi bütünlüğü olan, iyi düşünülmüş, inandırıcı ve 'evrensel özgürlükleri' temel alan bir model önerebilmelidir. Böyle bir bütünlüklü tezin oluşturulması, tek başına 'hukukçular kurulunun' işi olamaz! Disiplinler arası ve çok yönlü bir çalışma gerektirmektedir (Şafak, 2006). Sendika hareketi sosyal politika alanındaki akademisyenlerin, sendika ve toplu pazarlık alanındaki uzmanların, iş hukuku alanındaki hukukçuların 'özgürce' katkı sağlayabilecekleri ve 'süreklilik taşıyan' bir tartışma platformu oluşturabilmelidir.

Burada son olarak önemli bir noktaya değinmekte fayda var. Demokrasi ile işçi sınıfı arasındaki ilişki temel bir varsayıma dayanmaktadır. İşçilerin maddi yaşam koşullarını iyileştirebilmeleri, genel oy hakkı, örgütlenme, toplu pazarlık ve grev hakkı ile mümkündür. Bu haklar aynı zamanda sermayenin gücünün sınırlanması demektir.

Buradan çıkarılan sonuç ise; demokrasinin ancak işçilerin mücadelesi sonucu kurulabileceği, sermayenin bunu kendiliğinden kabullenmeyeceğidir (Işıklı, 1994a:226–

227). Ancak, bu demokrasi ile sınıflar arasındaki ilişkinin sadece bir yönüne dikkat çektiğinden eksiktir. İşçi sınıfı için demokrasinin vazgeçilmez olması ve sermayenin sınıf çıkarlarının demokrasi ile çeliştiği doğru saptamalar olmakla birlikte, bunlar demokrasinin nasıl ortaya çıktığı ve geliştiğini açıklamakta yeterli değillerdir. Öncelikle belirtilmesi gereken demokrasinin bir güç(iktidar) sorunu olduğudur ve bu nedenle örneğin sermayenin gücünün sınırlanmasının sadece işçi sınıfının mücadelesi ile gerçekleşeceğini düşünmek tarihsel gerçeklere uygun düşmemektedir. İşçi sınıfı ve sendikaların siyasal mücadelesini önceden belirlenmiş bir ideal-tip’e göre değil kendi somutluğu içerisinde ele alması gerektiğini düşünmekteyiz. İşçi sınıfı ve sendikacılık hareketinin siyasallaşmasının tamamen bağımsız bir karakter taşıyabileceği gibi, başka siyasal güçlerin denetiminde de yaşanabileceği gerçeğinin ihmal edilmemesi gerekiyor

BÖLÜM III

BİR ÖZELLEŞTİRME DENEYİMİ OLARAK

TÜPRAŞ ÖRNEĞİ ve SENDİKAL TEPKİLER (PETROL İŞ SENDİKASI)

1. ÖZELLEŞTİRMENİN AMACI, YÖN VE YÖNTEMLERİ