• Sonuç bulunamadı

2.1. Tarihte İşçi Hareketleri

2.1.4. Küreselleşen Kapitalizm Dönemi

Küreselleşme, 20. yüzyılın başından itibaren dünya savaşları sırasında ve sonrasında, ulusların güvenlik ve stratejik ihtiyaçlarını önceleyen ticari faaliyetlerin ön plana çıkana çıktığı dönem olarak kendini gösterdi. Savaşlar sonrası ise 1970’li yıllara kadar uluslararası ekonomik ilişkiler ulus devletler arasındaki mal ve hizmet değişimine dayanırken, bu tarihten itibaren küresel sermayenin ekonomik ilişkilerdeki önemi hızla arttı. Özellikle 1974 sonrası dönemde, sendikalar önce bocalamış, sonra yeni politikalar geliştirmeye başlamışlardır. Ücretli emek içinde sendikaların dayandığı sanayi işçilerinin payının azalıp, hizmet sektörünün payının artması, gençlerin ve kadınların

işçiler içindeki oranının artması, sendikaları hizmet sektöründe çalışanlar ile kadınları üye yapmaya itmiştir. Hizmet sektöründe son yıllarda, özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısında, gerçekleştirilen kimi başarılı grev ve mücadeleler bu sektörde sendikalaşma açısından önemli adımlar atılmasına yol açmıştır (Akkaya, 2007b). Küresel ekonomide sermayenin gücünde ortaya çıkan artış o yıllara kadar var olan ekonomik ilişkileri ve dengeleri temelden sarstı. Bu dönemde sendikalar kamu politikalarının oluşturulmasında ve işyerlerinde çalışma koşularının belirlenmesinde etkin rol oynamışlardır. Aynı gelişme sürecinde sendikaların gelişme stratejileri ile uyumlu neo-korporatist yapılara dönüştükleri de gözlenmiştir (Tokol, 2006). Sendikalar 1960’lı yıllarda uzlaşmacı ve sorumlu sendikacılık kimliği ile 1970’li yıllarda toplumsal sözleşmelere taraf siyasi ortak görünümünde işlevlerini sürdürmüşlerdir.

Küreselleşme olarak sıfatlandırılan bu yeni dönemin en temel yaklaşımı hem gelişmiş hem de az gelişmiş ülkelerde sermayenin ödüllendirilerek emeğin cezalandırılması ve servetin toplumun tabanından tavanına aktarılması olmuştur.

Kısacası, eğer gelir dağılımı tablosunun tepesinde yer alan %20’nin içindeyseniz küreselleşmeden kazançlı çıkacaksınız demektir; merdivenin üstlerine tırmandıkça kazancınız da aynı oranda artacaktır. Tabandaki %80’in içinde yer alanlar ise yarışı baştan kaybedenlerdir; gelir tablosunda aşağı doğru indikçe zarara uğrama oranı da artar. Böylece küresel pazarın ortaya çıkardığı fırsatlardan her kesimin yararlanamaması, bilgi ekonomisinin ve yeni oluşan toplumsal yapının herkesi kapsamaması, yeni bir dönemin temel özellikleri olarak ön plana çıkmıştır. Kuşkusuz sorun sadece gelir kaybı ile sınırlı kalmamıştır. Yoksulluğun pençesinde kıvranan bu

“gelişmiş” ülkelerde “suç” oranlarında patlamalar meydana gelmiştir. Öyle ki, artık kitlesel hapsetme politikası çare olarak benimsenmeye başlanmıştır. 1990’lı yılların ortasında her 193 Amerikalıdan biri hapishane ile tanışmıştır. Bu rakam, Kanada’nın 4, İngiltere’nin 5, Japonya’nın 14 katıdır. 1997 yılına gelindiğinde ise, 50 Amerikan erkeğinden yaklaşık biri demir parmaklıkların arkasına geçmiş, yaklaşık yirmide biri erteleme ya da şartlı tahliyeden yararlanmıştır. ABD’de hapishanelerdeki düşük ücret karşılığında fason üretim “çağdaş” köleliğin hayata geçirilmiş bir başka boyutu olmaktadır. Böyle bir ortamda, beş yıldızlı otel sayısı ile özel hapishane sayısının yarışmasında şaşılacak bir yan olmasa gerek! Sanayileşmiş ülkelerdeki çocuk cinayetlerinin yaklaşık dörtte üçünün ABD’de yaşanmış olması ise bir başka önemli sorunu oluşturmaktadır. Amerika, eşitsizliğin en fazla olduğu toplumlardan biri olma

özelliğini korumakla beraber, yirmi yıldır uygulanan neoliberal politikalar sonucu eşitsizlik tüm ülkelerde ciddi biçimde artmıştır. Dünya Bankası raporuna göre günde 750 milyon kişi yoksulluktan aç kalıyor, yaklaşık 1,3 milyar insan bir dolardan daha düşük gelirle yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Günde iki dolardan daha düşük bir gelirle yaşamını sürdürmeye çalışanların sayısı ise 2,7 milyara ulaşmıştır (Akkaya, 2007b).

Gerek 1 dolar gerekse 2 dolar yaklaşımı dünyadaki yoksulluğun boyutunu tam olarak yansıtmamaktadır. Çünkü bu ölçüt sadece en yoksul ülkeler için anlamlı olur. Türkiye ve Doğu Avrupa ülkeleri için bu ölçüt 4 dolar, gelişmiş ülkeler için de 14 dolar olarak alındığında gerçek biraz daha açıkça ortaya konmuş olur.

Doğu bloğunun çöküşü, sol partilerin birçok ülkede iktidarı kaybetmeleri, sendikaların gücünü zayıflatan yasal değişiklikler, bireyselleşme eğilimlerinin artışı, kadınların iş piyasasına artan oranda girişi, sendikaların değişen koşullara uyum sağlayamamalar, aşırı siyasileşmeleri veya belirli bir ideolojinin savunuculuğunu yapmaları sendikaları ciddi anlamda kimlik bunalımına sürükledi. Bu süreçte yeni liberal ekonomik akımın, sendikaları piyasa ekonomisinin önünde engel olarak görmesi, çokuluslu şirketlerin faaliyet alanlarının genişlemesi ve artan rekabetin, sendikalara karşı küresel saldırıları gündeme getirmesi, kapitalizmin küreselleşmesi sürecini ortaya çıkardı. 1974’deki ilk petrol krizinden sonra, 1980’lerin başlarında endüstrileşmiş ülkelerde kitlesel anlamda işsizlik probleminin ortaya çıkması, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1991’de Sovyet Birliğinin dağılması uluslar üstü sermayenin önündeki en önemli engelleri ortadan kaldırmış ve sınırsız hareket etme imkanı vermiştir (Yorgun, 2007b). Bu yeni dalga, soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte savaş sonrası ekonomik yükselişin sona ermesi, uluslararası yatırım, ticaret ve kredi ağlarıyla sınırlara tabi olmayan bütünsel bir küresel ekonomiye doğru bir süreci başlatarak bilinen bütün sosyal yapıları kendi rengine boyamıştır. Küreselleşen kapitalizm, kullandığı unsurlarla birlikte etkilediği alanlarda her türlü yerleşmiş kurallar ve ilişkileri de kökten etkileyerek yeni bir dünya düzeni kurmaya yönelmiştir.

Bu yeni ilişkiler ağında, küresel ekonominin çalışma hayatına etkileri değerlendirildiğinde bazı değişiklikler hemen kendini göstermiştir. Örneğin; işçi sınıfının homojen yapısı bozulmuş, yukarıda da ifade edildiği gibi artan kayıtdışı ekonominin hızla büyümesinin ötesinde, sektörel değişimlerin yaşanmasına sebep olmuş, kadın işgücü oranını artırmıştır. Ulaşım ve iletişimdeki köklü değişiklikler uluslar üstü sermayenin gücünü arttırırken, ulus-devletlerin ticari özerkliğini güç ve

kaynaklarını küçülmekte, devletin çalışma ilişkilerindeki düzenleyici rolü baskı altına alınmakta ve daraltılmakta, teknolojik ve sektörel değişim, üretim ve yönetim süreçlerindeki değişimler, aktörler arasındaki güç ilişkilerini bozmakta ve sendikal hareket zayıflamaktadır (Işıklı, 2003). Işıklı’nın ifadesiyle yeni dönemde ekonomide,

‘‘egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur’’ ilkesi yerine ‘‘egemenlik kayıtsız şartsız uluslararası sermayenindir’’ ilkesi egemen kılınmak istenmektedir. Yerel, ulusal ve ulusötesi işçi hareketleri de yeni süreçte yaşadığı depremin yaralarını sarma adına bu akımdan gerek yapısal ve gerekse düşünsel olarak etkilenmiştir.

Yeni akımın etkilerinin ilk etkileri 1991 yılında Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Dünya’da bloklaşma hareketinin de sona ermesi üzerine Dünya sendikalar Federasyonu (1945), Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (1949) ve Dünya Emek konfederasyonu (1968) arasında var olan ilkesel, amaç ve faaliyet farklılıkları giderek önemsiz hale gelmiş, buna karşılık aralarındaki benzerlikler giderek artmıştır (Turan, 1999a:27). Sendikalar sürecin yapısına uygun olarak farklılıkların üzerinden anlayış ve politikalar geliştirme yerine artık farklılıkların giderek kendini seyrelterek, ortak paydanın belirginleşip oradan hareketle stratejiler geliştirme yoluna girmiştir.