• Sonuç bulunamadı

Dahrendorf, Marxist modele uymayan bir sınıf çatışması teorisi ile orta boy teorilere katkıda bulunmaktadır. Dahrendorf’ta özel mülkiyet ve yönetim Marx'ta olduğu gibi aynı kişilerin elinde olmaktan çıkmıştır. Burjuvazinin mülkiyetini maaşlı teknokratlar yönetmekte bu da orta sınıfları ortadan kaldıracağı yerde güçlendirmektedir (Yücekök, 1987:53). Sonuç olarak Dahrendorf'un çatışmacı toplumu Marx da olduğu gibi sınıfsız toplumla sonuçlanmayacak fakat sonsuz bir sınıflar arası mücadeleyle sürüp gidecektir.

Dahrendorf'un sosyolojik ilgileri çok çeşitli ve farklıdır. O, özellikle sosyal sınıflara, çatışma teorisi ve rol teorisine yoğunlaşarak, Almanya'da demokrasiden dünyanın modernleşmesine kadar birçok farklı konuyla ilgilendi.

Dahrendorf'un temel çalışmaları şöyle sıralanabilir:

— Sanayi Toplumunda Sınıf ve Sınıf Çatışması(1959)

— Almanya’da Toplum ve Demokrasi(1967)

— Yeni Özgürlük(1975)

— Yaşam Şansları(1979)

Toplumsal düzen ve değişmenin temelini uzlaşmadan ziyade çatışmanın oluşturduğu fikri birçok farklı sosyolojik yaklaşımın, özellikle Marx ve Weber'in teorilerinin anahtar bir özelliğidir. Ralf Dahrendorf çatışma teorisini daha ileri götürür.

Marx ve Weber gibi, o da sınıf çatışmasını sanayi toplumlarında sosyal değişmenin temel dinamiği olarak tanımlar (Özkalp, 2004:137). Ancak o, Marx'tan farklı olarak, analizini üretim araçlarının mülkiyetine sahip olma ve olmama üzerine değil, güce ve özelde otorite konumlarına katılma ve bu konumlardan dışlanma üzerine kurar. Bu yaklaşım, ayrıca, Talcott Parsons'ın ve işlevselci sosyoloji okulunun uzlaşma teorilerine doğrudan bir alternatif olarak geliştirilmiştir. Onlar sosyolojik analizin toplumsal dayanışma ve değer uzlaşmasına odaklanması gerektiğini öne sürerken, Dahrendorf analizin değişme ve çatışmaya yoğunlaşması gerektiğini belirtir.

Bir organizasyonda gücü elinde tutan, kararlar alan, ücret ve istihdamı belirleyen ve kaynakların dağılımını yapan insanlar vardır. Bu güç kişisel olmayıp, onu elinde tutan kişinin konumuna bağlıdır. Bu görevliler bir otoriteye(Weber'in deyimiyle “meşru güce”) sahiplerdir. Güç sahipleri kendi konum, otorite ve kontrollerini sürdürme peşindeyken, güç veya otoriteye sahip olmayanlar onu elde etmeye veya en azından, güç kullanımına katılmadıkları durumlarda direnç göstermeye çalışırlar. Bu yüzden, istikrar içindeki demokratik toplumlarda bile sürekli bir güç mücadelesi vardır. Otorite konumunda bulunanlar -hatta okul müdürleri veya başbakanlar bile- memur ve öğrencilerden ya da muhalif politikacılar ve seçmenlerden gelebilecek sürekli bir direnişle yüz yüzedir (Poloma, 2007:130). Bu güç mücadelesi, Bakanlar Kurulu ve Parlamentodan bölge tenis kulübündeki ve hatta evdeki rekabet ve çatışmalara kadar, toplumun her düzeyinde gerçekleşir.

Dahrendorf üç grup tipi ayırır: Yarı-gruplar, çıkar grupları ve çatışma grupları.

Bu grup tiplerini ayrıca gevşek ilişkiler, ortak çıkarlar, toplumsal düzene fiilen meydan okuyan gruplar biçiminde yeniden sınıflandırır. Dahrendorf, Marx'ın aksine, Lümpen proletarya'nın nihayetinde ve kaçınılmaz olarak bir çatışma grubuna veya devrimci bir sınıfa dönüşeceğine inanmaz. Koşulların elverişli olması gerekir. Bu yüzden Dahrendorf'un teorisinde, çatışma, sürekli bir güç dengesi sayesinde statükonun temelini oluştururken, aynı zamanda toplumsal değişme ve gelişme oluşturma potansiyeline sahiptir (Slattery, 2008:24). Çatışmanın yoğun olduğu yer ve zamanlarda değişim köklü olabilir; ancak şiddet eşlik ettiğinde değişimin ani olması ihtimali yüksektir.

Toplumsal çatışma konusunda işlevselcilik ve hatta Marksizm'dekine benzer bir eylem programının, çözüm önerilerinin olmayışı, aksine, çatışma sadece doğal ve kaçınılmaz bir oluşum olarak görülür. Tıpkı yapısal-işlevselciliğin düzen ve istikrarı aşırı vurgulamakla eleştirilmesi gibi, çatışma teorisi de çatışma ve değişmeyi gereğinden fazla vurguladığı için eleştirilmiştir. İronik olan, işlevselciliğe yapılan eleştirilerin çoğunun aynı ölçüde çatışma teorisine de yöneltilmesidir: Dahrendorf'un sistemler ve yapılara vurgusu, kavramsal totolojileri, birey aktörün rolü ve önemini değerlendirme başarısızlığı. İroniktir ki, aynı şekilde Dahrendorf'un düşüncelerinin çoğunun kaynağının çatışma teorisinin babası Marx'ın görüşlerinden ziyade yapısal-işlevselcilik olduğu düşünülür (Poloma, 2007:132). İşlevselcilik gibi onun teorisi de, sosyolojinin hem değişme ve düzeni hem de çatışma ve uzlaşmayı ele alan ve tanımlayan bir teoriye ihtiyacını karşılayamamakla eleştirilmiştir.

Nitekim Dahrendorf'un analizi 1960'ların Marksist toplumsal çatışma ve parçalanma yaklaşımlarına gerçek bir alternatif sunarak ortaya çıkarken, analitik derinlikten yoksunluğu bu analizin sosyolojik etkisi ve kullanımını sınırlamıştır. Ancak yine de, çatışma teorisinin çizdiği resim görünüşte kontrol altında olmayan sürekli kargaşa içindeki bir toplum resmidir (Slattery, 2008:32). Böyle bir resmi onaylamak zordur, tıpkı yapısal-işlevselcilerin çizdiği mükemmel bir toplumsal düzen ve uyum resminde olduğu gibi çatışma teorisi diğer teorilerin tutarlılığı ve kapsamlılığından yoksundur ve bu yüzden modası geçmiş ve sonuç olarak kullanım süresi dolmuş görünmektedir.

Dahrendorf, ekonominin homo economicus’u ve psikolojinin gözlenemeyen motiflerden müteşekkil insanı yerine, sosyoloji homo sociologicus’u getirmektedir.

Homo sociologicus, “toplum içinde yaşayan ve rol üstlenen insan demektir” (Erkilet, 2007:147). İnsanı rol oynayan bir varlık olarak tanımlanması gerektiğine inanan Dahrendorf, bu düzenin ardındaki gerçek insanı aramakta ve rollerin ona zorla dayatılmasının etik değerler açısından tartışmasını yapmaktadır. Dahrendorf bu noktada toplumun insan için neyin iyi neyin kötü olduğu konusunda karar veremeyeceğini ifade ederken soruna çözüm noktasında yaklaşırken tespitlerinde de Weber’e yaklaşır. Bunun için farklı kaynaklara yönelmek ihtiyacı hisseden Dahrendorf; ahlakçı yönü ile daha çok Marksist kuramın önerilerine başvurmaktadır.

Weber, bilimin ahlâki kararlarımızda bize yardımcı olamayacağını öne sürerek değerden bağımsız sosyoloji anlayışına yönelmiş ve sosyolojinin açıklama bağlamında

kalması gerektiğine inanmıştır. Çıkış noktaları aynı olmakla beraber, Dahrendorf’un vardığı nokta farklıdır. O insan varsayımlarının kanıtlanamayacağından hareketle toplumu bir baskı aracı olarak tanımlamaya varmaktadır. Dahrendorf, toplumsal bağların evrensel insanı yutmasını engellemek gerekir. Bunun içinde toplumbilimci konu seçiminde bu hususları göz önünde bulundurmalı ve gerekirse politik değişimleri desteklemelidir demektedir. Marksist anlamdaki bir determinizmi de reddeden Dahrendorf, insan davranışlarının rol ilişkileri içinde ele alınması gerektiğini düşünür.

Bu noktada insan davranışlarının varsayımlar temelinde sayılmasına ya da belli formlara sokulmasına karşı çıkar. Bu konu Dahrendorf’un ahlakçı tarafını şiddetle rahatsız etmektedir. O, insanın özgür iradesinden toplumun zoruyla yoksun bırakıldığını, kısıtlandığını düşünür. Onun için, işlevselci kuramın homo sociologicus varsayımını kullanarak yola çıkan sosyolog, bunu çatışmacı kuramların zora dayalı toplum telakkileri ile bağdaştırmaya girişir. Burada insanlar (Marks’ın proleterleri gibi), çıkarlarının bilincinde olan ve bu amaçla düzeni değiştirmeye çalışan rasyonel-faydacı varlıklardır (Erkilet, 2007:150). Dahrendorf, gücün ve güce karşı koymanın diyalektiği tarihin itici gücüdür demektedir. Tarihin belli bir anında, güçlülerin çıkarlarından güçsüzlerin çıkarlarını kestirebiliriz, bu bize değişmenin yönünü verir diye düşünmektedir.

Dahrendorf özetle toplumsal yapının şu unsurlardan oluştuğunu söyler: Normlar paralelinde tanımlanmış boş pozisyonlar, belirli bir pozisyonu olmayan insan grupları (örneğin yeni yetişen nesiller) ve bu iki kategoriyi birbirine bağlayan tahsis, toplumsallaştırma ve tabakalaşma mekanizmaları. Dahrendorf’a göre güç ilişkileri ve buna bağlı olarak kristalleşen normlar sistemi, tabakalaşmanın yapısını biçimlendiren temel faktörlerdir. Dahrendorf, güç ve statünün, farklılaşmış olarak adlandırdığı bu yanının evrenselliğini kabul ettiği için kendini tutucu sosyologlar arasında saymaktadır.

Ancak konu normları belirleyen güç yapılarının( örgütlenmiş çıkar odaklarının) çözümlenmesi olunca, Dahrendorf’un radikal yönü ağır basmaya başlar. Bu açıdan kendini Marksist kurama yakın görmektedir. Çatışmacı yaklaşımı kabul eder yani güç dağılımındaki eşitsizliklerin toplumu düşman kamplara böleceğini ve bunların çatışması yoluyla yapısal değişmelerin meydana geleceğini varsayar. Dahrendorf’a göre bu bağlamda artık sınıf kuramının terimleriyle konuşulmalıdır (Poloma, 2007:133).

Görüldüğü gibi Marksist kurama yakınlaşmasıyla birlikte kavramları da aynılaşmaya başlamıştır.

Dahrendorf makro çözümlemelerden çok toplum bazında yapılacak çözümlemeler üzerinde durulması gerektiğini düşünmektedir. Sanayileşmiş Avrupa toplumlarının kapitalist dönem sonrası aldığı yeni şekilleri inceleyerek bir Sanayi Toplumu kuramına ulaşmaya çalışmıştır. Söz konusu toplum bir ideal tip kuruluşudur (Erkilet, 2007:154). Burada Weber’den farklı olarak hem kapitalist hem de sosyalist toplumların ortak niteliklerini ve sonuçlarını ele almaya çalışmasıdır. Dahrendorf bu incelemesi ile genel bir toplum kuramından ziyade sınıf kuramı oluşturmaya çalışmaktadır. Örgütlerin yapısından hareketle sınıfların genel kuramına varmaya çalışır.

Sosyal grupların meslekler mi, statüler mi, teknik işlevler mi yoksa sınıflar temelinde mi ele alınacağı konusunda bir ayrıştırmaya gidildiğinde, farklı sınıflardaki birey ve gruplar aynı noktada birleşeceği gibi, aynı sınıftaki birey ile gruplar da ayrılabilmektedirler. Sözgelimi, kol işçisi (otomotiv, demir çelik, petro-kimya, vs) ile hizmet emekçisini (büro elemanı, temizlikçi, şoför, hamal, vs) mesleklerinden ötürü kolaylıkla ayırabiliyoruz (Öngen, 1996: 33). Ne var ki, hizmet sektöründe çalışanları, hizmet ürettikleri için sınıfın kapsamına alan bir yaklaşım meslek ayrımını baştan olumsuzlayacaktır. Sınıfları işyerindeki otorite ilişkileri temelinde görmek isteyen Dahrendorf gibi çatışma kuramcılar sınıf literatüründe önemli bir yer edinmiş durumdalar.

Dahrendorf Marx’tan farklı olarak 19.yüzyıl yerine 20. Yüzyılın sanayi toplumlarının yapısını çözümlemeye çalışmaktadır. O’na göre Marx’ın döneminin sorunları zaman içerisinde çözümlenmiş, en azından bunların doğurduğu zararlar telafi edilmeye çalışılmıştır. Bu nedenle, Marksist hipotezlerin tamamını savunmak söz konusu olamaz. Yapılması gereken, çağdaş toplumun yapısına uygun olmayan hipotezlerin elenmesi veya yerlerine daha tutarlı olanların konulmasıdır. Bu suretle hem Marksist olan hem de Marx’ı revize eden yeni değişme kuramı inşa edilebilir.

Dahrendorf, bu düşüncelerden hareketle şu hipotezleri ortaya atmıştır (Erkilet, 2007:

162);

1-Çatışmaların tümünün sınıf çatışmasına indirgenmesi doğru değildir. Sınıf çatışmalarının, toplumsal çatışmaların bir türü olarak kabul edilmesi gerekir. O’na göre diğer çatışma türleri “kısmî ve sektörel çatışmalardır.” Azınlıkların oluşturduğu sorunlardan kaynaklanan çatışmalar kısmî, kent ve kır sektörleri arasındaki çatışmalar ise sektörel çatışmalardır. Elbette ki bu üç çatışma türü içerisinde sınıf çatışmaları,

sosyolojik çözümleme bakımından daha önemlidir. Dahrendof da bu nedenle sınıf çatışmalarına odaklanmıştır.

2-Sanayi toplumlarının en önemli özelliği, üretim alanının toplumun öteki birimlerinden ayrılmış olmasıdır. Modern sanayi toplumlarının farklılaşmış yapısı içerisindeki bireyler, üretim ilişkilerinden çok tüketim standartlarına göre değerlendirilmektedir. Dahrendorf söz konusu gelişmelerin Marksist sınıf kuramını sarstığını düşünürken, mevcut yapının üretim ilişkilerinden kaynaklanan sınıf çatışmalarından farklı, yeni sorunlara konu olduğu kanaatindedir. Bu yönü ile de marksist kuramı aşar. Ancak Dahrendorf; çağdaş toplumun gösterdiği gelişmeler sınıfların ortadan kalkmasına yetmez, bu nedenle yeni bir sınıf çatışması kuramı geliştirilmelidir şeklindeki düşüncesiyle diğer toplumbilimcilerden ayrılır.

3-Artık Avrupa’da işçi sınıfının talepleri meşru kabul edilmeye başlanmış, bu talepler karşılıklı tartışma yoluyla çözülmesi için gerekli normatif yapılar kurulmaya çalışılmakta, eskiden olduğu gibi bastırılıp yok edilmemektedir. Aksine, oyunu kurallarına göre oynayıp, toplu pazarlık, arabuluculuk ve uzlaştırma gibi kurumlar tesis edilerek, tarafların çıkarlarının en rasyonel noktada uzlaştırılması esasına göre hareket edilmeye çalışılmaktadır. Bu nedenle söz konusu kurumlar, tarafların haklarını belirleyen kural ve adetlerin varlığını gerektirir. İki taraf ta buna uymalıdır. Bu da Marksist diyalektiğin işlemediği yepyeni bir sınıf ilişkileri oluşumuna işaret etmektedir.

4-Zaten aksini iddia etmek mümkün değildi, çünkü bütün sınıf çatışmalarının devrimle sonuçlanacağını söylemek sistemlerin aslen statik olduğunu kabul etmek demektir. Geçen birkaç on yılda meydana gelen toplumsal gelişmeler, toplumsal değişmelerin kaçınılmazlığını ve tedriciliğini ve değişmenin daima devrimci olması gerektiği yolundaki iddianın savunulamayacağını kanıtlamaktadır. Çatışmanın devrimci karakteri evrensel değildir; belirli tarihsel koşullara bağlı olarak ileri sürülebilir. Kanun halinde öne sürülemez.

Marx, toplumsal sınıfları üretim ilişkilerindeki ortak objektif koşullara bağlı olarak tanımlamaktadır. Üretim biriminde, mülkiyet hakkının sonucu olarak gelişen otorite ilişkileri çerçevesinde iki sınıf teşekkül eder. Üretim araçlarına- dolaysıyla otoriteye- sahip olanlar ve olmayanlar. Bu ayrım, kapitalist sistemin kendine özgü yapısının temelini teşkil eder. Her dönemde var olan mülkiyet kurumu, emek ve sermayenin karşılaşması şeklini aldığında kapitalist sistem ortaya çıkacaktır.

Dahrendorf, Marx’ın, sınıf kavramını doğrudan mülkiyet ilişkilerine mi yoksa otorite

ilişkilerinin sonucu olarak mülkiyet ilişkilerine mi bağladığının cevaplandırılması zor bir soru olduğunu öne sürmüştür.

3. SENDİKAL KURAMLAR VE YAKLAŞIMLAR

Geleneksel yaşama düzeyinden modern yaşama düzeyine yönelmiş toplumların nüfuslarının önemli bir kısmında beliren geniş kapsamlı değişme sürecine toplumsal mobilizasyon denir. Bir modernleşme teorisi de olan bu ifade Kari Deutsch'a aittir.

Sosyal mobilizasyon kavramı; içine, üretim ilişkilerindeki değişiklikleri, sosyal güçlerde meydana gelen değişiklikleri, meslek değişikliklerini, toplumsal yerleşmedeki değişiklikleri, kurumlardaki, rollerdeki, davranışlardaki, ihtiyaçlardaki ve geleneklerdeki değişiklikleri alır (Ergil, 1994:30–34). Bütün bunlar sırasıyla siyasal davranışı etkiler ve değiştirir. Bu değişiklik sonucu eski toplumsal, psikolojik, ekonomik bağlılıklar yıkılır ve toplum yeni toplumsal davranış kalıplarını benimsemeye hazır olur.

Toplumsal mobilizasyon beraberinde geniş bir "siyasallaşmış" vatandaş topluluğu getirir. Bu topluluğun hacmi büyüdükçe siyasal kurumların ve işlemlerin değişmesi için gittikçe büyüyen bir baskı başlar. Bunun diğer bir sonucu olarak da siyasal sürece yönünü veren insan ihtiyaçlarında bir değişiklik olur. Bu değişiklik siyasal süreci de etkileyip değiştirecektir. İnsanların ilgileri mahalli bölgelerden ulusal düzeye çıktıkça, eski örf, adet ve geleneklerini terkedip mesleklerinde ve yaşadıkları yerlerde değişmeler meydana gelince ihtiyaçlarında da belirgin bir değişme olacaktır (Ergil, 1994:35–36). Toplum böylesine gelişip değiştikçe ve atomize hale dönüştükçe kişi toplum içinde giderek önemini kaybedecek, devasa kuruluşlar, büyük şehirler ve gayri şahsi, ulaşılması zor siyasal yapı karşısında cüceleşecektir. İşte böyle bir ortamın doğal sonucu örgütlenme olayının hız kazanmasıdır.

İşçi sınıfı tarihinde, mücadele içinde ya da “ kendisi için sınıf” aşamasına belirli eylem türleri ile hareket biçimlerini ortaklaştırarak, sonraki kuşaklara aktarmak suretiyle gelmişti. İşçi sınıfı, hareket tarzlarını, sınıf taktik ve stratejilerinin genelliklerini tarihsel süreçte sınayıp onaylayarak benimsemiş ve mücadele kültürüne yazmıştır (Güzel, 1996:21). Şehmus Güzel bunları, daha ziyade Türkiye örneğini gözlemleyerek toparlamış; iş yavaşlatmak, işi aksatmak, devamsızlık, verimsiz çalışmak, sık sık doktora gitmek(viziteye çıkmak), sakal uzatmak, işvereni veya işveren temsilcilerini iş

dışında darp ederek tehdit etmek, vs. işçi eylemlerini belirlemiştir. Ve bunların içinde en örgütlü, en düzenli olanının “Grev” olduğunu ifade etmiştir. O’na göre bu sözcük 19.

asrın ürünü olarak hafızalara kazınmıştır.

19. yüzyılın bir yöntemi olarak yaygınlaşan greve öncülük eden iş bırakma eyleminin kökeni çok eskilere gitmektedir. Şehmus Güzel kapsamlı bir şekilde grevi tarif ederken sendikanın da bir nevi genel geçer kabul edilen sınırlarını da çiziyordu.

Güzel’e göre grev; çalışanların yaşam ve çalışma koşullarını korumak, bu koşullarda iyileştirme ve düzeltmeler sağlamak amacıyla işverenler ve işverenlerin oluşturduğu kapitalist sınıfa karşı ya da kamu kuruluşlarına karşı yapılan eylem türlülüğüdür. Bu eylem türlülüğü, karşı sınıfın kararları üzerinde, diğer baskı gruplarının yaptığı gibi, baskı yapmak amacıyla, belirli veya belirsiz bir süre için gönüllü olarak, topluca ve birlikte bir hareketliliği ifade eder. İçerik itibariyle ise, ekonomik alanda bir işyeri, işkolu veya bütün işkollarında, coğrafi alanda bir semt, kent, bölge veya tüm bir ülkede işi yavaşlatma, önemli ölçüde aksatma ya da tümüyle durdurma eylemidir. Güzel “işçi örgütlenmesi” kavramını ise; “İşçilerin dernek, komite, sendika ve partilerde bir araya gelmeleri, ekonomik, toplumsal ve siyasi sorunlarına birlikte çözüm yolları aramaları, belli program ve düzenler içinde amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmaları olgusuydu.”(Güzel, 1996:22), şeklinde tanımlamaktadır.

Akçaylı, kendiliğinden(spontane) olarak geliştiği belirtilen örgütlenme sürecine teorik açılımlar getirmeye çalışmıştır. O’na göre genel ve özel şeklinde ikili bir ayrımla ele aldığı sendika teorisinden birincisi “Genel Sendika Teorisi”, ikincisi ise “Özel Sendika Teorisi”dir(Akçaylı, 1983: 2–16).