• Sonuç bulunamadı

Endüstri ilişkileri, sanayileşmenin bir ürünü olan, işçi ve işveren arasındaki bireysel ilişkilerden örgütlü gruplar arasındaki ilişkilere geçişle ortaya çıkan, devletin az veya çok müdahale ettiği, merkezinde bölüşümün ve çalışma koşullarının yer aldığı toplu pazarlıklara dayalı olan emek ile sermaye örgütleri arasındaki kurumsallaşmış ilişkileri ifade etmektedir. Devlet - işçi örgütü - işveren örgütü veya işveren arasında kurumsal, işçi - işveren arasında bireysel olarak yürütülen ilişkileri inceler. Tarafların her biri aktif rol üstleniyorsa sosyal diyalog vardır. Taraflardan her hangi birinin olmaması endüstri ilişkileri sistemini etkiler. Tarih olarak sanayi devriminin belli bir noktasından sonra başlar. Endüstri ilişkilerini etkileyen faktörler; yasal, siyasi, tarihi, ekonomik, sosyo-kültürel, coğrafi ve uluslararası faktörler olarak sıralanabilir. Endüstri ilişkileri tarafları (işverenler, işletme yöneticileri, işçiler, sendikalar, hükümet) arasında var olan gerilimi ve çatışmayı çözmek ve uzlaşmacı bir yol bulmak için kullanılan stratejiler, teknikler ve metotlardır. Geçmişten bugüne endüstri ilişkilerine bakıldığında sistemin değiştiği düşüncesinde birçok araştırmacı ve uzman hem fikirdir fakat bu sistemin dönüştüğüne yani radikal değişiklikler içerisine girip, şekil değiştirdiğine yönelik de inançlar ve tezler mevcuttur. Bir devletin sosyal devlet görevini yerine getirebilmesi için endüstri ilişkileri sisteminin oturmuş olması gerekir (Kağnıcıoğlu, 1999:21–24). Kağnıcıoğlu bunun tartılabileceğini, ama için çok da uzaklara gitmeye hiç gerek olmadığını söyler. O’na göre sistemin tarafları eğer olması gereken dengeyi sağlayamıyorsa, bu durumdan zararlı çıkan sadece yine sistemin içindeki bir taraf olan emekçiler olacaktır.

Endüstri ilişkileri sistemi, siyasi ve iktisadi sistemin bir alt sistemi olarak bu değişimlerden büyük ölçüde payını almaktadır. Giderek yoğunluk kazanan uluslararası

rekabet, liberal pazar ekonomileri ile ortaya çıkan ekonomideki yapısal değişmeler, teknolojik gelişmelerin beraberinde getirdiği istihdam sorunları, istihdamın dağılımında ve işgücünün nitelik yapısındaki farklılaşma, endüstri ilişkileri sistemini derinden sarsmaktadır. Batı endüstri ilişkileri sisteminin 1970’li yıllarda başlayan ve 1980’li yıllarda giderek belirgin hale gelen yeni bir eğilim içine girdiği ve yeniden yapılandırılmaya çalışıldığı gözlenmektedir. Uluslararası ekonomik çevre şartlarının değişmesiyle ortaya çıkan bu dönüşüm sürecinde, sanayileşmiş ülkelerde istihdamın sanayiden hizmetler kesimine kaymasına ve beyaz yakalıların sayısındaki artışa neden olmuştur. İlaveten teknolojik gelişmeler ve buna bağlı olarak iş organizasyonlarının değişime uğraması, artan işsizlik, esnek üretim ve yönetim tekniklerinin uygulanmaya başlaması, bireysel beklentilerin kolektif beklentilerin üzerine çıkması, emek piyasası koşullarının işçiler aleyhine değişmesi ve işverenlerin endüstri ilişkilerindeki inisiyatiflerini üst seviyelere çıkarmıştır (Kocabaş, 2004:35). Bu yeniden yapılanma süreci, yeni farklı dönemlerin endüstri ilişkilerinde ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Endüstri ilişkileri; serbest dönem, müdahaleci dönem ve esneklik dönemi olarak genellikle üç ana döneme ayrılarak incelenmektedir. Serbest dönemde arz ve talep dengesine göre oluşan kurallar ve şartlar temel belirleyici iken, müdahaleci dönemde devletin düzenleyici ve koruyucu gücü ile işçiler lehine düzenlenmiş kurallar ve şartlar ön plana çıkmıştır. Müdahale döneminde devletin endüstri ilişkileri sistemindeki rolünün artmasıyla birlikte, işçiyi koruyucu boyutu ön plana çıkmıştır. Son yıllarda devletin işçileri koruyucu rolü ve katı yasal düzenlemeler; ekonomik, sosyal ve siyasal alanda yaşanan gelişmeler tartışma konusu olmuş ve devlet müdahalesinin azaltılmasına yönelik talepler esneklik dönemini gündeme getirmiştir. Sanayileşmenin evrenselliğinden hareket edilerek, endüstri ilişkileri sistemlerinin sahip oldukları farkların azalacağı tahmin edilmiş ve bu gelişmeyi ifade etmek üzere “yakınlaştırma tezi” gündeme getirilmiştir (Yorgun, 2007a:4). Bu politikaların sonucu işgücü “merkez”

ve “çevre” işçiler olarak iki gruba ayrılmıştır. Merkez işçiler sendikalı ve âdem-i merkeziyetçi bir toplu pazarlık içinde kalırken, çevre işçiler ferdi sözleşmeye dayalı ve sendikasız olarak çalışmaktadır.

Endüstri ilişkileri sisteminin değişim ve dönüşüm yönüne baktığımızda bu gerçeği tespit etmek mümkündür. Marx’ın sınıf savaşımına dayalı bakışı ve Webbler’in işçi ücretlerini ve çalışma şartlarını rekabet dışı bırakma anlayışı yerini, Wisconsin ekolünün “Endüstri ilişkilerindeki siyasal hareketlerin zamanla ekonomik hareketlere

dönüşeceği” teorisine bırakmaktadır (Yorgun, 2007a:6). Endüstri ilişkilerindeki uzlaşmacı eğilimlerin son yıllarda hızla arttığı bir gerçektir; ancak uzlaşmanın bir kabulden çok mecburiyetten ortaya çıktığı iddiaları da dikkatten kaçmamaktadır.

Son dönem endüstri ilişkileri anlayışında toplum merkezli olmaktan birey merkezli olma yönünde bir gelişme söz konusu. Hatta bu sürecin sendikasız endüstri ilişkileri noktasına doğru gittiği de ifade edilmektedir. Yönetim etkinliğini ön plana çıkaran görüşlere karşın sendika endüstri ilişkileri değerler dizisi sendikaların, yönetimin ve hükümetin çıkarlarını bir denge halinde temsil edilmesini sağlamaya çalışmaktadır. “Çatışma, çoğulculuk, çıkar farklılığı ve hoşnutsuzluk eski endüstri ilişkileri paradigmasının temel varsayımlarıyken; işbirliği, katılım, esneklik ve memnuniyetin yeni endüstri ilişkileri paradigmasının temel varsayımları olduğu belirtilmektedir” (Yorgun, 2007a:28). Ayrıca gelişen teknoloji ve değişen işgücü niteliği, beraberinde mevcut istihdam yapısının yaş olarak genç nüfus yapısına sahip olma zorunluluğu doğurmasına ve eğilimin de bu yönde olmasına rağmen 45 yaş üstü grupların istihdam içindeki payı yükselme eğilimindedir. Bunun iki nedeni olduğu düşünülmektedir. İlki, “birey”in vasıf gerektiren işler için uzun süre eğitim alma ihtiyacının olması, diğeri ise meslek içi eğitimin giderek yaygınlaşması nedeniyle daha uzun soluklu çalışma durumunun ortaya çıkmasıdır (Kurtulmuş, 1996:154–157).

Böylece, yeni genç elemanların işe alınması yerine, teknolojiye eski çalışanların teknolojiye adapte edilerek uzun süre firmada kalmalarını sağlanmaktadır. Bu da yaş seviyesinin yükselme eğilimine neden olmaktadır.

Yaşanan süreçte sendikal açıdan ortaya çıkan olumsuzluklara karşın Munck, genel olarak güvenlikten yoksun olma durumunun haddinden fazla kötüye yorulduğu kanaatinde. Yaşanmakta olan toplumsal dönüşümlerin muhakkak olumsuz sonuçlar doğuracağına hükmetmek hata olur. Örneğin işgücü esnekliği genelde işçiler için zararlı bir süreç olsa da bazı olumlu açılardan da görülebilir. Beck’in bahsettiği farklılaşma ve belirsizlik kavramları her zaman olumsuz anlamlar içermeyebilir, belki de bunlar modernizmin artık toplumu düzenleyen bir ilke olmayacağının işaretidir (Munck, 2003:19). Dünya işçilerinin büyük bir çoğunluğu açısından çalışma zaten her zaman düzensiz olmuştur ve küreselleşmenin yaptığı bu gerçeği genele yaymaktır.

Munck, emeğin dünyasının diğer toplumsal hareketlerin küreselleşme karşıtı ya da taraftarı olmak yerine, küreselleşmenin bir süreç olarak karmaşıklığını anlamaları gerektiğini düşünüyor (Munck, 2003:20). 1980’li yılların başında Dünya Bankası’nın

kalkınmayı bir ulusal iktisadi büyüme süreci olarak görmeyi bırakıp kapitalist piyasaya katılma ve eklemlenme ile eşdeğer bir kavram olarak kabul ettiğine görülür. Böylece küreselleşme projesi geniş iktisadi, siyasi, toplumsal ve kültürel etkileri olan bir değerler dizisi değişikliği oluşturarak II. Dünya Savaşı sonrası modernleşme projesinin yerini aldı. Günümüzdeki haliyle küreselleşme, proleteryanın yayılmasından çok bilgisayarların yayılmasına dayanan bir süreçtir.

Küreselleşme taraftarı ya da tam karşıtlığı ikileminin de sorgulanması gerektiğini belirten Munck, emek ve toplumsal hareketlerin küreselleşme ile olan ilişkisini ele alan pek çok platformda bu basit “taraftar ya da karşı” olma seçeneğiyle baş başa bırakılmaya çalışıldığını söyler. O’na göre küreselleşme devam eden bir süreç ve onu durdurmaya çalışmak tamamıyla sonuçsuz bir stratejik çıkmaz bir yoldur. Bu konuda “mecburiyetçi” yaklaşımı irdeler ve mecburiyetçi varsayımların, bizi yazılı kanunlara benzer birtakım güçler tarafından oluşturulmuş, dışına çıkılması imkânsız toplumsal kurallar çerçevesinde yaşayan kuklalar olarak gördüğünü belirtir. Aynen Marx’ta olduğu gibi, ne hukuk benzeri ne de doğal bir olgu olan küreselleşme gibi bir süreçle karşı karşıya gelindiğinde kendisini seçeneksiz biri olarak gören “yanlış mecburiyetçilik” yaklaşımından kaçınılması gerektiğini söyler (Munck, 2003:36–38).

Munck, aşağıdan küreselleşme konusunda da “Seattle Savaşı”na sıklıkla dem vurur.

Munck aşağıdan küreselleşme yaklaşımının çoğun içeriğine katılmasa da mücadeleci yapısı dolaysıyla ilgi duymaktadır. Küreselleşme, uluslararasılaştırıcı etkisi çok daha yoğun olan bir süreç ve bu süreçle mücadele eden hareketler de daha çeşitli.

Küreselleşmeye karşı sadece emek hareketi değil, çoğulcu, hatta “yapısalcı”

hareketlerin pek çoğu da mücadeleye girmek istiyor (Munck, 2003:39). Polanyi’nin

“Sosyalizmin esasen uygarlığın doğasında bulunan bir eğilim olduğunu” ifade ederek, bu eğilimin kendi kurallarına göre işleyen piyasayı, bilinçli olarak demokratik topluma bağımlı kılarak aşmaya çalıştığını belirtir.

Kapitalizmin uluslararasılaşması ile kastedilen, kapitalizmin, hem de başta kamu kesimi olmak üzere bugüne kadar egemen olmadığı sektörleri de kapsayarak içsel yayılmasıdır (Erdoğdu, 2003:253). Bu anlamda özelleştirme, küreselleşmenin esas özelliğidir.

Küreselleşmenin nasıl yorumlanması gerektiği üzerine değerlendirme yapan Koray, kültürel değişimin ön plana çıkarılmasına değinir. Küreselleşmeyi kapitalizmin veya piyasanın bir evresi olarak açıklayan yorumları kültürü, kültürel farklılıkları göz

ardı ettikleri için eleştirmekte ve bugünkü küreselleşme sürecinin kültürel bir dönüşümle açıklanabileceğini ileri sürmektedir (Koray, 2003:48). Küreselleşme kavramının ortaya çıkmasına kadar tüm değişmeler modernleşme kavramıyla açıklanmaya çalışılırdı. Şimdi ise değişimler karşısında birlikte rekabete girmesi, aslında küreselleşmenin, modernleşmenin ya da modernizmin hayatın her alanında genelleşmenin adı olarak karşımıza çıkmasına neden olmuştur (Orçan, 2004:208–209).

Bu süreçte önemli olanın, küreselleşmenin ne olduğunun ötesinde karşısında nasıl durulacağının, nasıl karşılanacağının da bilinmesidir. Bilinçli olma durumun, olası olumsuzluklardan en az etkilenmeyi sağlayacağı düşüncesi son dönemlerde sıkça dile getirilen hususlardandır.

Yüksel Akkaya ise, günümüzdeki küreselleşme olarak adlandırılan yeni sürecin, emeğin sömürüsünün yoğunlaştırdığını, işçi sınıfının etkisizleştirilmeğe çalışıldığı bir olgu olarak, etkisini girdiği her alanda duyurduğunu belirtir (Akkaya, 2003b:221).

Türkiye de bu süreçten farklı boyutlarda etkilenmiş, işçi sınıfının yapısı üzerinde gözlemlenebilir değişimler meydana gelmiştir. Dün olduğu gibi bugün de üretim ve emek süreçlerine bağlı olarak işçi sınıfının yapısı değişmektedir. Yapılması gereken sınıfın sonunu ilan etmek değil, bu değişimin boyutlarını nicel ve nitel açıdan ortaya koyarak, sonuçlarını değerlendirmek ve bu sonuçlara yönelik politikaları belirlemektir

Yeni kapitalizm modelinin temelinde Fordist emek süreci ve refah devleti yatar.

Taylorizm, ancak Fordizm’e dönüştürülebildiği zaman iyi, yaygın ve bilinir bir hale geldi. Antonio Gramsci’ye göre, Fordizm’in amacı “organik ve iyice eklemlenmiş yetenekli bir işgücü ya da uzmanlaşmış işçilerden oluşan birtakım oluşturmaktı ki bu hiçbir zaman kolay olmamıştı. Gramsci’ye göre Fordizm, bir tarafta yüksek ücretler ve bununla birlikte yükselen yaşam standartları, diğer tarafta daha önce eşi görülmemiş bir kas ve zihin gücü kullanımı gerektiren yeni çalışma süreçleriyle son derece tutarlıdır.

Böylece başlangıcından itibaren Fordizm hem bir kapitalist üretim biçimi, hem de bir tüketim tarzıdır. Büyük bunalımdan geriye bir şey kaldıysa o da refah devleti, yani kapitalist toplumun genel ücret kazanma yapısının dışına düşenler için bir güvenlik ağıdır. Refah devleti gelişmiş kapitalist ülkelerde bile yoksulluğu tamamen ortadan kaldırmayı başaramadı ama 1930’ların “laissez-faire” kapitalizmini kökten bir şekilde yenileyerek onun “insani bir yüz”e sahip olmasını sağladı. Refah devleti ancak neoliberal çağın gelişiminden sonra geriye dönüp bakıldığında bazı olumlu yönleri de olan bir sistem olarak görüldü. Refah devleti çalışan kesimler için mutlak iyi değildi.

Bir görüşe göre, en parlak günlerinde bile, bu kavramın halkın desteğini almak ve çalışan kesimlerin sorunsuz bir şekilde “yeniden oluşturulmasını” sağlamak üzere şekillendirildiği öne sürülür (Munck, 2003:48–50). Bu kavram, okullar, konut kooperatifleri ve aile gibi devletin bir parçası; ordu, polis ve benzerlerinin oluşturduğu

”devletin baskı aygıtları”na karşılık gelen devletin ideolojik bir aygıtı olarak algılandı.

Uygulamalar, isyankâr işçi sınıfını terbiye etmek üzere bir nevi “kadife eldiven içinde demir yumruk” gibi görülüyordu. Munck, yazarların arasında, refah devletini özgürlükçülüğe kesin bir saldırı olarak görmedikleri durumlarda bile refah devletinin olumsuz yanlarının üzerine basa basa ortaya koymaya yönelik bir eğilimin varlığından söz eder.

Yüksel Akaya, sonuç itibariyle küreselleşme sürecinin asıl tahribatını, ücretlerde, çalışma koşullarında değil, işçi sınıfının karakterinde yaptığını belirtir (Akkaya, 2003b:232). O’na göre işçi sınıfı son yirmi yıl tam bir karakter aşınması yaşamıştır. Her şeyin esnekleştirilmeye çalışıldığı bu süreçte, kapitalizm kadar işçi sınıfı da esnekleştirilmiştir. Her an değişime hazır olmaları, sürekli olarak risk almaları, düzenlemelere ve biçimsel prosedürlere giderek daha az bağlı kalmaları istenen işçiler güvensiz, kaygılı, gelecek korkusu içinde olan bir kitleye dönüştürülmeye başlanmıştır.