• Sonuç bulunamadı

Bir toplumda, toplumun bazı üyelerinin uğraşının, ötekilerin uğraşı ile çatıştığı, toplumsal yaşantının çelişkilerle dolu olduğu ve tarihin, uluslar ve toplumların kendi içerisinde olduğu kadar, uluslarla toplumların arasında da bir savaşımın olduğu bilinen durumdur. Ve yine bunun yanında, birbiri ardından gelen devrim ve gericilik, barış ve savaş, durgunluk ve hızlı ilerleme ya da düşüş dönemlerini ortaya koyduğu da herkesçe bilinmektedir. Marksizm, görünüşteki bu dolambaç ve kargaşayı yöneten yasaların bulunması için bir kılavuz, yani sınıf savaşımının teorisini sağlamıştır. Belli bir toplumun ya da toplumlar grubunun bütün üyelerinin uğraşıları toplamının

incelenmesiyledir ki, bu uğraşıların sonucunun bilimsel bir açıklamasına ulaşılabilir. Şu halde çatışma halindeki uğraşılar, her toplumun bölünmüş olduğu sınıfların yaşam biçimi ve konumlarındaki farklılıklarından gelmektedir. Büyük Fransız Devriminden beri, Avrupa tarihi, bir dizi ülkede, olayların altında yatan gerçek şeyin ne olduğunu etkili bir biçimde açığa çıkarmıştır. Sınıf savaşımları. Fransa'da Restorasyon dönemi, daha o zamandan olup bitenleri toparlarken sınıf savaşımının bütün Fransız tarihinin anahtarı olduğunu kabul etmek zorunda kalan bir kısım tarihçiler (Thierry(1795-1856);

Guizot(1787-1874); Mignet(1796-1884); Thiers(1797–1877))’in ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Marxist görüş toplumun temel birimleri olarak kurumları değil, sınıfları kabullenir. Toplumsal değişme mekanizması da bu sınıflar arası çatışmalar bakımından birbiri ardından gelen aşamalardan geçer. Her aşamada çatışan sınıflar değişmiştir.

Sonunda sınıfların ve çatışmanın ortadan kalkmasıyla toplum göreli dengeye erişir.

Günümüze kadar var olagelen bütün toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir. İlkel üretim biçiminden ve yapılanmasından-lonca’dan orta sınıf imalatçı düzenine geçmiş-yeni üretim ve işbölümü düzenine geçildi. Bu arada pazarlar genişliyor, talep artıyor ve imalat yetişmiyordu. Yaşanan devrimde imalatın yerini devasa bir modern sanayisi, sanayici orta sınıfın yerini sanayici milyonerler, bütün bir sanayi ordusu kumandanlarının yerini modern burjuvazi aldı. Gelişen burjuvazinin katalizörü, ticarette deniz ve kara ulaşımındaki gelişme oldu. Özellikle demiryolu gelişmişliğinin ölçütüydü.

Sermayesini büyüten burjuvazi orta çağdan kalan her sınıfı tarihin derinliklerine gömdü (Bottomore;Rubel, 2006:168–169). Modern burjuvazinin bu devrimler dizisinin her adımı, bu sınıf adına bir siyasi ilerleme eşlik etmiştir. Marx’a göre burjuvazi, feodalitede asiller tarafından ezilen, orta çağda silahlı ve kendi kendini yöneten bir birliğe dönüşen; Almanya ve İtalya’da olduğu gibi bağımsız bir kent cumhuriyeti, Fransa’daki gibi krallığın vergi veren “üçüncü zümresi” olan kesimdi. İmalat sürecinde asillere karşı bir denge unsuru olarak mutlak veya yarı feodal kralların emrine giren, geneldeyse büyük krallıkların kilit taşı olan burjuvazi, modern sanayinin ve dünya pazarının kurulmasıyla birlikte, nihayet kaleyi fethetti ve Modern Temsili Devlet’te münhasıran egemenlik oldu. Modern Devlet’te yürütme, bir bütün olarak burjuvazinin ortak işlerini takip eden bir komisyondan başka bir şey değildir.

Marx, toplum yapısını büyük ölçüde altyapının belirlediğini savunur. O’na göre ekonomik ilişkiler bu ilişkilerde bulunanların iradeleri dışında meydana gelir ve

toplumun maddi üretim araçları ile belirlenir. Bu üretim araçları daha önceki üretim araçlarına göre kurulmuş olan üretim ilişkileri düzeni ile çatışmaya girer. Her bir yeni üretim biçimi yeni bir sınıfı ve yeni bir ideolojiyi oluşturur. Bu yeni sınıf ve ideoloji eski toplumsal yapıyı yeni üretim biçimine uygun olarak değiştirir. Böylece Marx, toplumsal değişmeyi toplumun kendi içinden, üretim biçimi ve güçlerine bağlı olarak meydana gelen çatışmaya bağlar. İnsanlık kaçınılmaz bir şekilde üretim ilişkilerine bağlı olarak sınıf çatışmalarının belirlediği belli devrelerden geçmek zorundadır.

Kölelik, derebeylik, burjuva toplumu ve komünist toplum insanlık tarihinin üretim güç ve biçimleriyle belirlenen kaçınılmaz gelişme aşamalarıdır. Marx böylece gerekirci ve evrimci olmaktadır. “Mademki insan çevresindeki koşullar tarafından etkileniyor, o halde bu koşular insanoğlunun eliyle biçimlendirilmelidir” (Marx, 1997:322).

Marx’tan sonra Lenin, komünizmin iki aşamalı gelişmesini daha belirgin hale koyar. Birinci aşamada proleterya diktatörlüğü toplumu, komünizme geçişi hazırlayacaktır. “Herkesten yeteneği ölçüsünde alındığı ve herkese ürettiği ölçüde verildiği” bu devrede sınıf farkları yavaş yavaş proleterlerin diktatörlüğü altında ortadan kalkacak, sonunda sınıfsız toplum gerçekleşecek, devlet yok olacak ve komünist bölüm meydana getirilmiş olacaktır. Marx, doğu toplumlarının tarihsel değişim yasalarını batı toplumları için geliştirilen şemaya uymadığını görerek doğu toplumları için farklı bir üretmeye çalıştı ve tezine “Asya Tipi Üretim Tarzı” adını verdi. Tezin odak noktası, batı toplumlarında geçerli olan evrim yasalarının Doğu toplumlarında geçerli olmamasıydı.

Batı toplumları ilkel toplumlardan köleci topluma, köleci toplumdan feodal topluma, feodal toplumdan kapitalist topluma evrildiği; kapitalist toplumdan da sosyalist topluma evrileceği ve sonunda insanlığın “özgürlük cennetine” ulaşacağı tezini savunuyordu.

Hegel’in ünlü tez, antitez, sentez teorisini kendi teorisine katarak her toplumsal yapının bünyesinde antitezini barındırdığı, dolaysıyla tez anti tez arasındaki çatışma sonucu bir sentezin ortaya çıkaracağı; bu yasanın insanlığın komünist topluma ulaşıncaya kadar süreceği; o aşamada “tarihin sonu” nun geleceğini ileri sürüyordu. Toplumların evrilmesini sağlayan dinamik ise “sınıf çatışması” idi (Duran, 1995:58–59). Marx doğu ile batı arasındaki üretim tarzı farkına dayalı tezinde doğu toplumunun gelişiminin batı toplumundan farklı olacağını savunur. Çünkü Asya toplumlarında devlet “gerçek toprak sahibi” idi. Ve coğrafi koşullarının etkisinin devletin müdahaleci gücünü gerekli kıldığını ifade ederek batıdaki gibi feodal bölünmelerin mümkün olmayacağı tezine işliyordu.

Marx ve Engels, bu tip üretim tarzında sömürünün nasıl işlediği üzerinde durmuştur. Gerek coğrafi koşullar ve gerekse kaynakların kullanım şartları, ihtiyaçların giderilmesinde ortaya “işlevler iktidarı”nı ortaya çıkarır. Bu iktidar oluşumu işlevin gereği icabınca bir hâkim sınıfın ortaya çıkmasına ortam hazırlar (Duran, 1995:61–62).

İşlevin yerine getirilmesi iktidarın sömürme iktidarı olmasını ve “despot” niteliğini de açıklamış olur. Toprak mülkiyetinin devlet elinde olması, vergi biçiminde tahsil edilen aynî rant, sömürmenin Asya tipi üretimde olduğu özel biçimidir.

Sermaye birikimini gerçekleştiren batı burjuvazisinin, kilise, derebeyi ve soyluların baskısından kurtulmak için verdiği ‘hukuki’, ‘politik’ ve ‘ideolojik’

mücadeleler, geri dönüşlü olarak demokratik eğilimlerin temelini atmıştır (Güzel, 2008:129). Geniş halk kitlelerinin katılımını da kapsayan bu demokratikleşme eğilimi,”burjuva demokrasisi” olarak da nitelendirilir.

Burjuva demokrasisinin en belirgin niteliklerinden biri de, modern anlamda ortaya çıkan işçi sınıfının sermayeden talep edeceği hak, ayrıcalık, ödül ve tavizlerin çerçevesini belirlemesidir. Burjuvazi, işçilere ekonomik alanda vermeye yanaşmadığı ayrıcalıkları sosyal alanda vererek olası bir sermaye-emek çatışmasını önleme yoluna gitmiştir. Önceleri işçilerin çalışma koşullarını iyileştirmekle sınırlı olan bu ayrıcalıklar, zamanla ücret artışı, prim, güvence, gibi sosyal ayrıcalıkları da kapsar bir nitelik kazanmaya başlamıştır. Sosyal alandaki hak, ayrıcalık ve tavizleri elde eden işçiler artık güçlü bir konuma gelmişlerdir. İşçilerin güçlü konumu “Örgütlü İşgücü”ne dönüşmesi anlamına gelir (Güzel, 2008:130). Başlangıçta işçi sınıfı ile sınırlı tutulmaya çalışılan sosyal hak ve ayrıcalıklar, ilerleyen aşamalarda işgücünün tamamına yaygınlaşmıştır.

Marx üzerinde diyalektik anlamda tesirinin çok olduğu düşünürlerden birisi de Hegel’dir. Hegel’in etkisi daha çok, Marx’ı, Alman tarih yazıcılığını o sırada var olduğu biçimiyle genel bir eleştiriye tabi tutmak ve toptan bir reddiyeye zorlamak biçiminde kendini göstermiştir. Hegelci “yabancılaşma”(Entfremdung) fikri Marx’ın düşüncesinin oluşumunda çok önemli bir rol oynadı. Hegel’in devleti tanrılaştırmasının aksine, devleti yalnızca insan yabancılaşmasının bir başka biçimi(topluma hükmeden, keyfi bir dışsal güç) olarak gördü. Ve kapitalizmin iktisadi yapısını analizinde sermaye biçimindeki serveti ve diğer yabancılaşma biçimi olarak tanımladı; sermayenin kuralı

“cansız maddenin canlı insana hükmü”ydü. Hegel’e göre, soyut doğru ahlaklılıkta, ahlaklık ailede, aile sivil toplumda, sivil toplum devlette ve nihayet devlet de dünya tarihi içinde saflaşıyordu. Ama Hegel’in Philosophie des Reehts adlı yapıtında ortaya

koyduğu tüm bu diyalektik süreç, gerçek toplumsal kurumlara, aileye, sivil topluma ve devlete değmeden geçiyordu. Marx’ın niyeti “toplumun iktisadi yapısının doğal bir tarihsel süreç olarak gelişimini” ve “kapitalist üretimin doğal yasalarının meydana getirdiği toplumsal husumetleri, uzlaşmaz karşıtlıkları ele alan” ampirik bir iş çıkarmaktı (Bottomore;Rubel, 2006:25–31). Kapital’in yapısı üzerinde yapılacak bir inceleme, Hegel’ci denebilecek tarzda yazılmış kısmın ancak küçük bir yer tuttuğunu ortaya koyar. O, her şeyden önce tarihsel ve sosyolojik verilerin bir analizi ve sunumudur. Aslında Kapital, sosyolojik bir tarzda, yani toplumsal kurumların tarihi olarak yazılmış toplumsal tarih çalışmalarının en eskilerinden biridir. O, daha başından itibaren Hegel’in siyasi kuramının ve tarih felsefesinin muhalifiydi. Erken dönem yazılarındaki eleştirilerinde, başta Saint-Simon olmak üzere diğer düşünürlerin etkisi çok güçlüdür.

Marx’ın öncüllerinin yapıtlarını çok büyük bir istek ve eleştirel bir bakışla okumasının en önemli meyvesi, emek değer kuramını, sosyolojik analizinin bir parçası olarak sistematik bir biçimde sunması oldu. Marx’ın emek değer kuramının en önemli karakteristiği, O’nun iktisadi sistemlerin sosyolojik analizinin bir parçasını oluşturmasıdır. Marx, döneminin ekonomi politiğini “ideoloji” olarak davranmakla kendince, değerler, fiyatlar vs. ile ifade edilen iktisadi ilişkilerin altını çizen toplumsal ilişkilerin analizine girişmiş oluyordu. O’nun iktisat konusundaki yazıları, insan emeği konusundaki eski analizlerinin bir devamıdır ve bunlar, ekonomik istemleri ele alan çağdaş sosyolojik incelemelere, çağdaş iktisada olan benzerlerinden daha çok benzerler (Bottomore;Rubel, 2006:35–36). Örneğin, Marx’ın üretken ve üretken olmayan emeğe ilişkin uzun tartışması, modern iktisat kuramı açısından anlamsızdır, ama çalışma sosyolojisine son derece değerli bir katkı yapar. Shumpeter’e göre Marx, kapitalist toplumun mekaniği üzerinden iktisat kuramına dayanarak kapitalist mülkiyetin kurumlaşması şeklinde sosyolojik yaklaşımlar sergiler.

Başlarken Marx’ın çıkış noktası bellidir. O’na göre, insan topluluklarının bütün tarihi sınıfların kavgasıdır: Özgür insan ve köle (Hamitoğulları, 1988:146). Ezen, ezilen, sömürülen ve sömüren arasındadır kavga. Toplumun iki sınıfa ayrılması yine özel mülkiyetin getirdiği işbölümüyle başlar.

Nihayetinde de geldiği bir nokta vardır. Sosyolojik argümanlarının anlatmaya çalıştığı aşamalı hedefin önemli basamağı, kapitalist sömürünün kendini gerçekleştirmesi sürecidir. Sürece ise şu şekilde giriyor Marx: Para da emtia da tek

başına bir üretim ve geçim aracı olduğu kadar sermayedir de. Bunların sermayeye dönüşmeleri gerekir. Bu dönüşüm ancak iki faklı tür meta sahibinin birbiriyle temas etmesi olan belirli koşullar altında cereyan eder. Bir tarafta, başka insanların emek güçlerini satın alarak, sahip oldukları değerler toplamını arttırma peşinde koşan, paranın, üretim ve geçim araçlarının sahipleri; öte tarafta da kendi emek güçlerini satan özgür emekçiler, yani emek satıcıları. Özgür emekçiler derken iki anlamda özgürdü.

Hem örneğin; köleler, esirler vb.nde olduğu gibi, kendileri üretim araçlarının ayrılmaz parçası değildirler, hem de örneğin köylü mal sahiplerindeki gibi kendilerine ait üretim araçları yoktur. Bu nedenle kendilerine ait herhangi bir üretim aracının yükünden kurtulmuşlardır. Meta pazarındaki bu kutuplaşmayla birlikte, kapitalist üretimin temel koşulları yerine gelmiş olur. Zaten kapitalist sistemin ön şartı, emekçilerin, onlar vasıtasıyla kendi emeklerini gerçekleştirebilecekleri her türlü mülkiyetten tamamen kopmalarıdır. Kapitalist üretim tam anlamıyla tesis olduğu anda, bu kopuşu sadece sürdürmekle kalmaz, onu gidererek ve mütemadiyen büyüyen bir ölçekte yeniden üretir.

Kapitalist toplumun iktisadi yapısı, feodal toplumun iktisadi yapısından çıkmıştır (Bottomore;Rubel, 2006:173–177). Feodal toplumun çözülmesi, kapitalist toplumun elemanlarını açığa çıkarır. Kapitalistin olduğu kadar ücretli emeğin ortaya çıkışının da başlangıç noktası, emekçinin tutsaklığıdır. İlerleme, bu tutsaklığın biçimindeki bir değişiklikten, feodal sömürünün almasından ibarettir. Burjuvazi, tüm üretim araçlarını hızla geliştirerek, iletişim araçlarını inanılmaz ölçüde kolaylaştırıp yaygınlaştırarak tüm ulusları, hatta en barbarlarını bile uygarlığa çeker. Tüm uluslar, yok olma pahasına, kapitalist üretim tarzını kabule zorlar. Uygarlık adını verdiği çiviyi tam orta yerlerine çakar, yani onları burjuvalaştırır. Tek bir cümleyle anlatmak gerekirse, kendi imgesine uygun bir dünya oluşturur. Burjuvazi, kırı kentlerin egemenliğine boyun eğdirmiştir.

Son derece büyük kentler meydana getirmiş, kentsel nüfusun kırsal nüfusa oranla büyük ölçüde artmasını sağlamış ve böylece nüfusun önemli bir kısmını, kırsal yaşamın bönlüğünden kurtarmıştır. Kırı nasıl kentlere bağımlı kıldıysa, barbar ve yarı barbar ülkeleri de uygar ülkelere, köylü toplumlarını burjuva toplumlarına, Doğu’yu Batı’ya öyle bağımlı kılmıştır.

Yine aynı noktaya gelecek olursak bu bağımlılığı kurduğu nokta yine emtia boyutu ile kendini gösterir. Süreç, emekçinin emeği ile kendisi arasına yabancılaşmasına neden olacak ana etkenin kendini kabul ettirmesiyle devam eder.

Nedir bu sürecin başrolü diye soracak olursak, hiç kuşku yok ki emeğin

fiyatlandırılması ile kendini ortaya çıkaran üretim-tüketim ilişkisi cevabını alacağız.

Üretim ve tüketim arasındaki ilişkinin gündelik yaşamın biçimlenmesindeki rolü, Marksist yaklaşımda oldukça belirgindir. Marksist bakış açısından “üretim sürecindeki etkinliklere göre belirlenen gündelik yaşam, bireyin ürettiği şey, üretme yöntemi ve üretim sürecindeki ilişkilerine göre şekillenir. Marx’ın tüketim teknolojilerinin tüketim kalıpları ile yakından ilişkili olduğunu öne süren yaklaşımı, gündelik yaşam çözümlemesine önemli katkı sağlar… Modernleşmenin bir yandan “insanı daha çok çalışmaya ve üretmeye yönlendirmesi; diğer yandan da “işgücünün elde ettiği ücreti, genel üretim kapasitesini artıracak derecede tüketmeyi amaçlaması, Marx’ın üretim-tüketim ilişkisi yaklaşımının tutarlılık düzeyini artırır. Üretim ile üretim-tüketim arasındaki en somut bağlantı noktalarından birinin ücret olduğu düşünüldüğünde, ücretin; hayat standardı, sınıf ilişkileri ve zihni tutumun şekillenmesindeki rolü ön plana çıkar. Ücretli işler, bir yandan işgücünün kıt kaynaklara ulaşma olanağını artırırken; diğer yandan da

“iş gücünün kıt kaynaklara ulaşmasındaki rekabeti şiddetlendirir”. Kıt kaynaklara ulaşmada verilen mücadelenin şekli, “yaşam şansı” kavramını gündeme getirir (Güzel, 2008:66–69). Yaşam şansı Max Weber’in “sınıf-statü analizi”nde özellikle sınıfsal konum argümanına gönderme yaparak ortaya koyduğu bir kavramdır. Bu bakış açısından yaşam şansı, bireyin yaşamı boyunca elde edebileceği ve/ya da edemeyeceği olanakların ayrım çizgisi anlamına gelmektedir. İşgücünün eğitim düzeyi, sağlık durumu, sosyal hareketlilik yeteneği, beslenme biçimi, yerleşim şekli, çocuklarına sağladığı eğitim ve boş zaman değerlendirme biçimi büyük ölçüde yaşam şansına bağlıdır. Ücretli emeğin yaygınlaşması, işgücü ücretinin de kendi içinde farklılaşmasına yol açmıştır.

Meta ilkönce, insanın gereksinimini karşılayan bir nesnedir; ikincisi, bir başka şeyle değişilebilen bir nesnedir. Bir nesnenin yararlılığı onu bir değer yapar. Biz değerin ne olduğunu, ancak ona özel bir tarihsel toplum tipi içindeki üretimin toplumsal ilişkiler sistemi açısından anlayabiliriz (Lenin, 1990:27). Lenin’e göre değişimin ve meta üretiminin gelişiminin en yüksek ürünü olarak para, bütün bireysel emeğin toplumsal niteliğini, pazarla birleşmiş tek tek üreticiler arasındaki toplumsal bağı maskeler, gizler.

Bu ve diğer bütün gerçek bunalımların nihai sebebi, daima, kapitalist üretimin üretken güçleri, üzerlerindeki tek sınır toplumun mutlak tüketim gücü olacak biçimde geliştirmesine tezat teşkil eder halde, kitlerin yoksulluğu ve kısıtlı tüketimidir.

Bireylerin içinde üretim yaptıkları toplumsal ilişkiler, yani toplumsal üretim ilişkileri,

üretim güçlerinin, somut, maddi üretim araçlarının gelişimi ve değişiyle birlikte değişir ve dönüşür. Bu üretim ilişkileri bir bütün olarak, toplumsal ilişkiler, toplum denilen şeyi oluşturur; bu da yetmez, tarihsel gelişmenin belli aşamasında olan toplumu, benzersiz ve özgün bir karakteri olan toplumu oluşturur. Antik toplum, feodal toplum, burjuva toplumu ya da kapitalist toplum, her biri insanlık tarihinin gelişmesindeki belli bir aşamaya tekabül eden, üretim ilişkileri bütünüdür. Sermaye de bir toplumsal üretim ilişkisidir. Bir burjuva üretim ilişkisi, burjuva toplumuna ait bir üretim ilişkisidir.

Sermaye doğrudan, canlı işgücüyle değişime girerek kendini muhafaza ediyor ve çoğaltıyor. Sermayenin önkoşulu, çalışma yetisi dışında başka hiçbir şeyi olmayan bir sınıfın varlığıdır. Birikmiş emeği sermayeye dönüştüren tek şey, geçmişteki birikmiş, somutlaşmış emeğin, doğrudan, canlı emek üzerindeki hâkimiyetidir. Şu anki biçimiyle mülkiyet, sermayeyle ücretli emek arasındaki karşıtlığa dayanmaktadır. Kapitalist aynı zamanda bir toplumsal statüye de sahipliği ifade eder. Sermaye ortak bir üründür ve ancak birçok üyenin birleşik eylemiyle yetmez, son kertede ancak toplumun tüm üyelerinin birleşik eylemiyle harekete geçer. Bu nedenle sermaye kişisel değil, toplumsal bir güçtür. Sermaye ortak mülkiyete dönüştüğünde kişisel mülkiyet toplumsal mülkiyet halini almaz. Değişen tek şey mülkiyetin toplumsal karakteridir; yani sınıfsal karakterini kaybeder (Bottomore;Rubel, 2006:186–194). Marx, köle gibi ücretli emekçinin de onu çalıştıracak ve ona hükmedecek bir efendiye ihtiyacının olduğundan bahseder. Sınıf karşıtlığına dayalı bütün üretim tarzlarının kapitalist tarzla ortak noktası olan, sermayenin emek üzerindeki hükümranlığından ve bu karşıtlıktan kaynaklanan denetim ve yönetim işi, kapitalist sistemde de, bireye ait her türlü dayanışmacı toplumsal emeğin doğurduğu, özgül üretken işlevlerle doğrudan doğruya ve ayrılmaz bir biçimde bağlantılıdır.

Marks kapitalist toplumun sosyalist topluma dönüşmesinin kaçınılmazlığını, tümüyle ve yalnızca, çağdaş toplumun gelişiminin ekonomik yasasından çıkarmaktadır.

Lenin’e göre; Marks'ın ölümünden bu yana, yarım yüzyıl boyunca, geniş-ölçekli üretimin büyümesiyle kapitalist karteller, sendikalar ve tröstlerle olduğu kadar, mali sermayenin boyutları ve gücündeki çok büyük artışla da kendini çok çarpıcı bir biçimde ortaya koymuştur. Kapitalizmin bu şekilde gelişimi ile binlerce biçime bürünerek görülmemiş bir hızla ilerleyen emeğin toplumsallaşması, sosyalizmin kaçınılmaz doğuşunun, başlıca maddi temelini hazırlamaktadır. Bu dönüşümün düşünsel ve manevi itici gücü, bizzat kapitalizm tarafından eğitilmekte olan proletaryadır. Proletaryanın

burjuvaziye karşı her gün biraz daha içerik yönünden zenginleşerek bir sürü biçimlerde ifadesini bulan savaşımı, politik gücün proletarya tarafından ele geçirilmesine

"proletarya diktatörlüğü" yönelen, politik bir savaşım halini kaçınılmaz olarak alır.

Üretimin toplumsallaşması, sonunda, üretim araçlarının toplumun malı olmasına, mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesine yol açmak zorundadır. Emeğin üretkenliğinde görülmemiş bir artış, daha kısa işgünü, küçük-ölçekli, ilkel ve dağınık üretimin kalıntı ve yıkıntılarının yerini kolektif ve gelişkin emeğin alması durumlar, bu dönüşümün doğrudan sonuçlarıdır (Bottomore;Rubel, 2006:197–199). Kapitalizm, her zaman, tarım ve sanayi arasındaki bağları koparır. Ama aynı zamanda da, çok yüksek gelişimi içerisinde, bu bağların yeni öğelerini, bilimin bilinçli olarak uygulanması ve kollektif emeğin yoğunlaşması ve insan nüfusunun yeniden dağılımı temeline dayanarak sanayi ve tarım arasında bir birliği hazırlar. Böylece, hem kırsal bölgenin geriliğine, soyutlanmışlığına, barbarlığa ve büyük kentlerde geniş halk yığınlarının yoğunlaşmasına da bir son verir.

Lenin buradan hareketle toplumsal yapı üzerine değerlendirmelerde bulunur.

O’na göre yeni bir aile biçimi, kadınların durumunda ve genç kuşağın yetiştirilmesinde yeni koşullar, bugünkü kapitalizmin en yüksek biçimleri ile hazırlanır: kadınların ve çocukların emeği ve ataerkil ailenin kapitalizm tarafından yıkılması, kaçınılmaz olarak,

O’na göre yeni bir aile biçimi, kadınların durumunda ve genç kuşağın yetiştirilmesinde yeni koşullar, bugünkü kapitalizmin en yüksek biçimleri ile hazırlanır: kadınların ve çocukların emeği ve ataerkil ailenin kapitalizm tarafından yıkılması, kaçınılmaz olarak,