• Sonuç bulunamadı

Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte eski savaşlardan farklı olarak savaş alanlarına öldürme ve savunma silâhlarının yanı sıra, birde propaganda amaçlı broşürler, bildiriler ve gazeteler girmişlerdir. Özellikle Avrupa’dan başlayarak savaşan bütün ülkeleri dolaşan bu unsurlar, savaşların değişmez aracı olmuşlardır.

Yine ilk olarak, bu savaş döneminde ortaya çıkan kâğıttan mermilerle savaşı kazanmak belki mümkün olmamış ama kâğıttan mermilerin halkın moralini yükseltmek ve düşmanın moralini bozmak için etkili bir araç olduğu görülmüştür. Ayrıca halkın savaşa katılım oranını artırmak ve tarafsız milletler nazarında kamuoyu oluşturmak için gerekli çabalarda vazgeçilmez bir araç olduğunu kanıtlayan basın-yayın araçları, savaş sırasında ortaya çıkan endişeleri ve kaygıları ortadan kaldırdığı gibi duygusallığın yoğun olduğu savaş

zamanlarında, nefret ve sevgi gibi kavramlarda halkı birleştirmede ve halkın ortak sesin olan bir araç olarak, toplumu bir arada tutmada önemli görevler üstlenmiştir (Brown 2000).

Savaş basını ve toplum ilişkisine baktığımız zaman, Osmanlı toplumunda bunun çok eski bir geçmişi olduğunu görürüz. İlk özel gazetenin yayınlandıktan sonra toplum tarafından gazetenin kabulü ve gazetenin tiraj artışı, savaş nedeniyle olmuştur. Kırım Savaşı, Osmanlı Devleti’nde çıkan ilk özel gazetenin gelişmesini sağlamıştır. Bazı İngiliz gazetelerin muhabiri olarak Kırım Cephesi’ne giden Ceride-i Havadis’in sahibi William Churchill, cepheden gönderdiği haberlerle gazeteye olan ilgiyi artırmış, aynı zamanda gelişen haberlerle ilk olarak gazetenin ekini çıkarmış, bu durum rağbet gördükçe, Churchill gazetenin özel sayılarını çıkarmaya devam etmiştir (Tanpınar 2001; İnuğur 2002:183;Topuz 2003:18). Böylece Osmanlı toplumunda elit tarafından okunup halk tarafından takip edilmeyen gazete, ilk olarak toplumun haber alma kaynakları arasında birincil konuma yükselmiştir.

Millî Mücadele Dönemi basınını tetikleyen araçlardan biri de halkın haber alma isteğidir. Gazetelerin hiçbir zaman Anadolu basını için ulaşılamayan tirajların ulaşması da buna bağlıdır. Olağanüstü durum olan savaşlarda halkın ilgisi ve üzerinde durduğu konu doğal olarak savaş ve cephe haberleridir. Böylece ister istemez bir savaş basını ortaya çıkmış olacaktır.

Ancak savaş basını bir ihtiyaç olarak ortaya çıksa da basın-iktidar ilişkisine baktığımız zaman bir dizi engelden bahsetmemiz gerekir (Çatalbaş 2003:246-247). Bunların başında savaş hakkında bilgi ve enformasyonun her zaman özellikle savaşın tarafı olan devletler yada gruplar açısından kendi amaçları doğrultusunda sınırlamak ve kontrol etmek isteğidir. Savaş ve gerilim zamanlarında devlet sırrı, ulusal çıkar gibi kavramlarla halkın doğru bilgi alması kısıtlanmakta veya sansür konularak engellenmektedir. İkinci sorun, savaşı aktaran gazetecilerin kendi vicdan ve aidiyet duygularının ön plâna çıkmasıdır. Bu durumlarda gazeteci, nesnellik ve tarafsızlık kavramlarını yitirmektedir. Üçüncü sorun, gazetecinin görev yaptığı kurumların tavrı ve gazetenin ekonomik durumundan kaynaklanmaktadır.

Williams (1998:193-194) savaş zamanı, basının gerçekleri anlatmasının önüne çıkan bir çok engelin, barış zamanında da bulunabileceğini iddia eder. Ancak bu engeller savaş zamanı kadar açık değillerdir. Barış zamanı sansür olgusunun tek geçerli olduğu alan, ulusal güvenlik ve askerî alanlardır. Oysa savaşta ülkenin neredeyse her tarafı, bu kavramlar çerçevesinde değerlendirmektedir. Diğer taraftan savaş sırasında gazeteciden istenilen şeyler, zayiat sayısını az göstermek ve halkın moralini yüksek tutmak için haber yapmaktır. “Savaş

döneminde basın için gerçeklik çok hassastır. Sansür siyasi bağlantılar, vatanperverlik, gazeteciliğin gündelik rutin işleri ve sınırı, kamunun özellikle kendi ülkesinin içinde

bulunduğu savaş hakkında yazı yazmak için gerçekleri öğrenmesinin önündeki engellerden biridir. Gazeteciliğe göre nesnellik ve denge her zaman gerçekle aynı olmak zorunda değildir” (Williams 1998:204). Savaşa giren ülke acısından, savaş koşullarında gazeteci

taraflardan biri olarak kendi ülkesini tutmak zorundadır. Çünkü varlık sebebi buna bağlıdır. Aynı zamanda kamuoyu, savaşan insanlar, savaş yasaları, ve savaşla birlikte gelen olağanüstü durumlar, gözetleme ve engelleme durumu, savaş gazeteciliğinin gerçekliği olarak karşımıza çıkmaktadır (Tılıç 2001).

Aynı zamanda savaş koşulları, insanı savaşan taraflardan birin tutmaya yönlendirdiği için, içimizdeki “trafik canavarı gibi olan gazetecilik canavarı birdenbire” canlanıvermektedir. Savaş gazeteciliği, aynı zamanda etik kuralların ihlal edildiği (Tılıç 2001:170-171) gazeteciliğin son savaş dönemlerinde olduğu gibi, iliştirilmiş gazetecilik örneklerini verildiği sayısız ahlâk dışı davranışla doludur.

Savaş durumunda en büyük sorunlarından biri de gazetelerin haber kaynaklarının ne olduğu veya haberin hangi kanallardan alındığıdır. Millî Mücadele Dönemi Anadolu basını ve diğer mevcut gazetelerde haber sıkıntılarını ortadan kaldırmak için yabancı ajans kaynaklarına yönelmişlerdir. Daha önce merkez olan İstanbul’da da aynı sorun devam etmektedir. Gazeteler haberlerini Rum ve Avrupa ajanslarından alıp (Criss 2000) buna göre haber yapmaktadırlar. Bunun sonucunda haber ve bilginin ideolojik bir anlam taşıması nedeniyle haberler sonuçta insanları birleştirmekten ziyade farklılıkları artırmaktadır.

Doğu, hiçbir zaman haber ajansları üstünlüğünü ele geçirememiştir33. Buda toplumların tek merkezden süzülerek diğer toplumlara verilen haberlerle yetinmelerini sağlamıştır. Bu sonuç Anadolu basını açısından istendik yönde kamuoyu oluşumunu engellemiş, zaman zaman sorunlar çıkarmıştır.

Diğer taraftan savaş zamanında propaganda ile haber birbirine karışır. Propaganda bilgilerinin haber niteliğinde kullanılmaya başlandığı gözden kaçmayacaktır. Yalnızca bir çatışmada insan kendi tarafının aksine düşmanın verdiği bilgininde yanlış ve güvenilmez olduğunu bilecektir. Propagandayı sadece bir tarafa bağlı olarak kullanmak savaşta olayları çözümlemede zorluk çıkarabileceği gibi haberin rolüyle propagandanın rolü karıştırılacaktır (Nohrstedt and Friends 2000:384). Savaşta gazeteci amacını savaşın veya çatışmanın sonucuna yöneltir. Gazetecinin ilgilendiği alanlar dar alanlardır. Savaşla ilgili beklenmedik ve bilinmedik haberleri ifşa etmeye çalışarak toplumu savunur. Savaş haberleri biz ve öteki

33 Enformasyon ve haber alma biçimleri hakkında bakınız: HAMELİNK Cees 1991. “Merkez ve Çevre Ülkeler Arasında Enformasyon Dengesizliği”, (iç), Enformasyon Devrimi Efsanesi, Derleyen ve Çevien Yusuf Kaplân, Rey Yayınları, Kayseri.257-277; TOKGÖZ, Oya 2000. Temel Gazetecilik, İmge Yayınları, Ankara; Habermas (1997:314-320).

kavramı üzerine inşa edilir. Propaganda gazeteciliği yapar. Ötekilerinin temsilinde aşağılayıcı ve kötüleyici sıfat, simge ve semboller kullanılır. Gazete haberlerinde şiddet ön plândadır (Arsan 2003:125).

Tıpkı modern savaş biçiminde olduğu gibi Millî Mücadele Dönemi savaş gazeteciliği de savaş alanında yapılmamakta propaganda alanlarında yapılmaktadır. Gerçek savaş bir tarafta, medya savaşları bir diğer taraftadır. Savaş haber kaynakları ve muhabirler ulusal ve uluslararası çatışmalarda savaş muhabirlerinin ve askerî operasyonların medyanın dahil olduğu sunucu bağlamında dahi, propaganda seli altındadır. Savaş propagandası hakkındaki diğer tipik kalıpta, olayları siyah ve beyaz şeklinde anlatmaktır. Bu nedenle propaganda hakimiyeti altındaki söylem sadece iki konuya izin verecektir. Ya lehte olacaktır yada aleyhte olacaktır. Bu durum genelde çatışmanın her iki tarafı içinde geçerlidir. Tek fark, olumlu veya olumsuz durumların ters çevrilmiş olmasıdır.

Savaşan taraflar arasında, medya araçları güçlü olan, medyayı iyi kullanan elbette kamuoyunu oluşturma ve uluslar arası destek bulmada daha aktiftir. Aynı zamanda basın bu özelliğini içeride daha rahat yapabilir. Olayların üzerinin örtülmesi ve istenilen haberlerin sunulması, savaşan ülkelerin kitle iletişim araçlarına sahipliği ve onu kullanan bireylerin özelikleriyle ilgili olarak basının, toplumda işlevlerini daha da önemli kılar.

Gazeteler şüphesiz her zaman olumlu haber yapmazlar. Çünkü savaşlar ontolojik olarak olumsuzluklar üzerine inşa edilmiştir. Verilen resmî haberlerin yanında gayri resmî haberlerde olacaktır. Bu kaçınılmaz olarak insanlığın en eski kamuoyu oluşturma süreci dedikodunun önüne geçmek için ideal bir yöntemdir. Ayrıca yayınlanan haberlerin ağırlıklı olarak milliyetçi ve vatanperver söylemlerin üzerine inşa edilmesi olağanüstü durumda basının daha çok ihtiyaç duyulan araç olma özelliğini koruması, iktidarın da gözünün hep burada olması anlamına gelecektir. Duru’nun (1978) ADB kaynaklarına dayanarak verdiği Millî Mücadele dönemi Atina’sında yenilgiler üzerine, Yunanistan’da basına konulan sansür ve savaşlar ilgili olarak, yenilgilerin haber yapılmaması veya olayların küçültülerek basite indirgenmesi de bu açıdan anlamlıdır. Aynı olguyu, Millî Mücadele Dönemi’nde, Millî Mücadele lehine yayın yapan gazetelerde, Eskişehir ve Kütahya Savaşları sırasında görülmektedir.

Savaşta basının en büyük görevi ulusu için çalışmaktır. Özellikle basın, işgal edilmiş toprakların ulusuna ait ise bu topluluk adına basının görevi daha da zorlaşmaktadır. Kültürel kimliğin inşasından, haber yapmaya, beyanname ve bildirilerin yayınlanmasından halkın moral gücünü yükseltecek yazı ve şiirleri yayınlamaya kadar bir çok görevi ilâve olarak üzerine alır. Fanon’un (1983) verdiği Cezayir radyosu örneğinde olduğu gibi, halkın çoğu

içeriğini anlamasa ve nasıl kullanılacağını ilk etapta bilemese de, kendinden haber yapan araca karşı öylesine bir istekle sarılır ki toplumda geleneksel dengeleri değiştirecek mekanizmalar oluşur. Klasik öğretide ayrı oturan kadın-erkek ilişkileri burada sona erer. Evde herkes bir araya gelerek radyonun cızırtıları arasında verilecek birkaç cümleyi duyabilmek için ibadet halindeki insanları artamayacak özellikler gösterirler. Evlere alınacak kadar zengin olmayan köylerde, köy meydanına toplanan halk, ilahi bir emir dinler gibi radyoyu dinler, anlamayanlara ve sesin gitmediği yerlere sözlü şeklinde aktarılarak bağımsızlık mücadelesinde hayali birliktelik sağlanmış olur. Anadolu’daki gazetenin yerini Cezayir’de radyo alır. Radyo basit bir haber aracı olmaktan çıkarak millî mücadele’nin bir sembolü olur. Artık herkes elinde avucunda ne varsa vererek bu radyolardan edinmek ister. Amaç haberi ve bilgiyi kendi kaynaklarından almak ve millî mücadelesine destek vermektir.

Savaşla birlikte basın, normalinden farklı olarak kamusal görevler üstlenmesi gerekmektedir. Daha önemlisi her zamankin öte haber ve yayın acısından önemli görevler üstlenecektir. Savaş döneminde bireysel hak ve özgürlükler bir oranda kısıtlandığı gibi, basında birey hak ve hürriyetlerin üzerinde çok fazla durulmaz. Çünkü ahlâki statü değişmiştir. Aşırı anti soysal, kodların bozulduğu durumlarda halk, bu sınırların kırıldığını fark eder. Bireyin konumu mahremiyet alanı ve ayrıca kendisinin temsili gibi öğeler, ikinci plânda kalır. Bütün amaçlar toplumsallık taşıdığı için savaş zamanı, birey toplum için feda edilecek bir öğe olarak kalır (Kieran and Friends 2000). Bununla birlikte ulusal tehlike veya ulusun yok olması durumuyla karşı karşıya gelinmesi durumu, gazeteciyi ister istemez ulusal çıkarları koruyucu bir pozisyona iteler, durum sadece gazeteciler için değil, diğer meslek dalları içinde geçerli olur. Savaşta gerçeği anlatmaktan daha çok savaşın kazanılması ön plâna çıkar. Eğer ülke savaştaysa gazetecinin haberciliğinde savaşın bir uzantısı (devamı) olur.

Fakat gazetecilik acısından düşmana karşı yapılacak işler neredeyse belirlenmiştir. Düşmanın kötü taraflarını ön plâna çıkararak, halkın gözünde onun işe yaramaz olduğunu ispat etmektir. Kötü taraflarını ortaya çıkarırken ise toplumsal hafızada ne kadar kötülük adına sembolleştirilmiş veya atfedilmiş kullanılan kavram var ise bunu düşmanın şahsında kullanılması gerekir. Böylece biz ve öteki kavramları çerçevesinde grup harici düşünenler veya grup dışında kalmak isteyenlere karşı bir göz dağı verilmiş olur.

Gazetelerin savaşta cephe haberlerini halka duyurması, ve halkın savaşa katılımı sağlaması, Toynbee’nin (1997) iddia ettiği gibi, savaş öğretisinin kralların (hükümdarların) eğlencesi olmaktan çıkarıp, halkın toplumsal bir gerçekliği olarak millete mal olmasını sağlar. Böylece herkes savaşın içine girmiş olur. Bu aynı zamanda modern savaşın ayrılmaz bir parçasıdır.

Savaşan ülkelere dışarıdan gelen tarafsız gazeteciler ile o ülke gazetecileri arasında fark vardır. Millî Mücadele döneminde olduğu gibi yerel gazeteciler, Ankara Hükümeti tarafından kendilerini desteklemek şartıyla hoşgörü ve destek verirken, aleyhte olanlar için en basitinden sansür uygulamasına geçilmiş daha sonra ise düşman ilan etmiştir. Oysa dışarıdan gelen yabancı gazeteler için ise, durum tamamen farklıdır. Özel ilgi ve beklentilerle dışarıdan gelen gazetecilere destek olunmuş, dışarıda kamuoyu oluşturmak umuduyla gerekli kolaylıklar gösterilmiş, karşılığında ise görülen gerçeklerin yazılması istenmiştir.

Savaş zamanında genel kural olarak insanlar iyi haberden daha çok kötü haber duymak eğilimi taşırlar. Herkes kötü haberleri bir derece daha ağırlaştırmaya heveslidir. Öyle ki ortada hiçbir sebep yok iken, bu kötü haber verme yüzünden insanların morali bozulur (Clausewitz 1975:72). Gazeteler Millî Mücadele Dönemi’nde olduğu gibi kötü haberlerin önüne set çekmek için yayınlar yapmış, doğruları halkın gazete haberlerinden öğrenmelerini sağlamışlardır.

İKİNCİ BÖLÜM

MİLLÎ MÜCADELEDE MEVCUT DURUM

2.1. MÜTAREKE’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE

Mütareke ve Millî Mücadele Dönemi İstanbul’unun önemli kalemlerinden Refik Halit Karay, Mütareke Dönemi’ni hatıratında şöyle anlatır. “Harbi Umumi’nin sonu gelmişti.

Çözülüyorduk. Birden müthiş bir manzara tahayyül ettim: Makedonya’ya gelen müttefikun ordusunun İstanbul’a girişi ve Beyoğlu’ndan geçişi... mağlubiyetin binlerce feci neticeleri arasında zihnim yalnızca bunu büyütüyor, bunu canlandırıyordu.” Devamında ise Fatih’ten

intikam almak isteyen Avrupalıların büyük bir hazla İstanbul’a girişlerinin korkunçluğunu düşünür (Karay 1964:31). Düşünceleri haksız çıkarmamasınca Fransız komutan, Fatih’in İstanbul’a girişi gibi beyaz bir at üstünde mağrurlanarak, azınlıkların sevinç gösterileri arasında İstanbul’a girer. Böylece memleketin bir çok yeri işgal edilmiş, İngiliz donanmasının himayesi altında İzmir’e çıkan Yunan orduları memleketin içlerine kadar ilerlemiş bulunmaktadırlar. Millet, eli ayağı bağlı kurbanlık bir koyun durumunda âkıbetinin ne olacağını düşünmektedir (Karay 1964; Bardakçı 2001:7). Ancak milletin içinde bazıları bu durumu önceden hesap etmişlerdir. Zaman Gazetesi sahibi Şükrü Bey, Refik Halid’e “Birinci

Dünya Savaşı’nın sonucunda umutsuz olunmamasını İttihat ve Terakki Hükümeti’nin sonucu düşünüp tedbirlerini önceden alarak, dağ ve çete muhaberesi için silâh, cephane, teşkilat hazırlığı olduğunu ve elli sene bu hazırlığın yetebileceğini söyler” (Karay 1964:35). Devam

eden zaman süresince şunu görürüz ki Teşkilât-ı Mahsusa’nın Afrika ve Arabistan sorumlusu Kuşçubaşı Eşref’in yardımlarıyla ortaya çıkan çeteler ve Kuva-yı Millîye’de Enver’in elemanları (Akıncı 1978) düzenli ordu kuruluncaya kadar bunu ispat edercesine faaliyette bulunmuşlardır.

Mütareke esnasında toplumsal iktidar yer değiştirmeye başlamış, ecnebi vatandaşlar çeşitli taşkınlıklar ve Türk resmî idarecileri saymayarak kargaşa ve düzensizliğe neden olmuşlardır. Kasabalarda bile azınlıklara söz geçirmek büyük bir sorun olmuştur (Topuzlu 1994: 197). Bunun başlıca nedeni, İstanbul’u işgal eden İtilâf Devletlerin keyfi uygulamaları ve bunlardan yüz bulan gayri müslim halkın, taşkınlıklara yeltenmeleridir (Topuzlu 1994: 199-203). Bu keyfi uygulamalarda İtilâf Devletleri birbirleriyle yarış etmişlerdir. Hoşlarına giden evler ve binalar işgal edilmiş, istedikleri yeri istedikleri işler için kullanmışlar, uygulamada özel mülkiyet veya kamu malı gözetmemişlerdir (Ergeneli 1993:83)

Mütareke hayatının kendine ait ilginç bir atmosferi vardır. Bu özellikler insanların psikolojisini etkilemiştir. Tunaya, Mütareke Dönemi İstanbul insanlarını, birkaç tipe ayırır.

Birinci tip, büyük çözülmenin rüzgârından bir zafer havası çıkaran yabancılar ve onlarla işbirliği eden azınlıklardır. Yabancılar kentin yaşamına egemendirler. Mütareke insanının şaşırtıcı bir özelliği vardır. Asırlık meseleler yakalanamayacak bin bir süratle yer değiştirmekte, her an bozulan dengeler birbirini takip etmektedir. Bu bakımdan yaratıcı olmak zorundadır. Mütareke ortamının göze batan özelliği, fiili bir çoğulculuk olmasıdır. Yalnız fiili değil, anarşik bir çoğulculuk. Her şey birbirinden kopmuş, öğeler birbirinden ayrılmış tek başlarına kendi çevrelerinde dönmektedirler, yalnız kalabalıklardır bunlar…(Tunaya 1999:18).

Mütareke hayatı için Türkmen’de (2000:266) aynı şeyleri söyler. “1920 yılı

sonlarında İstanbul’a tepeden bakıldığında, karmaşık bir şehir manzarası göze çarpmaktadır. Şehir, Çarlık rejiminin yıkılmasından sonra Rusya’dan kaçan mülteciler ve işgale uğrayan Türk topraklarından kaçarak başkente sığınan göçmenlerle tıklım tıklım doludur. Öte yandan başkent nüfusunu artıran bu insanların çoğunluğu tifüs, veba, kolera, verem ve benzeri bulaşıcı hastalıklardan dolayı bitkin bir durumdadır. Bunun yanında şehirde yiyecek-yakacak sıkıntısı da vardır. Tramvay seferleri, vapur seferleri seyrekleştiğinden, bunun şehir hayatına olumsuz yansımaları hissedilmektedir. Osmanlı Devleti, son yüz elli yılında pek çok savaş kaybetmiş, fakat hiçbirinde başkentin halkı yenilgiyi bu kadar acı bir biçimde hissetmemiştir. Müttefik devlet yetkililerinin –bir yerde kendi çıkarlarını- koruma bahanesiyle İstanbul’u kontrol altına aldıklarını ifade etmelerine rağmen, başkentteki uygulamaları aslında bir düşman işgalinden farklı değildir. İstanbul’da İşgal Orduları Komutanlığının izni olmadan hiçbir şeyin yapılması mümkün görülmemektedir. Nitekim, Müttefik Ordular Yüksek Komiseri Amiral Galthorpe’in izni olmadan pek az şey yapılabilmektedir. Diğer yandan Galthorpe’in yardımcısı Fransız ve İtalyan meslektaşlarının hükümetlerinin farklı politikalara sahip olması yakın iş birliği yapmalarını önlüyor, Osmanlı Devleti’nin tümünü kapsayan bir plânlamayı uygulamaya koymaya imkân vermiyordu. Bu ise, tüm baskılara rağmen, başkentteki Türklere biraz olsun rahat nefes alma fırsatı yaratıyordu”

Devletin başkenti İstanbul, Mütareke’den sonra neredeyse Türklerle olan ilgisini kesmiştir. Şehir âdeta iki kısma ayrılmış durumdadır. Resmî olmasa da, görünen budur. İstiklâl Caddesi ve Beyoğlu’nda sağlı sollu her dükkânda işiteceğiniz ilk söz ya Rumca yada Fransızca’dır. Galata bölgesi de bunları aratmayacak durumdadır. Diğer taraftan Türk kesimi sessizlik içinde varlığını sürdürmeye devam ettirmektedir (Karaosmanoğlu 1981:10-12). Karaosmanoğlu (1981:25-26) Millî Mücadele Dönemi’nde yazdığı İkdam gazetesinin 31 Ocak 1921 tarihli sayısında İstanbul’u şöyle tarif eder; İstanbul bir sirk meydanı gibidir. Tozların ve çamurların içinde birçok soytarı sabahtan akşama kadar tepiniyor, haykırıyor ve

zıplıyor, takla atıyor. Fakat İstanbul eğlenmiyor, tam aksine İstanbul eğlendiriyor. Dünyanın dört bir tarafından gelmiş bu yabancıları İstanbul misafirperverlik yapıp eğlendiriyor.

Toplumsal hınç tüm bireyleri kapsamış bundan çocuklar da nasibini almıştır. O kadar ki, Hıristiyan çocukları, Türk mahallelerinden, Türk çocukları da Hıristiyan mahallelerinden birbirlerini dövmeden geçmemektedirler. Üstelik buna karışmamış tek bir çocuk yoktur (Adıvar 1987:49).

İstanbul gazetelerine göre olağan dışı bir görüntüye sahip olan Mütareke İstanbul'unun şartları, akıllara durgunluk verecek kadar ürperticidir. Örneğin İstanbul'da yüzlerce kişi salgı hastalıklara yakalanmış, onlarcası bu salgın hastalıklardan vefat etmiş, diğer taraftan doğum oranları düşmüştür. Resmî kayıtlardan alındığı belirtilen bilgilere göre, 1919 yılı Nisan ayında İstanbul'da 318 ev, l apartman ve 3 cami yanmıştır. Sadece Temmuz ayının birinci haftasında yanan ev ve dükkân sayısı 1.098’dir. Halkın içinde bulunduğu iktisâdi sıkıntılar bezginlik derecesindedir. Geçim sıkıntısı ve hayat pahalılığı yetmiyormuş gibi, yokluğun da halkı ümitsiz hâle getirdiği, gazetelerden eksik olmayan konulardır. I. Dünya Savaşı’nın sebep olduğu iktisadî sıkıntıların Mütareke'den sonra kaybolacağı ümidi ise hayale dönüşmüştür. (Bilgi 1997: 66). Böylesine karmaşık bir ortamda insanlar şüphe yok ki idarecilerinden gelecekle ilgili olumlu şeyler duymak ister. Ama söylenen her olumlu söz, gerçekleşen bir veya birçok olumsuz olayla âdeta tekzip edilmişlerdir (Bilgi 1997:67).

Anadolu’da ise durumu 14 Haziran 1919’da Çine’ye çekilmiş olan 57’inci Tümen Kumandanı’nın verdiği raporlar özetlemektedir. Buna göre;

1. İzmir işgalinin ardından tümen birliklerinde bulunan erat tümüyle firar etmiştir. 2. Mahalli Hükümet çevreleri, Yunanlıları iyi biçimde karşılamak için propaganda yapmışlardır.

3. Bir komiser Yunanlıları Aydın’a davet için Yunanlılar’a gönderilmiş, Aydın’da bütün evler Yunan bayrakları asmıştır (Selçuk 2002:92). Bunların önüne geçmek için askerî

tedbirler uygulanmış ve en ağır cezalar verilmeye başlamıştır. Sonuçta orduyu teşkil eden bu insanlar oldukça muzdariptir. Senelerce bir çok cephelerde çarpıştıktan sonra yeni döndüğü köyünde düzeltmeye çalıştığı kırık sabanının başından alınıp getirilen köylü asker; harp bitti

diye ağarmaya başlayan başını, bir aile ocağında dinlendirmeye heves etmesi ve genç ailesini