• Sonuç bulunamadı

Sarayla İlişkileri

III- Firdevsî-i Rûmî Hakkındaki Kaynaklar ve Araştırmalar

5- Sarayla İlişkileri

Türk devlet geleneğinde “saray” devlettir. Devlet; kudret, ülke dahilinde en üstün kuvvet ve emretme gücüdür 66. Yaygın kabule göre Türkler devletçi bir anlayışa sahiptir ve devlet; kutsal sayılmıştır. Kişinin sarayla ilişkileri de devletle ilişkileri anlamında mütalaa edilmektedir. Bu husus Firdevsî-i Rûmî için de geçerlidir. Bugüne kadar bilinen ve iddia edilen şu ki: Firdevsî, gayri sünnî (Heteredoks) bir kimlik taşımaktadır. Bu sebeple de Osmanlı sarayına muhalif olup, Safevîlere daha yakındır ve hatta Celâli isyanlarına bile katılmış olup, kendisine ölüm yeri olarak da İran’ı seçmiştir67.

Bu iddia Firdevsî’nin hayatının doğru anlaşılmasını zorlaştırırken unutulmasına da haklı gerekçeler oluşturmaktadır. Hâlbuki eserleri dikkatlice okunursa, bu iddiaları doğrulayacak kuvvetli deliller bulmanın mümkün olmadığı görülecektir. Özellikle Ehl-i Beyt’e olan muhabbeti, Hacı Bektâş-ı Velî Vilâyet- nâme’sini yazması, Barak Baba Risale’sini tercüme ve şerh etmesi ona Alevî olduğu isnadını yüklemektedir. Esasında ise bu durum yazarın hayatının ve zihniyet dünyasının yalnızca bir boyutunu teşkil etmektedir.

Orta Çağ’da, Doğu’da ve Batı’da, monarşilerde devlet; patrimonyal yapıda olup egemenlik gücü, mülk ve tebaa, mutlak biçimde hükümdar ailesine ait sayılırdı ve yalnız onun lûtuf ve inayetine erişenler, toplumun en şerefli ve zengin tabakasını oluştururdu. Hanedanlar arasında rekabet ve üstünlük yarışı, yalnız muhteşem saraylar, hizmetlilerde değil; ilim ve sanatın hâmiliğinde de kendini gösterirdi.

Osmanlı Devleti, Patrimonyal bir devletti. Patrimonyal devlette yüksek kültür, yalnız “yüksek saray kültürü” olarak var olmuştur. Hükümdar sarayı ve ekâbir sarayları, toplumda şeref ve itibârın, servet ve becerinin tek kaynağı ve sığınağı idi. Osmanlı Devleti’nde en yüksek mimar, sarayın mimar-başısı, en iyi 66 Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği, İstanbul 1997, s. 106.

67 Firdevsî-i Rûmî’nin İran da öldüğü yaygın ve yanlış bir yargıdır. Daha çok rakiplerinin eleştirisi

ve kısmen gayrı sünni olarak bilinmesinin tabii sonucudur. Firdevsî’den söz eden hemen bütün eserler bu noktada hemfikirlerdir. Latîfî, Tezkire, s. 56, 57; Âl-i Künhü’l Ahbar, s. 142-144; Beyanî Tezkire, s. 213; Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, s. 105; Mehmet Süreyya,

Sicilli Osmanî, c.II, İstanbul 1996, s. 536; M. Fuad Köprülü, a.g.m. , s. 651; Şehabettin Tekindağ, Şah Kulu Baba Tekeli İsyanı, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S. 3, yıl 1967, s. 34.

kuyumcu, sarayın kuyumcu-başısı ve en gözde şair, padişahın ilgi ve lûtfuna lâyık görülen Sultan’uş-şu’arâ idi. Bilgin ve sanatkâr; hükümdarın prestijini, sarayın nâm u şânını yüceltmek için gerekli ögeler sayılırdı. Bilgi ve sanatın koruyucusu olan hükümdarın, hakem sıfatını hakkıyla yerine getirebilmesi için kendisinin de, ilim ve sanattan payı olması gerekirdi. Osmanlı devletinde her türlü nimet ve mertebe, yalnız ve yalnız hükümdardan kaynaklandığı için buna erişmek isteyen namzetler arasında kıyasıya bir rekabet, bazen de haset ve entrika egemendi68.

Türk devlet adamları, her türlü bilimsel faaliyeti desteklemiş, bilim ve sanat adamlarını teşvik ve himaye etmişlerdir. Bunun içindir ki bütün başkentler hatta sancak merkezleri bile bilim ve kültür merkezi haline gelmiştir. Bu durum Osmanlı şehir merkezleri için daha doğrudur. Şehzadeler ve Padişahlar, bilim ve sanat adamları ile iç içe olmuşlardır. Medreseler, tekkeler, zâviyeler açılmış, sanatçılara bağışlar ve ihsanlar dağıtılmıştır. Bu politika, bir devlet geleneği olarak sürdürülmüştür.

Osmanlı sultanları belli zamanlarda topladıkları ulema ve şuarâ meclislerinde hakem rolü oynarlardı. II. Murat’tan beri Sultanların, şiirlerini toplayan birer divan tertip edecek kadar şairlik yeteneği kazandıkları bilinmektedir. Hatta sanat ve bilim eserlerinin kalitesini ve sanatkârın şöhretini çoğu kez hükümdar belirlerdi. Bir eserin makbul ve muteber olması her şeyden önce sultanın iltifatına bağlı idi. Sultânü’ş-şuârâ seçilmek, in’am almak için şâirin, ilkin şuâra meclislerine çağrılması, sultana bir kaside sunması, takdir edilip bağışa layık görülmesi gerekli idi 69. Bu girişten sonra şimdi bir sanatçı olan Firdevsî-i Rûmî’nin, patron olan Osmanlı Sultanları ile ilişkisine geçebiliriz.

a- Firdevsî-i Rûmî’nin Şehzâde Korkut ile Olan İlişkisi

Firdevsî-i Rûmî, hayatının önemli bir kısmını Osmanlı saraylarına yakın geçirmiştir. Sarayla olan ilişkileri Şehzade Korkut’un Manisa valiliği döneminde başlamıştır. Firdevsî, Şehzade Korkut’un hususi tarihçisidir. Firdevsî, Kutb-nâme adlı eserinde Şehzade Korkut’tan sıkça söz etmektedir.

Şehzade Korkut’un (1470-1513) unvanı Eb’ul hayr Muhammed’dir. Sultan II. Bayezit’in sekiz oğlundan birisidir. Fatih Sultan Mehmet’in ölümü üzerine İstanbul’da babasına vekâleten on yedi gün padişah naipliği yapmıştır. Amasya, 68 Halil İnalcık, Şair ve Patron, Ankara 2003, s. 9-16.

Saruhan, Antalya ve Hamid İli sancak beyliklerinde de bulunmuştur. Şehzade Korkut bir yönetici olmaktan çok bir bilgin ve bilginlerin koruyucusu idi. Sarayı bir akademi gibi şair ve bilginlerin çalışma ve toplantı yeri haline gelmişti. Eğitimine büyük babası Fatih Sultan Mehmet özel bir itina göstermişti. Tasavvuf, fıkıh, kelam ve ahlaka dair eserleri, bir de divanı vardır. Şehzade Korkut ayrıca seyahati sırasında kütüphanesini atlarla nakletmesiyle ünlüdür 70.

Firdevsî-i Rûmî’nin sarayla ilk ilişkisi Şehzade Korkut’la olan yakınlığı sayesinde başlamıştır. Yazar ünlü eseri Kutb-nâmesinde Şehzade Korkut’tan Midilli adasının fethini anlatırken şöyle söz etmektedir:

“Şâh Korkud bin Sultan Bâyezid Geçdi tahta düşmeni oldı kadîd Tıfliken buldı kemâliyle cemâl Şems ü mâhe yetürüb naks u zevâl Devletile ‘akl idüp tâlim-i hak İstedi fermân kıla iklîm-i hak Vâris-i Sultan Muhammeddür Emîr Şâhdan evvel Padişehdi taht-gîr Cümle şehden yücedür bahtı anun Şehr-i Mağnisa durur tahtı anun”71.

Firdevsî-i Rûmî’nin şiirlerinden açıkça anlaşılıyor ki; “Şah Korkut Bayezit’in oğludur. Fatih Sultan Mehmet vefat edince daha çocukken, babasına vekaleten tahta geçirildi. Devleti akıllıca yönetti. Şehzade Korkut Sultan Muhammedin vârisidir. Babasından önce padişah olmuştur. Vekâlet dönemi bitince Manisa’ya sancak beyi olarak tayin edilmiştir.72 Gerçi Manisa onun için azdır. Şah Korkut Osmanlı sarayına namzet ve şahların şâhıdır. Onun paşası

70 İsmail Hâmi Dânişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. II, İstanbul 1967, s. 4; M. Tayyip

Gökbilgin, Korkut Md., İ.A. c. VIII, İstanbul 1988, s. 856- 860; İ.Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı

Tarihi, c. II, Ankara 1983, s. 162. 71 Firdevsî-i Rûmî, Kutb-nâme, s. 71.

72 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., s. 162; Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, İstanbul 1986,

İskender, zamanın İskenderi gibidir. Şah Korkut’un benzeri ancak Muhammed Sebüktekin’dir ”73.

Yazar devamında, ben Firdevsî, şahın nimetini yedim hakkını bilmeliyim, tâ ölünceye kadar onun hasmına kılıç çalmalıyım. Yediğim tuz ekmeğin hakkını bilip yoluna başımı koymalıyım. Tâ ki desinler, Şah Korkut’un kulu, yediği ekmeğin hakkını bildi. Cânım sana kurban edem, yeter ki sen bâki dur, tâ haşr olunup sur çalınana kadar. Demiyorum, bana gerçekten can baş gerek, lakin; kılıç eri, çok yoldaş gerek. Aslanlar gibi kahramana, halkıma baş olmak gerektir demektedir74.

Müellif bir süre Manisa’da Sultan Korkut’un sarayında yaşamıştır. H. 904 (1498) de Süleyman-nâme’nin 281. meclisine kadar olan bölümünü burada tamamlamıştır75. Sultan Korkut’un sarayında yaşarken kütüphanesinden yararlandığı da düşünülebilir. Şehzade Korkut hazin bir şekilde öldürülünce Firdevsî-i Rûmî İstanbul ve Balıkesir’e dönmüştür.

b- Firdevsî-i Rûmî’nin Fatih Sultan Mehmet ile İlişkisi

Firdevsî-i Rûmî’nin Sultan Fatihle başlayan ilişki ve irtibatını yine kendi eserinden ve kendi dilinden takip edelim. Firdevsî, Süleyman-nâme’nin yazılış hikayesini ve hâmisi Mahmut Paşa aracılığı ile Fatih Sultan Mehmet’le tanışmasını kitabında şöyle anlatmaktadır:

“Sultan Muhammed Hân mübarek sözleri ile Mahmut Paşa’ya dedi ki: Tevârih kitaplarından gördüm ki İskender-î Yunâni ile Süleyman Aleyhisselam çok saltanat ittikleri içün çok miktarda kitap yazılmıştır. Bu sebepten Sultan Muhammed Gâzi Süleyman-nâme’nin te’lîfine hüküm idicek, emri Süleymaniye gereğince, emrine itaat idüp, nüsha taleb ittim ki tevârih kitaplarında ve kasas-ı kebîrde olan kıssalardan ve hazine kitaplarından istihraç kıldım”76 diyerek Süleyman-nâme’nin yazılışını Fatih Sultan Mehmet’in emri ve isteği ile yaptığını ve saray kitaplığından nüsha talep ettiğini beyan etmiştir.

73 Yazar sürekli eserlerinde Padişah II. Bayezid’i Gazneli Mahmud’a, kendisini de şâiri Firdevsî’-i

Tûsî’ye nisbet etmektedir. Gazneliler için bak. Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1993, s. 35.

74 Firdevsî-i Rûmî, a.g.e. , s. 71-194. 75 İbrahim Olgun, a.g.e., s. 187. 76 Firdevsî-i Rûmî, a.g.e., c. 32, s. 34.

Süleyman-nâme’yi altı cilt halinde yazdıktan sonra “Sultan Muhammed Han Gâzi’ye teslim ettim hoş görüp muradın nedir diyicek; Veysel Karânî aşkına bir zaviye inşaa eyledim ona bir vakıf dilerim deyü ahd ittim. Kitap tamam olmak himmet ide. Ammâ kitabın yedinci cildine ulaşınca, dâr’ül fenâdan (dünyadan) dâr’ül bekâ’ya rıhlet (ahirete göç) eyledi...” Bunun üzerine “Firdevsî fakir dahi tâliin yarı kalmadığın bilüp kitabın te’lîfine meşgul olup, 99 cilt Süleyman-nâme nüshasın beyaza çıkarup, halâvet halinde makâm-ı uzlette ömrü harç kitaplardan ve nüshalardan derleyüp mensur ve manzum.” 77 kitabı tamamladım demektedir. Kitabı tamamladıktan sonra Sultan Muhammed Han Gazi’ye teslim ettim, hoş karşıladı ve muradımı sordu, diyerek Fatih Sultan Mehmet’le olan irtibatını nakil etmiştir.

Süleyman-nâme’nin 81. cildinde ise Bu 99 mücelled Süleyman-nâmeyi tasnif etmemizin sebebi, 595 meclisi dâstânı te’lif edip, nesrini inci gibi mensur ve manzum, ahsen hadislerle, sözlerin en güzeli ile söylemesinin hikmeti, Sultan Muhammed Han döneminde, Balıkesir’de Şeh-nâme müte’âla kılıp, İsfendiyar kıssasından tâ Nuşirevân-ı Âdilin meclisine kadar Fatih’e, bir Süleyman-nâme yazmak istediğini, Yunanlı İskender için 24 mücelled İskender-nâme yazıldığını, niçin Hz Süleyman için bir mücelled Süleyman-nâme yazılmasın diyerek, kendisinin teklifte bulunduğunu ifade etmiştir78.

Yazar Süleyman-nâme’yi ister padişahın iradesi ile isterse kendi isteği ile yazmış olsun, yazı hayatına Fatih Sultan Mehmet devrinde başlamış ve padişahla bizzat irtibat kurmuştur. Fatih Sultan Mehmet vefat edip de, Sultan II. Bayezit Han tahta geçince Firdevsî-i Rûmî sarayla olan ilişkilerini kesintiye uğratmadan sürdürmüştür.

c- Firdevsî-i Rûmî’nin Sultan Bayezit Han ile ilişkileri

Fatih Sultan Mehmet 4 Mayıs 1481 tarihinde vefat edince, ölümü on bir gün ordu ve halktan gizlendi. Devlet adamları iki şehzadeye haber ulaştırarak padişahlık için İstanbul’a davet ettiler. II.Bayezit Amasya’dan İstanbul’a gelene kadar Şehzade Korkut babasına vekaleten tahta oturdu. 21 Mayıs 1481 yılında Sultan II. Bayezit padişah olarak tahta geçti. Sultan Bayezit tahta çıktıktan sonra hazinelerinin kapılarını açtı. Zengin fakir herkese lütuf ve ihsanlarda bulundu

77 Firdevsî-i Rûmî, a.g.e., s. 35.

Beylerine köyler ve mezralar bağışladı. Beyler, asker ve halkının hayatı refah içinde muntazam ve mükemmel oldu79.

Sultan II. Bayezit’in cülûsu üzerine 1481 yılında bu hükümdarın emir ve isteği üzerine Süleyman-nâme’yi yazmaya devam eden Firdevsî, eserini bundan sonra sözü edilen padişaha ithaf etmiştir. Kaynaklarda Süleyman-nâme’nin cilt sayısı ve padişaha sunuluşu konusunda farklı rivayetler vardır. Bu farklılık daha çok Süleyman-nâme’nin toplam kaç cilt olduğu hususundaki tartışmadan çıkmaktadır. Halbuki “Hayât-ü Memat” risalesinde yazarın bu risaleyi yazdığı sırada eserinin 82. cüzünü tamamladığını belirtmesi eski iddiaları geçersiz kılmaktadır.

Firdevsî-i Rûmî, 360 ciltlik bu hacimli eserini Sultan II. Bayezit’e sununca padişah bu kadar büyük bir eserden bu denli laf kalabalığından sıkılmış, kendisi ya da görevlendirdikleri kişiler içinden 80 cildini seçerek geriye kalanlarını iade etmemiş bir rivayete göre de yakmıştır.80 Firdevsî bu haksızlık ya da yanlışlık karşısında kırılmış ve hatta bir müddet padişaha küsmüştür. Bursalı Mehmet Tahir ise Süleyman-nâme’nin iade edilmemesini “hiçbir zaman eksik olmayan rakiplerinin kıskançlık ve şikayetlerine” bağlıyor ve müellifin beklediği ilgi ve takdiri görmemesinden dolayı müteessir olduğunu söylüyor 81. Kendisi ise bu hikâyeyi şöyle aktarmaktadır:

“Akıbet merhûm Sultan Bayezid Han bu kitabtan hâbir olup Kostantiniyye’ye getürtüp, yazdırıp 82 cilt kitâb hazine-yi âmireye teslim olundu. Ammâ 81. cild kitap taksîrinden teslim olunmadı. Akıbet zelzele ve feterâtı velvele olduğı ecilden dergâha varulmayup pâdişah’a Allah ömrünü verdi rahmeten vâsia...” devamında ise aynı konuyu nazm halinde şöyle ifade etmektedir:

Bâyezid Han eyledi dâr’ül fenâ’dan ol sefer Rahmete irdi idüp dâr’ül bekâda ol makarr Tutuben yâsin okudum ruhu için yasının İttim âh âhirinde melek yerde beşer ”82.

79 Tursun Bey, Tarih-i Ebu’l Feth, (Haz. Ahmet Tezbaşar), İstanbul tarihsiz, s. 160-168;

Müneccimbaşı Ahmed Dede, Sahâifü’l- Ahbar fi Vekâyi’ül Asar, (Ter. İsmail Erünsal), İstanbul 1979, s. 405-415.

80 Katip Çelebi, Keşf ez Zünun, c.II, İstanbul 1942, s. 1026. 81 Bursalı Mehmed Tahir, Uzun Firdevsî, s. 37.

II. Bayezit’e olan küskünlüğünü bu şekilde özetliyorsa da müellifin kırgınlığı kısa sürmüştür. Süleyman-nâme’yi yazmakta önce tereddüt etmiş ve maddî imkansızlıklar çekmiş ama sonra yazmaya devam etmiştir. Yalnızca Süleymân-nâme nüshalarının tamamının teslim edilmemesine tepki göstermiştir. Süleyman-nâme’nin teslimi öncesinde ve sonrasında da sarayla ilişkilerini iyi seviyede devam ettirmiştir.

II. Bayezit, babasının zamanında İstanbul’da başlayan ilmi faaliyetleri teşvik etmiş, âlim, şâir ve edipleri himaye ederek onlara muayyen tahsisatlar vermiş ve bu suretle İstanbul’u İslam âleminin ilim merkezi haline getirmiştir. Kendisi de şâir olan ve “Adli” mahlasıyla Türkçe ve Farsça şiirler yazan padişah, tarihe de özel bir ilgi göstermiştir. Türk tarihçiliği onun döneminde yeni bir çığır

kazanmıştır .83 II.Bayezit devrinde tarih yazımının devlet eliyle teşvik edildiğini gösteren önemli kayıtlar vardır. Örneğin, II.Bayezit dönemine ait 906/1501 tarihli Ahkam defterinde “Zilhicce ortaları 960’da (1533) hüküm 360, Manastır kadısına babası Ali Çelebinin te’lîf ettiği Tarih-î Âl-i Osman adlı kitabını göndermesi” istenmiştir 84.

II. Bayezit devrine ait bir in’âmat defterinde Firdevsî-i Rûmî’nin saraydan aldığı ina’amat miktarı, tarihi ve ne surette verildiği beyan edilmektedir.85 Buna göre:

Tasadduk be mezkurin fi 20 cem II, sene 912

Firdevsî, şâir müellifi Kâtib-i şâir’ân Cem’at-i müşahere horan

Süleyman-nâme 2000

-İnamı Firdevsî, müellif-i Süleyman-nâme fi 9 minhu (zilkade 912

Nakdiye 3000 câme

Benek-i Bursa İnâm be-mezkurin, fi 26 minhü (Reb, II Sene 913)

Firdevsî, şair Câme

Nakdiye 3000 Benek-i Bursa Sevb

83 İ. Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., s. 247.

84 İlhan Şahin-Feridun Emecen, II. Bayezid Dönemine Ait 906/1501 Tarihli Ahkam Defteri, TDA

Vakfı, İstanbul 1994 , s. 38.

85 İsmail Erünsal, II. Bayezit Devrine Ait Bir İn’amât Defteri, Tarih Enstitüsü Dergisi, İstanbul

İn’am be-mezkurin, fi 8 Şevval sene 914

Firdevsî, şâir Câme

Nakdiye 3000 Benek-i Bursa Sevb

Tasadduk be-mezkurin fi 28 minhu (Cem. II, 915) Firdevsî, müellif-i Süleyman-nâme, be marifeti ser hâzin

Nakdiye 3000 Câme

Benek

Tetimme fi 23 minhu (Şevval 917)

Firdevsî, şair be-ma’rifet-i ser hâzin

Nakdiye 3000 Câme

mirahori an kadafei müzehheb-i benek-i Bursa, sevb

İn’am be mezkurin, fi 26 minhu (Receb II, Sene 913)

İn’âmat kayıtlarından açıkça anlaşılıyor ki; Firdevsî-i Rûmî 1506-1511 yılları arasında hazineden düzenli olarak ödenek almıştır. “der-cemâti müsahere- horan” ifadesi bunun açık bir delilidir. Hazineden aldığı in’amlar ve ihsanlar nakdiye olduğu gibi câme kaydıyla elbise, kumaş da olabiliyordu. Genellikle bayramlarda kumaş ve elbise veriliyordu. Geçimini saraydan düzenli olarak sağlayanlara in’am verilirdi. Genelde ulemâ sınıfından olanlara verilen bağışlara tasadduk denilirdi. Câme ismi kumaş çeşitleri için bir kanıt kabul edilirdi. Benek, bir not ta Bursa’nın altınlı kadifesi olarak zikredilir, herhalde çok değerli bir ipekli olmalıdır 86. Câmekiyye, Osmanlı hukukunda devlet hazinesinden veya bir vakfın gelirinden genellikle aylık şeklinde verilen maaş ve tahsisat manasında kullanılmıştır87.

Yukarıdaki belge, yazarımızın saraydan hem nakit para hem de ipekli elbise ve hatta bayramlarda bayramlık hediyeler bile aldığını bariz bir şekilde göstermiştir. Bu sebeple müellifin, padişaha kızıp ülkeyi terk etmesi söz konusu değildir. Müellif gerçi Süleyman-nâme’nin kendisine teslim edilmemesinden müteessir olmuştur. Ancak âlim ve şâirleri seven, koruyan Sultan II. Bayezit’le sürekli ilişki içinde olmuş bazen sitem etmiş, serzenişte bulunmuşsa da Sultan’ı

86 Halil İnalcık, a.g.e. , s. 75-77; İsmail Erünsal, a.g.e., s. 305-339. 87 Ahmet Akgündüz, Câmekiyye Md, DİA., c. VII, İstanbul 1993, s. 45-46.

“Kutbu’l-aktâb”, kendisini de sultanın şâiri olarak görmüştür. Hemen bütün eserlerinde Sultan Bayezit’den övgülerle söz etmiştir:

Şeyhimüzdür Şeyhi Firdevsi mürîd Gerçi olduk şâir-i Hân Bâyezîd Kutb-ı âlem kimdür anı diyelüm Medhi içre şehd şekker yiyelüm Bu zemânın kutbunı anla cedîd Şâh Sultân Âl-i Osman Bâyezîd88.

Süleyman-nâme’nin 82.cildini hazineye teslim ettikten sonra 81 cildin kısaltılarak teslim edilmesi, Firdevsî-i Rûmî’nin bir süre saraydan uzak kalmasına neden olmuş, ama Yavuz Sultan Selim döneminde sarayla ilişkileri yeniden düzelmiş ve devam etmiştir.

d- Firdevsî-i Rûmî’nin Yavuz Sultan Selim ile ilişkileri

Sultan Bayezit’in vefatı Firdevsî-i Rûmî’yi ekonomik yönden sıkıntıya sokmuştur. Çünkü in’âmat kayıtlarından anlaşılıyor ki 1511 tarihi itibariyle kendisine saraydan hiç ödeme yapılmamıştır. Doğrudan geçimini patrondan (padişah) temin eden Firdevsî için bu zor bir durumdu. Üstelik müellifin kitap ve kâtiplik harcamaları da hayli fazlaydı. Fatih Sultan Mehmet devrinde, Veysel Karâni aşkına bir vakıf kurma girişiminde bulunmuşsa da, bundan da bir sonuç alamamıştı. Kendisi bu fakirlik hâlini Süleyman-nâme’sinde şöyle rivayet etmiştir: “Bundan sonra Tefsir’i Kebir’de olan Süleyman kıssasından yedi cild kitab te’lif itmek istedim ancak kitaba verilecek bir kuruşum dahi kalmadığı için dört cild temâm edebildim, beşinci cildi yazmaya iktidârım olmayup, kitâba verilecek habbe dahi kalmayup, tâlii yâri kılmayup, zikr iderem:

Ah ki tâlî yârı kılmaz bahtı yâr elden gider Dest gîrim olmazsa ol nigâr elden gider Şahı tımâr itmezse bende bimâre kalıser İzz-i devlet ömr-i sıhhat tâ ki var el fikdar”

diyerek içinde bulunduğu psikolojik ve ekonomik sıkıntıyı ifade ettikten sonra, kalan cildleri yazmaya mecalim kalmadığı için “dört cild tecnisiyyâtı ve bu 81. cild Süleyman-nâme’yi beyaza çıkarup devletlü sultanımın hâk-i pâyi şerefine müracaat ettim”89 demiştir.

Yazarımız eserlerini padişah Yavuz Sultan Selim’e sunarak saray ve padişahla irtibatını tekrar kurmuştur. Süleyman-nâme’nin yazılış sebebini açıklarken Süleyman-nâme’nin 22a bölümünde “Selim Şah Zıll-i Yezdân Âl-i Osmân nesl-i Oğuz Hân” ifadesiyle hem sultanı övmüş hem de klasik Osmanlı geleneğine bağlı kalarak Yavuz Sultan Selim’i Oğuz Han nesline bağlamıştır.

Firdevsî-i Rûmî’nin Yavuz Sultan Selim ile ilişkisi Firdevsî için çok anlamlı ve önemlidir. Çünkü Firdevsî’nin Yavuz Sultan Selim gibi bir padişahla ilişkileri sabit ve kesin olunca yazara yöneltilen Heteredoks iddiası bir şekilde bertaraf edilmiş olmaktadır. Ayrıca müellif’in Sultan II. Bayezit’e küserek İran’a gittiği ve orada öldüğü iddiası da asılsız kalmaktadır.

Zira Firdevsî-i Rûmî’nin 1512 yılında İstanbul’da olduğu, saraya yakın olduğu kendi ifadeleriyle kesinlik ve netlik kazanmıştır. Üstelik de Süleyman- nâmeyi yazmaya devam ettiğini, Allah müsaade ederse tamamlayacağını ilave etmiştir:

“Padişahın olursa himmeti var imdi âhîr ola bu kitâb Söz tamam vallah’ü âlem bissevâb”90.

Süleyman-nâme’nin 405.meclisinin zikrinde “Ed-duâ-yı padişah esselam elmislü Ebulhayrât ve’l- hasenât mürebbil gureba bilâdü’l- ûlema es sultan ibn’üs Sultan Selim Han etâullahu ömrühü... Süleyman nâme’nin te’lifini bir âdil ve kâmil padişahın devam-ı devletinde 81. cildin tamamlanmasını müyesser itti. Yavuz Sultan Selim’in in’am ve inâyetiyle Anadolu vilâyetinde Karasi’de, şehr-i Balıkesir’de ikamet edib halvet halinde, makâm-ı uzlette, huzûr-i kalb ile teskîn olup bu kitâbın te’lîfine çalışıyorum ümîdden ki temam ide... tâ ki bu kitabı Süleyman-nâme âlemde yâdigâr kalup târîhi rûzgar olup, Sultan Selîm

89 Firdevsî-i Rûmî, Süleyman-nâme, Ali Emirî, nr: 317, c. 82, s. 160-182. 90 Firdevsî-i Rûmî, Süleyman-nâme, c. VIII, Ali Emirî, s. 23-25.

Benzer Belgeler