• Sonuç bulunamadı

1.3. Yaratıcılık

1.3.11. Sanatsal yaratma

“Yaratıcılık, bilinci yoğunlaşmış insanın kendi dünyasıyla karşılaşmasıdır” diyor May (May, 2003: 74). Yaratıcılığın tanımı böyleyse kimlere yaratıcı denilebilir? Ya da kimler ne ölçüde yaratıcıdırlar? Sanatsal yaratma nedir, nasıl bir

süreçtir ve diğer yaratıcı eylemlerden ne gibi farklılıklar gösterir? Bu bölümde yöneltilen soruların yanıtları aranmaktadır.

Köknel’e göre (1989: 10), insanların çocukluk ve gençlik çağlarında yaşadıkları çatışmalar ve bunların yarattığı kaygı, yaratıcılığının enerjisinin, gücünün temel kaynağıdır ve her insan yaratıcıdır. Yaratıcılığın artık tanrısal bir güç olarak görülmemesi ve insan yaşamının her döneminde bulunabilen bir yetenek olduğu fikri, genel kabul görmektedir. Fakat doğuştan gelen yaratıcılık, her bireyde bulunmasına karşın, yaratıcılığın sürekliliği, gelişimi, derecesi ve ortaya çıkışı ile bireyden bireye farklılık göstermektedir (Aral, 1999: 11). Bir de tabii yaratıcılık, kendini gösterdiği alanlara göre özelleştirilebilmektedir.

Bilim ve sanat, yaratıcılığın en fazla görünür olduğu iki alandır. Bu noktada San ve Adıgüzel (2002: 44), bir ayrıma giderler. Onların görüşüne göre, bilimsel yaratıcılıkta insanın gereksinimleri ön plandadır ve çoğunlukla bu gereksinimlerin hareket noktası belirlidir. Sanatsal yaratmada ise, çok genel bir deyişle, duygular ve öznel düşünceler ön plandadır. Bilim alanındaki yaratıcılık için, bir gelişme, bir evrimden söz edilebilir. Oysa sanat için “gelişme” yanlış bir ifadededir. Doğrusu “değişim” olabilir.

Sanatsal yaratıcılık için değişim, Karayağmurlar için de önemli bir belirleyicidir. O’na göre “sanattaki yaratıcı tavır, yalnızca bazı nesnelere biçim vererek, onları değiştirerek varlık kazanmaz. Bu eylem nesnelere yüklediği yeni yapıyla sürekli bir değişimi de zorlar. O halde yaratıcılık bir bakıma değiştirmekle ilgili bir tavırdır.” Sanatsal yaratma teriminin bütün dillerde benimsenen bir kavram olması, sanatçının taklitçi olarak algılanması yerine, “yaratıcı” olduğunun benimsendiğinin bir göstergesidir (Karayağmurlar, 1990: 18-19).

Karayağmurlar (1993), ayrıca sadece içtepilere bağlı olarak sanatsal yaratmanın açıklanamayacağını belirterek, sanatsal yaratımdan söz edebilmek için gerekli olan donanımı ve sanatçı kimliğini şöyle açıklar:

Yaratmanın gerçekleştiği alanda gerekli birikimi bulunmayan, bu nedenle bilinç dışı bir etkinliği yaşayamayan bireylerin içtepileri ne denli güçlü olursa olsun, yaratıcı olmaları söz konusu değildir. Bu nedenle resim yapmakla ressam olmak aynı şeyler değildir. Resim yapmak bir eylemi betimler; ressam olmak bir

yaşantıyı anlatır. Bu yaşantıda, bireyin kendisi, doğal ve toplumsal çevresi ile karşılaşması vardır. Bu karşılaşmanın şiddeti yanında ifadede ortaya çıkan özgünlük nedeniyle birey, “yaratıcı” ya da “sanatçı” nitelemesini hakeder (Karayağmurlar, 1993: 20).

Sanatsal yaratma için gözün ve dolayısıyla da görsel algıların değeri yadsınamaz. Göz, plastik sanatlarda entelektüel duyu organıdır. Algı, yaratma eylemi ve izleyici ile kurulan iletişimin temelini, görsel algılar ve iç çözümlemenin ardından dışa yönelme gücü olan göz sağlar. Bu nedenle de görsel algılar, sanatsal yaratmanın temelini oluşturur. (Karayağmurlar, 1990: 261).

Yukarıdaki yaklaşımlara benzer bir tanımla sanatsal yaratma: “Değiştirme sürecinde, öznel iç yaşantının farklı dışavurumudur. İnsanın deneyimleri, duyarlılığı, algılama tavrı ile yeniden üretimi geçekleştirmesidir. Öznelin nesnelle diyalektik buluşmasında yeni ilişkilerin bulunması, keşfedilmesidir” (Çellek, 2001: 18).

Erinç (1998: 85) “Sanatta yaratıcılık, algı yetisi üzerine bir düşleme, bir imleme yetisi katmak, katabilmek, bunun için de sezgi gücünü kullanabilmektir” derken, Kagan (1993: 199,275), sanatı, “güzelliğin yasalarına göre” yaratmanın bir biçimi olarak tanımlar ve sanatta yaratıcılık öğesinin, iki türlü karşımıza çıkabileceğini belirtir. Birincisi sanatın içsel biçimi, yani sanatın içeriğinin imgesel olarak somutlaştırılışı ile ilgili olarak, zihinsel etkinlik düzeyindedir. Yani yaşamın imgesel modeli sanatçının zihninde var olur. Bu durum hayalgücünün yaratıcı etkinliğinin bir sonucudur. İkinci durumda sanatın dışsal biçimi, sanatsal imgenin maddi gövdesi oluşur, nesneleşir; yani taştan, metalden, seslerden, sözcüklerden, vücut hareketlerinden, v.s., sanatsal bir içeriğin nesnel taşıyıcısı var olur; emeğin özel bir biçimi ortaya çıkar.

May (2003: 56) sanatsal yaratımı, tanrılarla yapılan kıyasıya bir savaşa benzetir. Çünkü O’na göre sanatçılar, çoğunlukla kendi iç imgeleri ve hülyalarına dalmış yumuşak huylu kişiler olsalar da, yaratılarıyla ölümlü kaderlerine kafa tutmakta, tutkuyla ölümün ötesinde yaşamaya çalışmaktadırlar. İşte bu yüzden de May yaratmayı gerçek bir cesaret olarak nitelendirir.

Yaratma, sanatçı açısından hiç şüphe yok ki, çok güç bir süreci gerektirir. Bu sürecin ne denli zor olduğuna dair çok sayıda örnek verilebilir. Storr’un

(1992:62) aktardığına göre, Beethoven’in defterleri, onun yazdığı müziği ne kadar sık düzeltip yeniden yazmak zorunda kaldığını açıkça ortaya koymaktadır. Thackeray, “kitabımı yazamadan saatlerce kağıtlarımın başında oturuyor, başka hiçbir şey de yapamıyordum” diye durumunu betimlemiştir. Başka bir örnek de Samd tarafından verilir; Samd, Chopin’in “bütün bir gün odasına kapanıp ağlayarak, bir aşağı bir yukarı dolaşarak, kalemlerini kırarak, bir ölçüyü yüzlerce kez değiştirerek, bir tek sayfa için altı gün harcadığını” anlatmıştır. (Harding, 1940: 15’ten aktaran, Storr, 1992:62). Düşüncenin cisimlendirilişinin güçlüğünü Mayakovski, şöyle dile getirir:

“Ha şiir yazmışsın, ha radyum çıkarmışsın. Al bir gramı, böl bir seneye

Binlerce ton taş toprak atacaksın,

Bir kelime bulup koyacağım diye” (Mayakovski, 1966: 224-225’ten aktaran, Kagan,1993: 416).

Sancılı yaratma çabasına dair örnekleri çoğaltmak fazlasıyla mümkün olmakla birlikte, bir o kadar da gereksizdir. Çünkü var olan ve kabul da edilen bir durumu zenginleştirecek örnekler sunmak yerine, bu durumun farklı bir yanına dikkat çekmek daha yararlı olacaktır. Sözü edilen şey, sanatçının niçin bunca güçlüğü, çile dolu çabaları gerektiren yaratıcılık ürünlerini ortaya koymaktan kendini alamadığıdır. Bu durumu galiba şekilde açıklamak olasıdır. Birincisi, yaratma dürtüsü sanatçı için vazgeçilemez bir içgüdüdür. Dolayısıyla sanatçı, doğasının gereği olduğu için, acı çekmek pahasına gerçekleştirir. Karşı konulmaz bir istençtir. Gerçi bu gerçekleştirimin altında yatan önemli nedenlerden söz edilebilir. Şöyle ki, sanatçı yaratım esnasında ölümlü kaderine de başkaldırmış olur; yarattığı eserle hem kendini gerçekleştir, hem de çağları aşacak bir varoluş ile eserinde yeniden doğar. İkinci açıklamamız ise, bu güç sürecin ardından yaşanacak tatminle, estetik haz ile ilgilidir. Sanatçı her seferinde sonunda yaşayacağı duygular pahasına da böyle bir acıya katlanıyor olabilir. Ancak ikinci açıklama tek başına değil, birinci ile ilişkilendirilerek değerlendirilmelidir. Çünkü sanatsal yaratmayı salt haz için gerçekleşen bir etkinlik olarak düşünmek, oldukça derin ve karmaşık olan, pek çok değişken ile bağıntılı olan bir süreci basite indirgemek, sığlaştırmak demektir.

Ergüven (1997:135) konuya daha farklı bir bakış açısı getirir. Ona göre, ortada zor bir denklem vardır. Sanat eseri, özünde iletişim olasılığını saklı tutan bir dildir. Evet yaratma kolay bir süreç değildir. Ancak, sanatçı da yaratmayı, yaşama katlanmanın tek yolu olarak görür ve hayatını, yaratma ediminin beraberinde getirdiği sıkıntı ve acılarla çekilir hale getirir.

May yaratma güçlüğünü Joyce’a da gönderme yaparak şöyle ifade eder:

Yaratıcılık niçin böylesine zor? Ve niye bu kadar çok cesaret gerektiriyor? Yaratıcılık basit bir şekilde ölü biçimleri, tükenmiş sembolleri ve yaşamını yitirmiş mitleri feshedip atmak değil mi? Hayır. Joyce’un metaforu çok daha net: İnsanın ruhunu örsünde dövmesi kadar zor. Gerçekten de şaşırtıcı bir bilmeceyle yüz yüzeyiz (May, 2003: 52).

Karayağmurlar (1990: 112), sanatçının bir nesneye biçim vererek, ona diğer insanların verebileceği değerden daha çoğunu vermekte olduğunu vurgular. Sanatsal yaratımda düşücenin cisimleşmesi hali, o cisme değer yüklemesinin de yapılması anlamına gelebilir. Modern sanattan örnekleyecek olursak, sıradan bir insanın elinde “çay fincanı” diye adlandırılabilecek olan porselen bir bardağın, sanatçının seçimi ile ve belli bir felsefi söylemin parçası olarak, değer yüklenmiş bir sanat objesi durumuna gelebilmesi, bu duruma daha somut görünüm kazandırabilir. Tabii ki sanatsal yaratmanın sonucu ortaya konulan eserlerin de, nitelikle ilgili olarak daima tartışmaya açık bir yanı vardır. Ancak böyle bir eser değerlendirmesinin de, üretildiği çağın koşulları ve yaratıcısının bireysel yaşantısı ile, gerçekleri ile birlikte düşünülerek yapılması gerekmektedir.

Sanatsal yaratmanın özgünlük boyutunu da değerlendiren Karayağmurlar, James Joyce’un şu sözlerine de gönderme yaparak yaratıcı insan için çıkarımda bununur: “kendi soyunun yaratılmamış vicdanını” yaratmak zorunda olan insandır yaratıcı (Karayağmurlar, 1990: 26). Burada yaratıcı kişiye çok önemli sorumluluklar yüklenmektedir. Bu durumda sanatçı, bir anlamda değerler sisteminin de sorgulayıcısı, hatta belki de yaratıcısı olmak durumundadır. Peki tüm bu ağır sorumluluğu gerçekleştirirken sanatçının esin kaynakları neler olabilir?

Özkaya (2000: 12,66), sanatçıyı esinleyenin kavram ve fikir olduğunu, kavram var olmaksızın somutlaşamayacağı için, yaratcılığın nedeninin soyut kavram

olabileceğini ifade etmektedir. Yoksa yapıt önceden sanatçının zihninde şekillenmiş değildir. Düşünce, formu zaman içinde bulur, onu oluşturur. Zira sanatın birincil amacı, zihinsel düzlemde var olanı gerçeklik düzlemine aktarmaktır. Dolayısıyla kavram ile form, fikir ile yapıt, bir yaprağın iki yüzü gibi düşünülebilirler.

Son olarak Kagan’ın yaklaşımından yola çıkarak sanatsal yaratımda sanatçının esin kaynağı aranırsa, ilginç bir sonuca varılır: Sanatçıya. Şöyle ki:

Dünyanın sanatsal olarak özümlenişinde öznel olan ile nesnel olan, bilimsel bilgideki gibi dile getirilemediğinden; sanatta öznel olan, tüm doluluğu ve tüm zenginliğiyle sanatsal içeriğin içine yerleştiğinden, sanatçının kişiliğinde, manevi bir bütün olarak, kendisi tarafından yaratılmış olan yapıtın dışında kalmaz; tam tersine, bir dokumadaki renk gibi yapıta işler. Anlaşılıyor ki, kendi yaratımı içinde sanatçının yeri gerçekten doldurulamaz (Kagan, 1993’ten aktaran, Yılmaz, 2001: 61).

Ve denilebilir ki, bir anlamda sanatçı kendi kendinin de esinleyenidir.