• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM

3. FATİH SULTAN MEHMED DÖNEMİ OSMANLI MEDRESE

3.4. SAHN-I SEMÂN MEDRESELERİNDE EĞİTİM-ÖĞRETİM

3.4.1. Eğitim-Öğretim Metodu

Sahn-ı Semân Medreseleri’nde kullanılan eğitim-öğretim metodu daha önce diğer İslam ülkelerinde teşekkül etmiş ve ilk Osmanlı medreselerinde de kullanılmış metodların bir devamı niteliğindeydi. Buna göre talebeler hocanın etrafında bir halka oluşturur, başarılı ve çalışkan olanlar ön tarafta bulunurlardı. Öğrenim araç-gereci olarak her öğrenci ders kitabının yanında bir de defter bulundururdu. Bir müderris en çok 20, genellikle de 15 öğrenciyi okuturdu (Sarıkaya, 1997: 40).

Osmanlı Medreseleri’nde seviyeye göre eğitim-öğretim faaliyetlerinin yürütüldüğü; kitap (ders) geçmenin esas alındığı, derslerin sık sık tekrarlarla ve karşılıklı münakaşalarla (cedel) takrir edildiği ve dershâne yakınındaki cami veya mescidlerde, öğrenilen bilgilerin tatbiken verildiği anlaşılmaktadır (Baltacı, 1976: 45; Pakalın, C. 2, 1983: 438).

Müderrisler, okuttukları derslerden herhangi bir bahis üzerine talebelerine münazara yaptırırlar ve neticede iki taraf arasında hakem olup mütalâalarını söylerlerdi (Uzunçarşılı, 1988: 57; Baltacı, 1995: 250).

Medresede dersler sabah ve ikindi namazı sonrası olmak üzere iki devrede olurdu. Ancak icâzete esas olan dersler sabah dersleriydi. Bu derslere medrese

dışından gelenlerin de katılmalarına müsaade edilirdi. Akşam dersleri ise genel mahiyette idi (Özdemir, C. 190, S. 33, 1990: 15; İşpirli, C. 28, 2003: 331).

Diğer Osmanlı Medreseleri’nde olduğu gibi Sahn-ı Semân Medreseleri’nde de öğretim süresi daha ziyade öğrencinin çalışkanlığına ve gerekli olan ders ve imtihanları verme durumuna bağlı olup, bugünkü anlamda yıllara ve sınıflara göre düzenlenmemişti. Öngörülen dersleri okuyan ve gerekli sınavları başarı ile veren öğrencilere, “temessuk” denilen ve öğrencinin yüksek dereceli bir medreseye girmesini sağlayan bir mezuniyet belgesi verilirdi. Yüksek dereceli bir medreseyi başarı ile bitiren öğrenciye ise herhangi bir medresede ders vermeye yetkili kılan veya kadı olarak görev yapmasına imkan sağlayan icazetnâme verilirdi (Sarıkaya, 1997: 36).

Osmanlı medrese eğitiminde genel olarak Fahreddin er-Râzî ekolünün büyük etkisi olmuş ve dersler bu ekol üzere yürütülmüştür (İşpirli, C. 28, 2003: 330).

Osmanlı medreselerinde talebeler, yakın iletişim içinde bulundukları müderrise istedikleri zaman soru sorabilirlerdi. Ders içinde ve ders dışında sorulacak sorulara cevap verme durumunda olan müderris sürekli okumak ve hazırlıklı olmak zorundaydı (Köroğlu, 1999: 190). Medresede dersler basit takrirlerden ibaret değildi. Bilhassa yüksek dereceli medreselerde dersler ilerlemiş talebelerle “mübâhese” şeklinde cereyan ettiğinden müderrisin bir saatlik ders için günlerce hazırlık yapması gerekirdi (Baysun, C. 8, 1979: 77). Her ders başlangıç (iktisâr), orta (iktisad) ve ileri (istiksâ) seviyesinde ele alınırdı (İşpirli, C. 28, 2003: 329).

Osmanlı medreselerinde XV. asırda günde dört, XVI. asırda günde beş ders okutulmuştur. Osmanlı medreselerinde talebelerin ve hocaların ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için derslere ara verilmesi, teneffüs yapılması bir gelenek hâlini almıştı (Bkz. Baltacı, 1976: 44). Bunun yanında müderrisler talebeyi kontrol altında tutar ve devamsızlık yapan öğrencilerle bizzat ilgilenirlerdi

Osmanlı eğitim-öğretim metodunda daha önce de değindiğimiz üzere “cerre çıkma” uygulaması önemli bir uygulamadır. Bu uygulamaya göre medreselerin tatil dönemi olan üç aylarda (Receb, Şaban, Ramazan) özellikle Ramazan ayında merkezdeki öğrenciler taşraya giderek hem edindikleri bilgileri uygulama fırsatı bulurlar, hem de adet gereği toplumun öğrencilere bu hizmetleri karşılığında yaptıkları yardımlarla öğrenciler ihtiyaçlarını karşılarlardı. İstanbul’dan taşraya giden öğrencilerin seyahat esnasındaki beslenme giderleri ile diğer yol masrafları hazinece karşılanıyordu. İmparatorluğun kıyı bölgelerine gitmek isteyen öğrenciler gemi ile seyahat etmekte ve onların güvenli bir şekilde gidecekleri şehir ya da limana ulaşması konusunda gemi kaptanlarına sorumluluk yüklenirken, iç bölgelere gidenler ise yol boyunca seyyahhânelerde konaklamakta, bunların yol emniyeti ve güvenliği güzergâhtaki kadılarca sağlanmaktaydı (Cihan, C. 5, 1999: 179).

O halde denilebilir ki Osmanlı medrese modeli ile özdeşleşen eğitim- öğretim metodu teorik bilgi aktarımıyla sınırlı, rutin bir işlem olmayıp; insan şahsiyetinin her boyutuna yönelmiş sosyal karakterli entegre bir çabadır. Sözkonusu bu yaklaşımın çıkış noktası ise müderrisin model şahsiyeti ile öğrenci arasındaki yoğun etkileşimdir. Teorik bilginin inanç ve beceriye dönüşebilmesi ise ancak şahsiyetler etkileşimi ile ulaşılabilir bir hedeftir.

Bu doğrultuda Osmanlı medrese bünyesinde önemli bir yere sahip olan Sahn-ı Semân Medreseleri’nde de söz konusu eğitim-öğretim metodunun uygulandığı görülmektedir.

3.4.2. Okutulan Dersler ve Ders Kitapları

Fatih Külliyesi, bünyesinde yeralan doğrudan eğitim amaçlı üniteleriyle Osmanlı düşünce ve eğitim geleneğinde önceki ve sonraki dönemler için belirleyici bir rol oynamıştır. Bu cümleden olarak Fatih külliyesinde sıbyan mektebinden en üst düzey medreseye kadar dönemin bilgi ve insan yetiştirme kültürü ile bütünleşen akademik amaçlı bir yapılanma göze çarpmaktadır. Kuruluş döneminde eşine rastlanılmayan söz konusu bu çeşitlilik, Fatih

Külliyesi’ni bir bakıma ülke genelinde akademik amaçlı müesseseleri özetleyici kurumsal bir hüviyete kavuşturmuştur. Ayrıca kuruluş dönemine ait medrese vakfiyelerinde tedris faaliyetleri daha çok naklî bilgi disiplinleri çerçevesinde değerlendirilirken, Fatih Külliyesi Vakfiyesi’nde bu konuda aklî ve naklî bilgi disiplinlerinin beraber yürütüleceğinin vurgulanması dikkat çekicidir (Ünal, 1998: 95).

Bu doğrultuda Adıvar, Fatih’in ilme karşı alaka ve himayesini şu şekilde dile getirir: “Çocukluğunda okumak ve yazmaktan hoşlanmayan bu büyük padişah, gençliğinde ortaçağın en büyük ilim ve irfan hâmilerinden biri olmuştur. Hatta boş zamanlarını daima en yüksek âlimlerle fikir teâtisi yaparak geçiren II. Mehmed, bilhassa ilim ve felsefeye olan alakasını bütün hayatı boyunca göstermiştir” (Adıvar, 1943: 16).

Eğitimde büyük atılımın İstanbul’un alınışından sonra Fâtih tarafından başlatıldığı bilinmektedir. Fatih önce kütüphanesine Grekçe ve Latince bilim kitaplarını toplatıp, sayılı filozofları, bilginleri ve sanatçıları İstanbul’a davet ederek pozitif bilimlerin, felsefenin ve sanatın egemen olduğu bir kültür ve eğitim ortamı tasarlamıştır (Sakaoğlu, 1993: 25).

Fatih’in naklî ilimler yanında aklî ilimlere de önem verdiğini gösteren bilgileri ise İnalcık şu şekilde aktarır: “Fatih Sultan Mehmed, din ve felsefe arasındaki ilişki üzerine Gazali’yle İbni Rüşd arasındaki ünlü tartışmayı yeniden açarak dönemin iki büyük ilahiyatçısı olan Alâeddin Tûsi ile Bursalı Hocazâde’ye konu üzerinde birer risale yazmalarını önerdi. Dönemin uleması, Hocazâde’nin eserini üstün buldu’’ (İnalcık, 2003: 185). Görüldüğü gibi felsefî konuların da Fatih döneminde tartışmaya açılmış olması, padişahın aklî ilimlere karşı tutumu konusunda bize önemli fikirler vermektedir.

Fatih döneminde aklî ilimlere alakanın artmış olmasının yanısıra yukarıda da belirttiğimiz gibi felsefî ve ilmî düşünüşün de önem kazandığı görülüyor.

Bu bakımdan Fatih devrinde pek çok Latince eser Türkçe’ye çevrildiği gibi, özellikle tıp, matematik ve astronomi dallarında yeni eserler yazılmıştır. Bu eser veren kişiler arasında bilhassa Türkistan’dan İstanbul’a gelen Alâaddin Ali b. Muhammed Kuşçu en önemlilerindendir (Halaçoğlu, C. 12, 1994: 417).

Fatih Sultan Mehmed’in devrin büyük matematik ve astronomi âlimi Ali Kuşçu’yu, her menziline 1000 akçe ödeyerek Semerkant’tan İstanbul’a daveti ve günlük 200 akçe ile Ayasofya Medresesi’ne tayini (Bkz. Baltacı, 1995: 245) devrin ilim anlayışını ortaya koyması bakımından oldukça önemlidir.

Ali Kuşçu İstanbul’da kelam, filoloji, matematik ve astronomi ile ilgili eserler kaleme almıştır. Bunlardan gök cisimlerinin dünyadan uzaklıklarına dair olan “Risâle fi’l-Hey’e” ile ayrıca “Risâle fi’l-Hisab” ve Uluğ Bey’in Zîc’ine yazdığı şerh zikredilebilir. Fatih döneminin matematikçisi Hızır Bey oğlu Yusuf Sinan Paşa’dır. Onun en önemli eseri tasavvufa ait “Tazarruât”ı ile astronomiye dair olan “Çağminî Risalesi”ne yazdığı şerhtir. Ayrıca zamanın en meşhur bilginlerinden Hocazâde de fizik ve matematik üzerine çalışmalar yapmış, bu konuda yazılmış kitaplara açıklamalarda bulunmuştur. Fatih zamanında tıp alanında da hayli çalışmalar yapılmıştır. Bu devrin en önemli hekim ve bilim adamları yanında “Kitab-ıTıb” ve “Maddetu’l-Hayat” adlı eserin yazarı ve dönemin ünlü şeyhlerinden Muhammed bin Hamza Akşemseddin, Fatih’in hocası olup “Gayretu’l-Emânî Tefsiru’s-Seb’i’l-Mesâni” isimli tefsir sahibi Molla Gürânî, Amasya Daru’ş-Şifası başhekimi olup, “Cerrahnâme-i İlhâni” yazarı Sabuncuoğlu Şerefeddin Ali bin Elhâc İlyas, idrar yolları hastalıkları uzmanı olan Altıncızâde, ayrıca Ahmed Kutbeddin-i Acemî, Şükrullah-ı Şirvânî, Hoca Ataullah-ı Acemî, Yakup Hekim, Lâri-i Acemî ve Hekim Arab sayılabilir (Halaçoğlu, C. 12, 1994: 418).

Bütün bu bilgiler ışığında Fatih döneminde naklî bilimlerin yanında aklî bilimlerin de ihmal edilmediği ortaya çıkmaktadır.

İlme ve ilim adamına verilen değerin muazzam bir şekilde arttığı Fatih döneminde Sahn-ı Semân Medreseleri’nde acaba hangi dersler ve ders kitapları okutulmaktaydı? Şimdi bu konu ile ilgili bilgilere müracaat etmek yerinde olur.

Sahn-ı Semân Medreseleri için en temel kaynak şüphesiz medrese vakfiyesidir. Ancak Sahn-ı Semân Medreseleri Vakfiyesi’nde hangi derslerin okutulacağına dair kesin bir kayıt bulunmamaktadır. Vakfiyede sadece “…büyük müderrisler zümresi arasında alışılmış tatil günlerinin dışında her gün medreseye gelip, kerem sahibi vâkıfın yüce medreselerine tertip ve tayin buyurdukları yetenekli öğrencilere çeşitli ilim, hikmet ve mârifetleri öğretsin” (Kayaoğlu, S. 49, 1985: 16; İhsanoğlu, 2003: 52) ibaresi yeralmaktadır. Ancak bu dönemde yaşamış bazı âlimlerin biyografileri Sahn-ı Semân Medreseleri’nde hangi derslerin okutulduğunu tespit etmemize yardımcı olmaktadır. Bu âlimlerden en önemlisi Şakayık-ı Nu’maniyye ve Mevzûâtu’l-Ulûm eserlerinin müellifi Taşköprülü-zâde Ahmed İsamüddin Efendi’dir. Kısaca ‘’Şakâyık’’ olarak bilinen eserinde Taşköprülüzâde, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren her padişahın dönemini bir tabaka olarak ele almış, Osmanlı uleması ve eserleri ile ilgili ulaşıp kaydedebildiği bütün bilgileri on tabakadan oluşan bu eserinde derlemiştir (Bkz. İsamü’d-din Ebu’l-hayr Ahmed Efendi,nşr.Ahmed Subhi Furat,1985)

Taşköprülüzâde 946 Rebiulevvel (1539 Ağustos)’de tayin edilmiş olduğu Sahn müderrisliğinde Sahih-i Buhârî’yi iki kere tamamıyla ve Kadı Beyzavî tefsirinden Bakara Suresi’ni ve Hidâye’yi nikâh bahsinden büyua ve Telvîh’i taksim-i evvelden mebâhis-i ahkâma kadar okutmuştur (Uzunçarşılı, 1988: 42).

Baltacı da 946/1540-41 ve 964/1556-57 yıllarında Sahn-ı Semân Medreseleri’nde tahsil müddetlerinin birer sene olduğunu 983/1578-79 senesinde bu sürenin altı ay olduğunu ve 1006/1597-98 tarihinde ise tahsil müddetinin en az altı ay olarak tespit edildiğini ifade eder ve Sahn-ı Seman Medreseleri’nde okutulan dersleri ve ders kitaplarını şöyle sıralar: Fıkıhtan Hidâye, Usul-u

Fıkıhtan Şerh-i Adûd, Hadisten Buhârî ve Tefsirden Keşşâf ve Beyzâvî (Baltacı, 1976: 41).

İlmiye Salnâmesi’nde ise Sahn-ı Semân Medreseleri’nden bahisle buralarda muhtelif fen ve ilimlerin okutulduğu ifade edilir (Bkz. Emin Bey, 1334: 645). Hammer de Sahn-ı Semân’da okutulan on dersten bahseder ve bunları şöyle sıralar: İlm-i Sarf, İlm-i Nahiv, İlm-i Mantık, İlm-i Kelam, İlm-i Edeb, İlm-i Bedî, İlm-i Meânî, İlm-i Beyân, İlm-i Hendese ve İlm-i Hey’et (Bkz. Hammer, C. 3, 1984: 835). O. Ergin ise Sahn-ı Semân’da okutulan dersleri şu şekilde sıralar: Keşşâf Tefsiri, Kelâmdan Seyyid Şerif’in Mevâkıf Şerhi, Usul-ü fıkıhtan Ömer Merğinânî’nin Hidâyesi ile bunun Bayburtlu Ekmelüddin tarafından yapılan şerhi (Ergin, C. I-II, 1977: 100). Yahya Akyüz, Sahn-ı Semân Medreseleri’nde aklî ve naklî ilimlerin bir arada okunduğu sonucunu çıkarır ve burada tıp öğreticiliğinin de usta-çırak ilişkisi içinde Daru’ş-Şifa’da naklî ilimleri okumuş Sahn danişmendlerine verildiğini ifade eder (Akyüz, 1993: 58). Uzunçarşılı ise Musıla-i Sahn’da yani Tetimme’de Şerh-i Adûd, Hidâye, el- Keşşâf an Hakayıku’t-Tenzîl ve Envâru’t-Tenzîl isimli derslerin okutulduğunu ifade ettikten sonra Sahn-ı Semân Medreseleri’nde de bu derslerin daha mufassallarının okutulmuş olabileceğini belirtir (Bkz. Uzunçarşılı, 1988: 28).

Kâtip Çelebi’nin “Mizanu’l-Hakk fi İhtiyari’l-Ehakk” isimli eserinde geçen “Ebu’l-Feth (Fatih) Sultan Mehmed Han Medaris-i Semâniye’yi yaptırıp kanuna göre iş görülüp okutulsun diye vakfiyesinde yazmış ve Haşiye-i Tecrid ve Şerh-i Mevâkıf derslerinin okutulmasını bildirmişti” (Kâtip Çelebi, 1980: 21) ibâresi konuya yeni bir boyut kazandırmaktadır.

Kâtip Çelebi’nin, Sahn Medreseleri’nin vakfiyesine isnad ile böyle bir bilgi aktarmasına rağmen daha önce de ifade ettiğimiz gibi vakfiyede okutulan derslerin isimleri açıkça verilmemiştir. Ayrıca Haşiye-i Tecrîd kitabı medreselerin en alt kademesinde (yirmili veya yirmibeşli) okutulan bir eser olduğu gibi, Şerh-i Mevâkıf adlı eser de Kırklı Medreseler’e ait bir eserdir (Ayrıntılı bilgi için bkz. İhsanoğlu, 2003: 67).

Yaltkaya’nın temas ettiği ve genellikle Fatih dönemine ait olduğu ifade edilen “Kanunname-i Talebe-i Ulum” adlı metinde ise okunması gereken dersler şu şekilde sıralanmıştır:

“Ve kütüb-ü meşruadan dahi mutavvelattan ve muhtasarattan âdet-i kadim üzere okuyalar. Hususa ki mansıb-ı kazâ sevdasında olan ve şuyûhu müderrisîn, kütüb-i mutebarâddan Şerh-i Adud ve Hidâye ve Keşşaf ve sâir ihtiyar ettikleri kitaplar aydalar, takrir edeler. Ve şuyuh-ı mezkûreden derece aşağı olan kimesneler Telvih’e dek aydalar. Andan bir derece aşağı olanlar Miftah’a dek aydalar. Ve ol dereceden bâki sığari müderrisin Şerh-i Tevâli ve Şerh-i Metâli ve Mutavvel ve Haşiye-i Tecrid aydalar. Ve mütun-u fıkıh ve şüruh dahi her müderris takâtı yettikçe aydalar. Fi’l-cümle kitab-ı sâbık âdetçe okunmadan kitab-ı lâhika şüru etmeyeler. Ve talebe müderrisine müracaat ettikleri vakit istihkak-ı zâtileri manzur ola. İzafet hesabın minbat etmiyeler. Ve kimse kimseden tergibat ile danişmend ayartmak vaki olmıya. Ve müderrisinden müsteidlere teklif edip tetimmelerde Şerh-i Şemsiye ve mafevkin aydalar. Tâ İsfehâniye varınca mülâzım olup kapuma mülâzemete geldikleri vakit ol temessük için müderrisin dahi icâzet virecek, yazdıkları temessüklerde okunan kitapların kemmiyet ve keyfiyetlerinde hilaf-ı vâki söz yazmıyalar. Ve illâ itabi azime müstehak olalar. Müderrisler yanında olan müsteidleri her haftada dört derse müdavemet ittüreler. Taksir edeni tedip idüp ifrâd edeni reddedeler” (Yaltkaya, 1999: 465).

Yaltkaya, “Kanun-u Talebe-i Ulûm” adı verilen bu nizamnâmenin İstanbul Üniversitesi kütüphanesinde Halis Efendi kitaplarının siyaset kısmında 206 numarada olduğunu ifade eder (Yaltkaya, 1999: 464). Konu ile ilgili olarak Süheyl Ünver ise şunları belirtir: “Bu eser bildirildiği kütüphane ve numarasında bulunamamıştır. Profesör Yaltkaya bu notu Profesör İsmail Hakkı Uzunçarşılı’dan aldığını söylemiştir. Lakin o da notları arasında bulamadığını bildirmiştir. Hâlâ bunu arıyoruz, muhtelif kütüphanenin siyaset kitapları arasında

bahsettiğimiz tedris nizamnâmesinden çıkmış sayıyoruz” (Bkz. Ünver, 1946: 101).

“Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı” isimli eserinde Uzunçarşılı, Yaltkaya’nın tarihlendirmeden verdiği “Kanunnâme-i Talebe-i Ulûm”a işaret ederek bu kanunun XVI. asrın başlarına ait olduğunu kaydeder (Bkz. Uzunçarşılı, 1988: 72).

Görülüyor ki aslı İstanbul Üniversitesi Halis Efendi Kolleksiyonu 206. numarada olduğu belirtilen metin tekrar bu sefer XVI. yüzyıla ait bir kanunnâme olarak ortaya konuyor.

Şehabeddin Tekindağ, medrese eğitimi ile ilgili olarak yazdığı makalesinde yukarıda sözünü ettiğimiz “Kanunnâme-i Talebe-i Ulûm” adlı kanunnâmenin II. Selim (1566-1574) devrinde tanzim edildiğini tahmin ederek bu metnin Hazerfan Hüseyin Efendi’nin Telhisu’l-Beyan’ında “Kanûn-i Talebe-i İlm” şeklinde verildiğini kaydeder ve iki metni de yayınlar (Bkz. Tekindağ, 1973: 22).

XV. ve XVI. asırlarda Osmanlı medreseleri tarihini ve teşkilatını geniş kaynaklara dayanarak ele alan Cahid Baltacı ise söz konusu kanunnâmeyi Tekindağ’ın II. Selim dönemine ve Uzunçarşılı’nın da XVI. yüzyılın başlarına dayandırmasını göz önüne almadan metne Yaltkaya’yı kaynak gösterir (Bkz. Baltacı, 1976: 36).

Hüseyin Atay ise “Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi” isimli eserinde sözkonusu bu metnin Fatih dönemine ait olabileceğini bildirmektedir (Bkz. Atay, 1983: 79).

Osmanlı kanunnâmelerini çok kapsamlı bir şekilde inceleyen Ahmed Akgündüz ise Kanuni Devri Kanunnâmeleri arasında ilmiye sınıfı ile ilgili olarak iki ayrı hukukî düzenleme bulduğunu, bu düzenlemelerin müşterek hükümlerinin yanında ayrı hükümleri de kapsadığını ifade etmektedir. Birinci düzenlemenin ise dört farklı nüshasının olduğunu ve bu nüshalardan birinin ünvanının,

“Kanunnâme-i Ehl-i İlim” olduğunu belirtir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi tarihçilerin değinmiş oldukları “Kanunnâme-i Talebe-i Ulûm” isimli metinle aynı olan “Kanunnâme-i Ehl-i İlim”, Akgündüz’ün tespitine göre 944/1557 yılına doğru Rumeli kazaskerliği görevi yapan Ebu’s-Suud Efendi döneminde hazırlanmıştır (Akgündüz, 1992: 661).

Bütün bu bilgilerden, çoğunlukla Fatih döneminde hazırlandığı kabul edilen sözkonusu kanunnâmenin Fatih dönemine ait bir kanunnâme olmadığı ortaya çıkıyor.

Ayrıca geçmişten bu yana Sahn-ı Semân Medreseleri’nin teşkilatlanmasında ve yukarıda sözünü ettiğimiz Sahn-ı Semân Medreseleri’nin ders programı olarak kabul edilen kanunnâmenin hazırlanmasında Vezir-i Âzam Mahmud Paşa, Molla Hüsrev ve Ali Kuşçu’nun büyük katkıları olduğu söylenegelmektedir.

Genellikle konu ile ilgili Gelibolulu Mustafa Âli’nin “Künhü’l-Ahbâr” isimli eseri kaynak gösterilerek bu iddia dile getirilmiştir. Halbuki ne Âli’nin bu söz konusu eserinde, ne de Sahn-ı Semân Medreseleri’nin Vakfiyesinde Vezir Mahmud Paşa, Molla Hüsrev ve Ali Kuşçu’nun Fatih Medreseleri’nin ders programını hazırladığına dair bilgi bulunmamaktadır.

Âli’nin “Künhü’l-Ahbâr” isimli eserinde Mahmud Paşa ile ilgili şu bilgi geçmektedir: “tarîk-ı ulemâdan zuhur ve sadaret rütbesine bir sadr-ı meşhûr olan Mahmud Paşa Nevvera’llahü merkadeh ta’yin olunub, meratib-i ulemâya ol şehriyar-ı sâhib ma’rifeti ragıb bulması, i’tilâ-i fuzalâi istid’â eyledi” (Âli, 107b). Bu cümleden, “tarîk-ı ulemâdan çıkan Mahmud Paşa’nın sadrazam olması âlimlerin ve maarifet sahiplerinin itibar kazanmasına sebep oldu” şeklinde bir anlam çıkarılabilir (Bkz. İhsanoğlu, 2003: 60).

Yukarıdaki cümleden anlaşıldığına göre Âli, Fatih’in eğitim politikasında Mahmud Paşa’nın önemli rol oynadığını vurgulamıştır. Ancak burada Mahmud Paşa’nın herhangi bir ders programı hazırlama faaliyetinden bahsedilmemektedir.

İzgi’nin de ifade ettiği üzere Fatih’in medrese teşkilatını ve bu medreselere ait ders programlarını Vezir-i Âzam Mahmud Paşa, Molla Hüsrev ve Ali Kuşçu’nun hazırladığı bilgisi sonraki döneme ait olan kayıtlar arasındadır (Bkz. İzgi, 1997: 61).

IV. BÖLÜM

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN DÖNEMİ OSMANLI MEDRESE TEŞKİLATI

4.1. SÜLEYMÂNİYE MEDRESELERİ