• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM

2. İLK OSMANLI MEDRESELERİ

2.1. İLK OSMANLI MEDRESELERİNDE TEŞKİLATLANMA

2.1.4. Eğitim-Öğretim Yapılanması

Osmanlı biliminin teşekkülü ve gelişmesi Osmanlı öncesi Selçuklu döneminde Anadolu şehirlerindeki eski ilim müesseselerinin yerleşik gelenekleri ile dönemin en mühim ilim ve kültür müesseseleri sayılan Mısır, Suriye, İran ve

Türkistan’dan gelen âlimlerin sayesinde gerçekleşmiştir (İhsanoğlu, C. 8, 1999: 17). Nitekim çoğunlukla İznik’te kurulduğu kabul edilen ilk Osmanlı medresesinin müderrisi Davud b. Mahmud b. Muhammed Kayserî, ilk tahsilinden sonra Kahire’ye gitmiş, orada tefsir, hadis ve fıkıh usulü ilimlerini okumuş ve Anadolu’ya dönmüştür (Hızlı, S. 88, 1991: 28). Bu bakımdan Osmanlılar, bütün Türk devletlerinde kurulan eğitim müesseseleriyle diğer İslam devletlerinde gelişen eğitim müesseselerinden istifade etmişlerdir. Bağdat- Semerkant bölgelerinde gelişen aklî ilimlerle, Şam-Mısır bölgesinde gelişen naklî ilimler, Osmanlı eğitim müesseselerinde ağırlıklarını bu yönüyle hissettirdiler (Baltacı, S. 3, 1979: 6).

İlk devre Osmanlı Medreseleri daha önce Amasya, Konya, Kayseri, Karaman ve Aksaray gibi, Anadolu şehirlerinde başladığını gördüğümüz tedris faaliyetinin devamı telakki olunabilir. Bu faaliyet yabancı memleketlerden gelen âlimler ile onların talebesi veya tahsillerini ilim bakımından gelişmiş İslam ülkelerinde tamamlayan şahsiyetler sayesinde olmuştur (Baysun, C. 8, 1979: 71; İhsanoğlu, C. 1, 1999: 234).

Bizzat Osmanlı medreselerinde yetişenlerin müderris olarak iş başına geçmelerine kadar, ilk Osmanlı medreselerinde görev alan müderrisler menşe itibariyle ya Anadolu’da doğup yetişenler, ya Anadolu’da doğmuş olup tahsillerini Mısır, İran ve Türkistan gibi eski İslam ilim merkezlerinde tamamlayarak geri dönenler ya da Anadolu dışında doğup, oralarda yetişen ve sonradan Osmanlı ülkesine gelenlerden oluşmaktadır (İhsanoğlu, C. 1, 1999: 235).

İlk devir Osmanlı medreselerinin umumî ölçülerle Anadolu Selçuklu Medreseleri’nin bir devamı olduğu kabul edilmekle birlikte diğer İslam memleketlerindeki medreselerden de etkilendikleri söylenebilir (Baltacı, 1976: 15).

bakımdan, siyasal ve askerî olaylar, bunların karakteristik özellikleri dışında, teşkilat ve medeniyet konularını, Osmanlı devletinde onların bir devamı ve tekâmülü olarak kabul etmek yerinde olur (Gökbilgin, 1977: 3).

Bütün bu bilgilerden, değişik İslam bilim merkezlerinin Osmanlı ilminin gelişmesine kaynaklık ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim ilk Osmanlı müderrisi Davud-ı Kayserî’nin yüksek tahsilini Mısır’da yapması (Bkz. Uzunçarşılı, 1988: 1) bunun en açık göstergesidir.

Erken devir Osmanlı medreselerinde ilk teşkilatlanmanın Yıldırım Bayezid zamanında gerçekleştiği ifade edilmekle beraber (Baltacı, 1976: 15; Baysun, C. 8, 1979: 72; Halaçoğlu, C. 12, 1994: 14; İzgi, 1997: 35), bu teşkilatlanmanın ilk defa II. Murad zamanında gerçekleştiği de belirtilir (Bkz. Uzunçarşılı, 1988: 2). Ancak Gelibolulu Mustafa Âli’nin, “Kitabu’t-Tarih-i Künhü’l-Ahbar” isimli eserine kaydettiği “Eğerçi ecdad-ı izâmında Yıldırım Bayezid Han’dan kendülere gelince vâki olan âbâ-i kiram bu kavâninin bir mikdarını icrâ buyurmuşlar, lâkin bi’t-tamam tertib ü ihtimam niyyetini güyâ ki, Ebu’l-Feth merhûmın mesûbatı defterine ta’lik kılmışlar” ifadesi, Osmanlı medreselerine dair ilk teşkilatın Yıldırım Bayezid zamanında tertip edildiğini ortaya koymaktadır (Bkz. Âli, 109a).

Baltacı, Fatih Kanunnâmesi ile Gelibolulu Âli, Kâtip Çelebi ve Taşköprülüzâde’nin eserleri gibi önemli kaynaklardan yararlanarak, Yıldırım Bayezid’in kurduğu dâru’ş-şifa binasıyla bir organizasyonun oluşturulduğu, II. Murad döneminde bu sınıflandırmanın geliştirildiğini zikretmektedir (Bkz. Baltacı, 1976 :26 ). Ancak Yıldırım Bayezid ve II. Murad devirlerinde gerçekleştirildiği kabul edilen bu teşkilatlanmanın ayrıntısı hakkında bilgi sahibi değiliz. Fatih’in yaptığı düzenlemenin hemen öncesinde Osmanlı medreselerinin, yüksek tahsil kısmı hariç tutulursa Telvih, Miftah ve Haşiye-i Tecrîd Medreseleri olmak üzere üç kısma ayrıldığı ifade edilmektedir (Baysun, C. 8, 1979: 72; Yaşar- Sevim, 1990: 321).

Osmanlıların ilk bir buçuk asır içinde yaptırmış oldukları medreselerin derece ve sınıf itibariyle en mühimleri İznik, Bursa ve Edirne’de idi. Kuruluşun başlarında İznik Medresesi bu beyliğin birinci sınıf medresesi idi. Daha sonra Bursa’da yapılan medreseler dolayısıyla İznik ikinci dereceye inerek Bursa’daki Sultan Medresesi birinci dereceyi aldı. Edirne devlet merkezi olduktan sonra II. Murad zamanında 851 (H.) (1447 M.) senesinde tamamlanan Üç Şerefeli Camii yanındaki büyük medrese ile Daru’l-Hadis o tarihte Osmanlı memleketlerindeki medreselerin üstünde yeraldı, tedris ve tahsisatı itibariyle Bursa’daki Sultan Medresesi ikinci dereceye indi. Üç Şerefeli Medrese müderrisine o tarihe kadar hiçbir medrese müderrisine verilmeyen yüz akçe yevmiye verildi. Halbuki İznik Medresesi müderrisinin yevmiyesi otuz ve Bursa’daki Sultan Medresesi müderrisinin yevmiyesi ise elli akçe idi (Uzunçarşılı, 1988: 3).

Osmanlı devleti öncesinde olduğu gibi Osmanlılarda da eğitim-öğretim yapılanmasında müderris ve muîd önemli bir yere sahiptir (İzgi, 1997: 43).

İlk devir Osmanlı medreselerinde bir müderris bulunurdu. Orhan Gazi kurduğu medreseyi Davud-ı Kayserî’ye vermiş, onun vefatında medreseye bir diğer müderris tayin olmuştu (Bilge, 1984: 19).

Bu dönemde Osmanlı medreseleri tek müderrisli olmasına rağmen birden fazla hoca bir medresede ders verebiliyordu. Bazen, bir müderris veya bir başka medrese çalışanı aynı sektör içindeki benzer ya da farklı kurumlarda birden fazla görev alabiliyordu. Mesela bir müderris bir medresede hadis, diğer bir medresede İslam hukuku ve tefsir okutabildiği gibi, aynı kişi büyük bir camide Cuma vaizliği ve bir başkasında da imamet görevinde bulunup her bir iş için muayyen bir ücret alabiliyordu (Cihan, C. 5, 1999: 181).

Müderrislerin tayinleri ilk devirlerde o medreseyi kuran padişah veya paşa tarafından yapılırdı. Daha sonra divanda kararlaştırılmış, kendilerine, tayin edildiklerine dair bir berat verilmiştir. Azilleri ise, işe devamsızlık, şer’î kanunlara aykırı beyanda bulunmak ve sözler söylemek gibi sebeplere

dayandırılmıştır. Çoğu vakıflarda ise azil yetkisi vakıf mütevellisine verilmiştir (Halaçoğlu, C. 12, 1994: 416).

Osmanlı devletinde ilk devirlerde müderrisin azledilme durumlarına pek rastlanmamış, çeşitli sebeplere dayanarak müderrislikten azletme işi XVI. asır sonlarında başlamıştır (Bilge, 1984: 21).

Bütün vakfiyelerde müderrislerde ilmî bakımdan aranacak vasıflardan vâkıf’ın şartları kısmında bahsedilmiştir. Bu kısım bazılarında uzun tutulmuş, bazılarında ise sadece “istihkak edenlere” diye kısaca geçilmiştir.

Fatih devrindeki medrese teşkilatından evvel de müderris olmak bir sıraya tâbi idi. Müderrislik etmeye hak kazanan bir ilim adamının uzun müddet bir medresede “muîd”lik ve “danişmend”lik etmesi lazımdı. Ancak ondan sonra müderrisliğe geçebilirdi (Pakalın, C. 2, 1983: 437).

Müderrislere müderrislik yanında verilen ek görevler; vakıf nâzırlığı, toplanan gelirlerin tasarrufu hususunda yetki, medrese binalarına yapılacak herhangi bir tamiratı yürütme gibi vazifelerdi (Bilge, 1984: 25).

İlk Osmanlı Medreseleri’nde tespit edilen medrese vakfiyelerinde en yüksek maaşın müderrislere verildiği görülür. Bursa Manastır Medresesi’nde müderris efendi günde 50 akçe alırken müderris yardımcısı olarak medresede vazifeli bulunan muîd 5 akçe alırdı (Bilge, 1984: 26).

İznik’te inşa edilen ilk Osmanlı medresesinin müderrisi günlük 30 akçe alırken, Bursa’daki Sultan Medresesi müderrisi 50 akçe, Üç şerefeli Medrese müderrisi ise o tarihe kadar hiçbir medrese müderrisine verilmeyen 100 akçe yevmiye almıştır (Bkz. Uzunçarşılı, 1988: 3).

Bazı vakfiyelerde ise müderris ve diğer vazifelilerin maaşları sabit tutulmamış, toplanacak hâsılat üzerinden hesap edilmiştir. Orhan Gazi İznik’te bulunan medresenin vazifelilerine ve talebelere ödenecek olan maaşı bir rakamla tespit etmemiş, toplanacak hâsılatın 1/6’sını talebelere, kalanı da müderris efendiye bırakmıştır. Bunun yanında müderrislere günlük yevmiyeleri yanında

birtakım yan ödenekler de verilirdi. Bunlar senelik veya mevsimlik hesabıyla olur ve lahmiye, bahâriye, yaylâkiye ve taâmiye isimlerini alırdı (Bilge, 1984: 27-28).

Bu doğrultuda ilk Osmanlı medreselerinde müderrislerin diğer medrese görevlileri arasında en yüksek maaşı alan kişiler olduğu söylenebilir.

Medrese eğitiminin temel unsurunu müderrisler oluşturuyordu. Özellikle ilk devir Osmanlı eğitim sisteminde talebenin hangi medresede okuduğu önemli değil, hangi hocadan ders aldığı önemliydi. Özellikle icazetnâmelerde hoca silsilesine vurgu yapılırdı. İlk Osmanlı medreselerinde ders veren müderrislerin çoğu İslam dünyasının tanınmış ilim merkezlerinde yetişmişler, sonradan gelerek ders vermek üzere istihdam edilmişlerdir (İşpirli, C. 28, 2003: 330).

Eğitim kadrosu içinde en önemli görevlilerden biri de “muîd”dir. İlk devir Osmanlı medreselerinde muîd, aynı İslam âleminde kullanıldığı mânâda medresede müzakerecilik eden müderris muavinleri için kullanılıyordu. Müderris yardımcısı olan muîd, talebelerle aynı yerde oturmaktaydı. Müderris dersi takrir ettikten sonra muîd o dersi tekrar eder ve müderrisin takriri esnasında dersi anlayamamış olanlara böylece yardımcı olmuş olurdu (Bilge, 1984: 34). Baltacı muîdliğin ilk defa Büyük Selçuklular zamanında Nizamiye Medreseleri ile ortaya çıktığını ifade etmektedir (Bkz. Baltacı, S. 3, 1979: 7).

Bilge ise muîdlik vazifesinin İslam âleminde ilk kez hicrî V. asırda ortaya çıktığını ifade etmektedir (Bkz. Bilge, 1984: 34).

Muîdler maaşlı görevlilerdi. Örneğin, müderrisin 50 akçe aldığı bir medresede muîde 5 akçe yevmiye veriliyordu. Nitekim Manastır Medresesi’nde muîde 5 akçe verilirken, Edirne Daru’l-Hadis Medresesi’nde günde 8 akçe yevmiye verilmiştir (Bilge, 1984: 26).

Muîdler aynı zamanda öğrencinin disiplininden de sorumluydular. Muîd olarak atanacak kişilerde aranan özellikler vakfiyelerde belirtilmiştir. Osmanlı

medresede görevli muîd sayısının sabit olmadığı gözükmekle birlikte, genellikle her müderrisin yanında iki muîd bulunmaktaydı (Demiralp, 1999. 10).

İlk kurulan Osmanlı medreselerinde bir müderrisin yanında bir muîd bulunurken, XVI. asırda muîd sayısının ikiye çıktığı anlaşılmaktadır (Bilge, 1984: 37).

Muîdin medresede müderris yardımcılığından başka gördüğü ek vazifelerden en mühimi medresede bulunan talebelere namaz vakitlerinde namaz kıldırmasıdır (Bilge, 1984: 37).

Muîd, medresenin tedris heyetiyle yakından ilgili olup, vakfiye şartlarına göre, iade hizmetine layık ilmî seviyesi yüksek eser sahibi kimseler arasından seçilirdi (Tekindağ, 1973: 24).

İlk Osmanlı medreselerinin eğitim-öğretim yapılanması içinde diğer önemli unsurlardan biri de şüphesiz talebelerdi. Osmanlı medreselerinde talebelerin sıbyan mektebini bitirerek veya o seviyede hususî bir öğretim görerek medreselere geldiği anlaşılmaktadır. Zira en aşağı seviyedeki Haşiye-i Tecrîd medreselerinin derslerini anlayabilmek için hiç olmazsa okuma yazmanın ve bir miktar ilmihal bilgilerinin öğrenilmiş olması gerekir (Baltacı, 1976: 32). Medreselerde eğitim gören öğrencilerden ilk seviyedekiler (mübtedîler) “sûhte” adını alırken, ileri seviyedekilere “danişmend” deniyordu (İzgi, 1997: 51).

A.Cihan, Osmanlı medreselerinin öğrencileri arasında standart bir yaş ortalamasının olmadığını ifade ederken (Bkz. Cihan, C. 5, 1999: 178), Akgündüz ise yaş sınırlaması ile ilgili genel teamülün 14 yaş altında ve 30 yaş üstünde olan kimselerin medreselere alınmaması şeklinde olduğunu belirtir (Bkz. Akgündüz, 1997: 436).

Yatılı sistemle işlediği bilinen Osmanlı medrese eğitim pratiğinde, eş zamanlı eğitim geleneklerini ve hatta günümüz tecrübelerini dahi aşacak nitelikte beslenme, barınma, sağlık ve psikolojik yardım ilişkilerine önem verildiği anlaşılmaktadır (Akgündüz, 1997: 443). Nitekim daha önce de ifade ettiğimiz

gibi Orhan Gazi’nin İznik’teki medresesi için tanzim ettiği vakfiyesinde medrese gelirinin 1/6’sını talebeye tahsis etmesi bu hizmetin en açık göstergesidir. Şehzade Süleyman Paşa İzmit’te inşa ettirdiği medresesindeki talebelere her gün 5 akçe yevmiye tayin etmiştir. Yine II. Murad devri emirlerinden Şah Melek Paşa Edirne’de kurduğu medresesi için tanzim ettirdiği 835 (H)/1431 (M) tarihli vakfiyesinde müderrise günlük 10 akçe, talebeye de müderris kadar yani 10 akçe ayırmıştır (Bkz. Bilge, 1984: 39).

Akgündüz, Osmanlı medreselerine mezhep bağlamında ehl-i sünnet inancına sahip olanların alındığını, medreseye öğrenci seçiminde, medresenin vakfiyesindeki şartlar ve merkezî yönetimin belirlediği esaslar yanında müderrislerin de büyük insiyatife sahip olduğunu, klasik Osmanlı asırlarında medresenin disiplininden doğrudan doğruya müderrisin sorumlu olduğunu ifade eder (Bkz. Akgündüz, 1997: 433-440).