• Sonuç bulunamadı

Sürdürülebilir Kentsel Gelişme

Geniş anlamı ile sürdürülebilir gelişme, Kentbilim Terimleri Sözlüğü’nde sürekli ve dengeli gelişme olarak adlandırılmış ve şu şekilde tanımlanmıştır: “Çevre değerlerinin ve doğal kaynakların savurganlığa yol açmayacak biçimde akılcı yöntemlerle, bugünkü ve gelecek kuşakların hak ve yararları da göz önünde bulundurularak kullanılması ilkesinden özveride bulunmaksızın ekonomik gelişmenin sağlanmasını amaçlayan çevreci dünya görüşü” (Keleş, 1998: 112).

Kuşkusuz, sürdürülebilir gelişmenin sosyal hedeflerinden birisi de, insan kaynaklarının geliştirilmesi ve korunması olup, bu çerçevede ortak bilgi, birikim ve sosyo kültürel mirasın korunması ve geliştirilmesini de ifade etmektedir (Mengi, Algan, 2003: 8).

20. yüzyıl toplumlarının büyük ölçüde kentli toplum olmaları, yani kırsal alandan kente göçün hızlanması ve kent nüfusunun artması, sanayileşmenin yaygınlaşmasıyla kentlerde, geçmişle kıyaslanmayacak derecede kirlenmeye neden olmuştur (Keleş, Hamamcı, 2005: 26). Bu çevre kirlenmesi kuşkusuz, kültürel değerlerin yadsınması, yok edilmesi ve önemsenmemesini de kapsamıştır.

Tarihi çevre, fiziksel çevrenin doğal çevre yanında diğer bölümünü oluşturan yapay çevrenin bir parçası olup, niteliği gereği özel bir yere sahiptir ve kültürel mirasın gelecek kuşaklara aktarılmasında temel ögedir (Keleş, Hamamcı, 2005: 35).

Yaşam ortamları, ikiyüzyıldır sanayileşme ve kentleşme süreçlerinin baskısı altında yapılanmıştır. Bu süreçte ekonomik büyümenin itici gücü görülen sanayileşme ve onun harekete geçirdiği kentleşme, doğal ve tarihi çevreye karşı kaygı duymadığı için yaşam ortamları bozulmuş, hatta yok olmaya yönelmiştir.

(Keleş, Hamamcı, 2005: 96). 1950 yılında dünya nüfusunun üçte biri kentlerde yaşarken, bugün yarısı bu alanlarda yaşamaktadır. Elli yıl içinde ise üçte ikisi kentlerde yaşayacaktır.

Öte yandan, kapitalizm öncesi toplumsal düzende konutların kullanım değeri ön planda iken, kapitalist üretim yapısının kentlere yerleşmesinden sonra toprak rantının getirisiyle kar amaçlı değişim değeri öne çıkmıştır (Keleş, Geray, Emre, Mengi, 1999: 42). Bu rantın çekiciliği ve özellikle topluma kazandırılamaması, sürdürülebilir kentsel gelişmenin önündeki en büyük engel olmuştur.

1992 yılında gerçekleştirilen Rio Zirvesinden başlayarak, çevre sorunları başta olmak üzere sosyal, kültürel ve ekonomik pek çok sorunun küresel nitelik taşıdığı, ancak yerel birimlerin katılımı ve katkısı olmadan bu sorunların çözümünün olası olmadığı vurgulanmaktadır. Rio Zirvesi sonrasında çevresel gündemin gelişimi ile birlikte tarihi çevrenin korunması ve yaşatılmasına ilişkin çabalar, sürdürülebilir boyut kazanmış ve bu kapsamda kentsel koruma, kültürel mirası içerecek şekilde sürekli ve dengeli kalkınma için planlama sürecinin ayrılmaz bir parçası olarak kabul

edilmiştir. Yerel Gündem 21 ise planlamada ve uygulamada, tabanın sesinin yönetime duyurulmasında önemli katkı sağlamıştır.

HABİTAT Gündemi’nde sürdürülebilir kentsel gelişmeyi sağlamak için hükümetlerin, yerel yönetimlerin, özel sektörün ve sivil toplum kuruluşlarının işbirliğinin önemi dile getirilmiş, İstanbul Bildirgesi’nin 12. maddesinde de yerel yönetimler sürdürülebilir kentsel gelişmenin ortakları olarak belirtilmiştir (Mengi, Algan, 2003: 155).

HABİTAT II’ den iki yıl önce 1994 yılında Aalborg’da düzenlenen Sürdürülebilir Kent ve Kasabalar Konferansında kabul edilen “Sürdürülebilirliğe Doğru Avrupa Kentler ve Kasabalar Şartı” önemli belgelerden birisidir. Şart, Avrupa boyutunda kentsel sürdürülebilirliğin sağlanmasında bölgesel, yerel ve gönüllü bir girişim olarak ortaya çıkmıştır. Aalborg Şartı uyarınca hazırlanacak yerel eylem planlarının süreci, şu şekilde tanımlanmıştır (Mengi, Algan, 2003: 169):

a. Varolan planlama ve finansman çerçevelerinin tanınması, b. Sorunların ve nedenlerinin halka danışarak tanımlanması, c. Sorunların çözümünde öncelik sıralaması yapılması,

d. Toplumun tüm katmanlarının dahil olduğu sürdürülebilir bir topluluk vizyonunun oluşturulması,

e. Alternatif stratejik seçeneklerin değerlendirilmesi,

f. Ölçülebilir hedefleri içeren uzun dönemli planın öngörülmesi,

g. Zamanlama ve sorumluluk dağıtımını da kapsayan uygulama programının hazırlanması,

h. Planın uygulanmasına ilişkin gözlem ve rapor sistemlerinin oluşturulması.

Sürdürülebilir Kentsel Gelişme kavramı öğretide sıkça gündeme gelmekte ve çoğunlukla “küreselleşme ve dünya kenti olgusu” ile birlikte değerlendirilmektedir.

Bu birliktelik, küreselleşme sürecinde dünya kenti olmak için çabalayan kentlerde, farklılaşan yerler yaratılması olgusu ile yerin anısının sürdürülmesi ilkesi bağlamında ortaya çıkmaktadır. Küresel ekonomiye uyarak onunla bütünleşmeye çalışan kentlerde, yerleşik kentsel mekânda ve toplumsal yapıda değişim baskılarına karşı koyamama sonucu giderek geleneksel özellikler yitirilmektedir. Bu kapsamda sürdürülebilirlik, kentsel mekânın yaşam kalitesini ve yaşanabilirliğini sağlamada yürütülecek canlandırma ve çağdaşlaştırma eylemlerinde geçmişten geleceğe uzanan bir kültür köprüsünün varlığını gözetmek ve önemsemekten geçmektedir (Bilsel, Polat, Yılmaz, 2006: 55–56).

Kırsal alandan kente olan nüfus akınları ile kentteki arsa ve konut arzının yetersizliği, sonuçta konut gereksiniminin kent toprağı üzerinde baskı yapmasına yol açmaktadır. Bundan dolayıdır ki, özellikle gelişmekte olan ülkeler, kent topraklarının kullanılışını yönlendirmek, kötü biçimde kullanılmasını önlemek, kullanılmamasını ya da boş bırakılmasını denetlemek, düzenli biçimde yeniden kullanılmasını sağlamak amacıyla arsa ve konut piyasasına yönelik önlemler almaktadırlar. Bu önlemler özeksel (merkezi) planlı sosyalist yönetimlerde, başta kent topraklarının iyeliğinin kamuya kazandırılması biçiminde olurken, kapitalist ve karma ağırlıklı yönetimlerde akçal ve diğer sınırlayıcı yöntemlerle gerçekleştirilmekte idi.

Bilinmektedir ki, toprak iyelik hakkının kamuya geçmesini içermemekle birlikte, kamu yararına kullanılmasını amaçlayan araçlardan birisi, kent arsalarının el değiştirmesinin önlenmesidir. Bu ise, arsa fiyatlarının denetlenmesi ya da dondurulması ile sağlanmaktadır. Fransa ve İspanya’da kentleşme alanlarında arsa fiyatları sabitlenirken, Avustralya, Danimarka ve Japonya’da iyelik sahipleri taşınmazın değerini sık aralıkla bildirmektedirler. Hollanda’da ise kamu yönetimi, elindeki arsaları uygun zamanlarda uygun fiyatlarla satışa çıkararak piyasayı denetlemektedir. Denetim araçlarından diğerleri ise, vergilendirme ve “getirilen sınırlamalar” yoluyla arsa fiyatlarını etkilemektir.

Örneğin; bölgeleme, hamur yapma, yapım yasağı, yapılaştırma zorunluluğu gibi çeşitli araçlar, iyelik hakkın kullanılmasında toplum yararının gözetilmesine olanak vermektedir. Toprağın, sahibine sınırsız bir kullanma ve ondan rant sağlama hakkı vermediği, toprağın kullanılmasının kamu yararıyla uyumlaştırılması gerektiği, bireycil toplumlarda bile kabul gören anlayış halindedir (Keleş, 2006a: 619–622).

Yukarıda sayılan denetim mekanizmalarından vergilendirme yöntemi, etkinliği bir yana, toplumsal gereksinimlerdeki parasal sorunun aşılmasındaki rolü ile yadsınamaz bir öneme sahiptir. Taşınmaz sahibi kişilere, o taşınmazın sağlayacağı rantı vergilendirme yolu ile kamuya kazandırmak, rasyonel olduğu kadar sosyal adalet ilkesine de uygundur. Batı ülkeleri bu yöntem sayesinde, hem kentlerinin gelişmesini denetim altına almakta, hem de iyelik sahibi bireyler yerine, toplumun tümünü zenginleştirmektedirler. Böylece toprak, rant sağlama aracı olmaktan çıkmakta, kentlere gelişigüzel değil, düzenli gelişme yolu açılmaktadır.

Gelişmiş ülkelerdeki bir başka etkin uygulama ise, özellikle yerel yönetimlerin (başta belediyeler) azımsanmayacak düzeyde taşınmaz sahibi olmalarıdır. Örneğin; İsveç, Almanya gibi ülkelerde kentteki kiralık konutların yarıdan fazlası, kent yönetimine aittir. Kent yönetimi bu şekilde, konut gereksinimini karşılamaya yönelik önlemleri almaya hazırlıklı olmakta, aynı zamanda kiraları kontrol edebilmektedir. Daha açık ifadeyle, kentte duyulacak konut açığını kapatmak üzere yeni binalar kamunun öncülüğünde ve önceliğinde yapılırken, bunun spekülatif amaçlı kullanılması önlenmektedir.

Kent uygarlığının çeşitli evrelerinde kent olmanın ayrıcalığını taşıyan yerleşmeler, sahip oldukları kültürel farklılık ve süreklilikle zenginleşmişlerdir.

Tarihi kentlerin tümünde yan yana ya da üst üste oluşan kültürel mozağin doğurduğu bu zenginlik aynı zamanda, kentleri simgeleyen değerdir. Bu nedenle kentlerde durağan olmayıp süregelen bir değerler varlığı söz konusudur. Kentin yerel kimliğini ve belleğini oluşturan yerleşik bu kültür değerleri, değişim ve dönüşüm baskıları yanı sıra, eskime-yaşlanma-yetersizleşme sonucu giderek özgün işlevlerini yitirme tehlikesi ile de karşı karşıya kalmıştır. Buna engel olmak açısından “Sürdürülebilir Kentsel Gelişme Kavramı” önem kazanmaktadır.

Ulusal hükümetler kentlerin yönetimini 21. yüzyıl gereklerine uydurmayı başaramazlar ise, kent kültürüyle birlikte ulusal devlet de bu yüzyılın mega kentlerinin karşısında yok olmaya mahkum olacaktır (Nowak, 2006: 8). Haziran 2006’da Vancouver’de düzenlenen Dünya Kentleşme Formunda katılımcıların ortak

görüşü, insanlığın yüzyılımızdaki en önemli sorununun hızlı kentleşmeyi nasıl yöneteceğine ilişkin çözüm bulmak, olmuştur.

Sürdürülebilir kentsel gelişme konusunda ise, farklı görüşler dile getirilmektedir. Bunlar, değişen fiyatlandırma mekanizmalarıyla pazarı kullanarak sürdürülebilirliğin kışkırtıldığı neo-liberal yaklaşımlardan, kendine yeten kentleri öngören derin yeşil yaklaşıma kadar çeşitlilik göstermektedir. Haughton bu yaklaşımları dörde ayırmaktadır (Varol, Üçer, 2005: 88–89): Bunlardan ilki serbest pazar modeli olup; sürdürülebilir gelişmede yumuşak yeşil yaklaşımı olarak dışa bağımlı kent modelini tanımlamakta; çevresel tahribat ve sosyal adalet konuları, ekonomik verimlilik ve refahtan sonra gelen hedefleri oluşturmaktadır.

İkincisi olan yeniden tasarlanan kent modeli; köklerini mimari ve arazi kullanım planlaması bakış açısından almakta, mevcut kenti yeniden tasarlayarak kaynakların etkin kullanılabileceğini savunmaktadır. Pek çok kentte varolan konut ve işyerlerinin ayrı mekânlarda tasarlanması, kentsel servislerin etkin kullanımını azaltmakta ve araç bağımlılığını artırmaktadır. Bu modelde, tüm bu sorunlar fiziksel dokunun yeniden tasarımıyla aşılmaktadır. Kentsel konut yoğunluğunun artırılması ve ana toplu taşım güzergâhlarında yoğunlaşmanın sağlanması, enerji etkinliğini artıracaktır. Enerji etkin yapılar, yeşil alanlar ve kamusal açık alanlar yaratılması da bu modelin içeriğinde yer almaktadır.

Üçüncüsü kendi kendine yeten kent modeli olup; tamamen derin yeşil yaklaşımının yansımasıdır. Bu model, doğaya daha duyarlı yaklaşan ve ekolojik ayak

izinin azaltıldığı, yerel kaynaklara dayalı yerel ekonominin oluşturulduğu, küresel pazara yönelik büyük ölçekli üretim yerine yerel ihtiyaçların biyolojik bölgelerden karşılandığı, küçük ölçekli üretim sistemlerinin desteklendiği bir kenti tanımlamaktadır.

Son olarak adil paylaşımlı kent modeli ise; yeniden tasarlanan ve kendi kendine yeten kent modellerinin pek çok özelliğini taşımaktadır. Bu model, küresel ve yerel açılımları sağlayarak yakın çevre ile alışverişe imkân vermekte ve gelişimi taşıma kapasitesine ve eşitlik ilkesine bağlı olarak desteklemektedir.