• Sonuç bulunamadı

İdeolojik Açıdan

III. Kentsel Gelişme İle Kültür Değerleri İlişkisi

2. Kentsel Gelişmede Kültür Değerlerinin Rolü

2.3. İdeolojik Açıdan

Kültür değerlerinin kentsel gelişme üzerinde ideolojik açıdan etkilerini incelerken, güncelliği ve etkinliği nedeniyle küreselleşmeden başlamak doğru olacaktır. Küreselleşme kapitalizmin günümüzdeki adıdır ve dünyayı global tek bir Pazar şeklinde görmekte, ona göre de kurallar geliştirmektedir. Küreselleşmenin geniş halk yığınlarını yoksullaştırdığı, işsiz bıraktığı, buna karşılık sermaye sahiplerini daha da zenginleştirdiği bilinen sonuçlarındandır.

Küresel kültür, kitle iletişim araçları yoluyla dünyayı “tek bir kültüre”

yöneltmekle suçlanmaktadır. Bu suçlamayı yapanlar, örneğin; İngilizce’nin giderek dünya iletişim ağının dili oluşuna dikkat çekmektedir. Gerçekten İngilizce’nin bugün

30’dan fazla devletin resmi dili ve 350 milyon insanın ana dili olduğu bilinmektedir (TASAM, 2006: 7).

Küreselleşme sürecinde ulus devletler modern döneme ait anlamlarını ve fonksiyonlarını yitirmektedirler. Yeni sistem içinde ekonomik gelişmenin motoru olarak kentler veya bölgeler ön plana çıkmaya başlamıştır. Bu bağlamda kentin tanımlaması da değişikliğe uğramıştır: Artık belirli bir ulus devlet içinde yer alan ve söz konusu ulus devletin parçası olan kent tanımı yerine, tüm dünya üzerinde nüfuz alanı oluşturabilen, bunun için diğer kentlerle sürekli bir yarış içinde olan ve bu süreci hem etkileyen hem de ondan etkilenen kent tanımı ağırlık kazanmaktadır.

Küreselleşmenin sonuçlarından biri de, kentlerin yeni tehdit ve aynı zamanda fırsatlarla karşı karşıya gelmiş olmalarıdır. Daha çok neoliberal olan bugünkü dünyamızda, ulus devletler daha önce sahip oldukları yetkilerden birçoğunu terketmektedirler. Küreselleşme neo-liberalizm gündemiyle ilişki içinde olup bu bağlamda hem gelişmiş ve hem de gelişmekte olan yerler için ciddi tehditler taşımaktadır (Çelik, 2005: 75–80).

Tek cümleyle özetlenecek olursa, dünya kent oldu, kent ise dünya.

Ekonominin kilit noktası, siyasi yönlendirme merkezi ve milyonlar için yaşam alanı olarak mega kentler, küresel değişime tabi olan ve aynı zamanda bu değişimi yönlendiren güçlü aktörler konumuna gelmekte ve bunun etkileri Sanayi Devrimi’nden daha büyük olmaktadır. Birçok kez bu kentler, içinde yaşayanların yaşam kalitesini aşırı derecede olumsuz etkileyen kültürel yerel kimliğin yadsınması, çevre kirliliği, yüksek kaynak tüketimi, doğal felaketlerin tehdidi altında bulunma ve

insan eliyle oluşturulan olumsuzluklar nedeniyle küresel risk bölgeleri olarak algılanmaktadır (Kraas, 2006: 18–20).

Bu süreçte bazı kentler ön plana çıkarak çekim merkezleri olurken diğerleri önemsizleşmekte, yoksulluğa itilmektedir. Kendilerini yenileyemeyen eski sanayi kentlerinin ve hızlı ulaşım/iletişim alt yapısına ayak uyduramayan merkezlerin, küresel ilişkiler ağının dışında kaldığı ve dolayısıyla bunların çağın ortaya çıkardığı gönençden pay alamaması sonucunu doğurmaktadır. Bu noktada yarışan kentler kavramı ön plana çıkmaktadır.

Aslında yarışan, ulus devletlerde olduğu gibi kentler değildir. Rekabet gücüne dayalı bu yarış, firmalar ve bireyler aracılığıyla gerçekleşmektedir. Bu nedenle kentleri oluşturan birimlerin, ortak bir strateji ve sinerji etkisi yaratabilecek ortam için düzenleme mekânizmalarına gereksinim duyulmaktadır (Eraydın, 2001:

371).

Küreselleşme sürecinde “dünya kenti” olmak için yarışan kentlerde

“farklılaşan yerler” yaratılması olgusu ile “yerin anısının sürdürülebilmesi” ilkesi arasındaki çelişki birlikte ortaya çıkmaktadır. Bu çelişkinin, kentin kültürel kimlik değerleri ile küreselleşmenin çağrıştırdığı dönüşüm istemleri arasında gerilim doğurduğu da bir gerçektir. Küresel ekonomiye uyum sağlamak çabasında olan ve bunda yol alan kentlerin, giderek geleneksel özelliklerini yitirme riskiyle karşı karşıya kaldıkları bilinmektedir. Küresel kent-dünya kenti olgusunun doğurduğu aşırı büyüme, yoğunlaşmaların yanı sıra toplumsal ve mekânsal farklılaşma ve parçalanmalarla ortaya çıkan kültürel değişimler, bir tür kimlik bunalımının da bir

bakıma nedenidir (Bilsel, Polat, Yılmaz, 2006: 55-63). Küresel kent gerçek zamanda ama gerçek olmayan alanda kurulmaktadır. İletişim ağıyla sanal kent artık her yerdedir ve yerel bütünlüğü zedelenmiştir.

Bu arada, Uluslararası kuruluşların küreselleşmedeki etkileri dikkatten kaçmamalıdır. Dünya Bankası ya da IMF, Türkiye gibi ülkelere önce bir proje önermekte, sonra da onu yüksek faizli kredilerle desteklemektedir. O projenin başarısız olması durumunda, projeyi kendisinin gündeme getirdiğini anımsamayarak faiziyle birlikte parasını geri almaktadır. Uygulanan proğramların ülkede işsizliğe, yoksulluğa neden olması ise, hep gözardı edilmektedir (Stiglitz, 2002: 56–76). Bu projelerin belli bir kısmının kentsel altyapıya ya da kentsel gelişmeye ilişkin olduğu bilinmekle birlikte, bunların ne kadarının yararlı olduğunun araştırılmaya ihtiyaç duyduğu iddia edilmektedir.

Dünyanın geleceğiyle ilgili temel sorun, küresel alışverişlerin bizi, kültürlerin, ortak anlayışın, zevklerin, bilinçlerin homojenleşmesine mi götüreceği yoksa tam tersine özel, yerel, ulusal veya kıtasal duyguların egemenliğini korumaya devam mı edeceğidir? Aslında toplumları gelişmeye götüren yollardan biri de, özgünlüğünü kanıtlama isteği ile taklitçilik ilkesine uyarak her şeyi tektipleştirme eğilimi arasındaki çatışmadır. Bu diyalektiğin uluslar ve ulus grupları ölçeğinde yansımaları ise önemli bir faktör olarak ortaya çıkmaktadır (Allegre vd, 2006: 201).

Küreselleşme eğilimleri her ne kadar ulusal egemenlik ilkesini sınırlasa ve küresel dayanışmanın sonucu bir “dünya devleti” özlemi doğsa da, devletler dünyasından dünya devletine geçmek kolay gözükmemektedir. Öncelikle, siyasal,

ekonomik, toplumsal ve kültürel yapı ve gelişmişlik farkı, ortak çıkarlar saptamayı zorlaştırmaktır. Diğer taraftan, sadece AB kapsamında bile, birliğe üye ülkelerin kendi ulusal kimliklerinden vazgeçmeye yanaşmadıkları gözlemlenmektedir. Bu nedenle küreselleşme sürecinde, ayrı kimlik ve kültürel öğelere sahip ulusal devletlerin ortadan kalkacağını varsaymak, gerçekçi olmayacaktır (Kaplan, 1999:

188–189).

Ancak, buna aykırı düşünceyi savunanlar da vardır. Nitekim Benjamin Barber şu saptamayı yapmaktadır: “Dünyayı küreselleştirip tek bir Pazar haline getirmeye çalışan güçler, tüm küreyi benzer temalardan oluşan bir alan haline getirerek daha fazla kâr elde etmek için kültürlerin tekdüzeliğini dayatmaktadır (Barber, 1996).

Londra’lı bir insan 1939 yılında yatmış ve bugün uyanmış olsa, her şeyden önce eski Adanın ne ölçüde Avrupalaştığı ve Amerikanlaştığını fark edecekti. İlk şoku, sağ tarafındaki Starbucks ve solundakı Cafe Nero nedeniyle Putney High Street’de yaşayacak, Pizza ve Panini’yi her köşede bulurken, Talgpudding ve Spotted Dick’i (kurutulmuş meyva puding) uzunca bir süre araması gerekecekti. Geleneksel İngiliz birası yerine Alman birası içmek durumunda kalacaktı. Öte yandan Paris’in kalbinde her ne kadar bej ve kızıl renkli ahşapla döşenmiş, genç tarzındaki lambalar ve Victor Hugo’nun yapıtlarının sergilendiği cam bölmesiyle dünyanın en soylularından bir tanesi olsa bile, AB’nin kurucusu Jeanne Monet’in adını alan zarif 16. Arrondissement’deki meydan bile McDonalds’a “hayır” diyemeyecekti (Ash, 2004: 35–114)

Küreselleşmenin kentlerdeki belirgin etkisi, artan eşitsizliğin paralelinde ortaya çıkan ikili kentsel yapıdır denilebilir. Bu ikili yapı, yoksul ve varsılların kentsel alanda yer seçimi tercihlerini etkilemekte, varsıllar konut gereksinimini kent çeperlerinde ve yeni konut alanlarında karşılarken, yoksullar bu sorunlarını ya gecekondu alanlarında ya da kentin eski mahallelerinde çözmektedirler. Bu eğilim, geleneksel yapıların çoğunlukta olduğu kent bölgelerini yoksul ve köhnemiş hale düşürmekte, bir anlamda yıkımı hızlandırmaktadır (Özden, 2006:111).

Küresel kentin bir özelliği ise kentleri tekdüze kılmasıdır. Şangay’ın görünümü ile Los Angeles, Frankfurt ya da Defense’ (Paris) inki arasında fark kalmamaktadır. Yapılar çelik ve cam kütlesi halinde, sıkışık, temiz hava ve doğal ışıktan yoksun, iç dünyaları çevrelerinden soyutlanmış bir konumdadır. Yurtseverliğe karşı bir tavır sergiler gibi, beraberlerinde kültürel farklılığın ortadan kalkması sonucunu doğurmuştur. Mimari açıdan çok zengin değişkenlikleri olan Doğu ve Batı kültürleri gölgelenmiş ve tek tipe yönelmiştir (Yılmaz, 2004: 137).

Küresel pazarın kente yönelttiği parasal kaynaktan kent de kendi payına düşeni alacaktır. Bu anlamda küreselleşmenin kentlerin gelişimine doğrudan etkisine bir örnek vermek gerekirse, 1990–2000 yılları arasında Şangay, 13 milyar dolar kiralardan ve 100 milyar dolar yabancı yatırımlardan gelir elde ederek, bunu kentsel altyapıya yatırmıştır. Dönemin belediye başkanına göre bu dönemde gerçekleştirilen kent yenileme projelerinin geleneksel bütçe ile yapılması durumunda, en az yüzyıla gereksinme duyulacaktı Şangay eski kent dokusunu ortadan kaldırmak yerine gökdelenler kurmayı büyük bir coşkuyla sürdürmektedir (Chen, 2006: 46).

Her şeye karşın küreselleşmenin kentler üzerindeki ağırlaşan etkisine direnmeler de gözlenmektedir. Şöyle ki, Şangay örneği gibi birçok yerde gökdelenler ve köprüler yapılırken, Almanlar kent merkezlerine gökdelen yapılmasına izin verilip verilmeyeceğini (Köln); kentin siluetinin modern altyapılarla değiştirilip değiştirilmeyeceğini (Dresden); bir kaç milyon nüfuslu kentlerin gerçekten havaalanına ihtiyaç duyup duymadıklarını, ihtiyaç varsa bu amaçla açılan arazilerin kent dinamiğini artıran unsurlar olarak kullanmak yerine ağaçlandırılması gerektiğini (Berlin) sorgulamaktadırlar (Nolte, 2006: 57).

Kısacası küreselleşme bağlamında; bilim ve teknolojideki hızlı ilerlemeler, ekonomik ve finans sistemleri, tüketici yaşam biçimi vs, insanlığın yaşam biçimini değiştirmeye devam edecektir. Bu kaçınılmaz olgu karşısında kentler, yerel topluluklar ve bireyler, kültür, çevre ve iklim konularında bilinçli ve etkin çabalar göstermek durumundadır. Aksi takdirde yerel kimlikler ve kültür değerleri varlıklarını sürdüremeyecek, küresel özentide kaybolup gidecektir.

Bu çabaya güzel bir örnek, güney Fransa’da Nimes kenti yakınlarındaki 1900 nüfuslu Sauve beldesinde yerleşen ünlü Amerikan çizgi romanı (Fritz the Cat) ressamı Robert Crumb’un, burada kurulmak istenen süpermarkete karşı verdiği uğraştır. Yüzyıllardır evlerinin duvarları şirin bir şekilde Vidourle nehrinin kıyısından kat be kat yukarıya bir kule gibi uzanan Sauve oturanları, sevilmeyen globalizmi kontrol altında tutabilmek için bir anlamda Amerikalılara gereksinme duymak zorunda kalmışlardır. İki güzel taş köprü, sakin akan nehire güzellik katmakta ve yılda bir kez, yerel geleneklere göre boğaları dar sokaklardan kovalama çılgınlığı dışında yerel halk huzur ve sessizlik içinde yaşamını sürdürmektedir.

Çoğunluğu Fransız olmakla birlikte yirmibeş farklı ulustan kişilerin oturduğu bu beldedeki taşınmazların değeri de son derece yüksektir. Eskiden beldenin kasabı olan 79 yaşındaki Belediye Başkanı Joseph Malgoire şöyle demektedir: “Fiyatlar çok yükselmişti. Yerli halkın gücü çoğu zaman satın almaya yetmiyordu. Bir çok yabancının köye zenginlik getirdiği ve evleri en güzel şekilde restore ettirdikleri yadsınamaz” (Frankfurter Allgemeine Sonntagszeitung, 2007: 36).

Bir iş adamının nehir kenarındaki arsasını bir süpermarket zincirine satacağını açıklamasıyla Sauve’deki şirin hava aniden sona ermişti. Aynı zamanda Belediye Encümeni üyesi olan bu iş adamının gerekçeleri de vardı: Yerel tekstil sektöründeki küçülme, işsizlik, ekonomik durgunluk ve ayrıca alım gücü zayıf belde halkını daha uygun market fiyatlarından yoksun bırakmamak gibi. Ancak hiçbir gerekçe Sauve’nin doğal ve kültür değerlerinden daha önemli olamazdı ve bu bilinçle Crumb’un önderliğinde sivil eylem hareketi başlatılmıştı. Amaç bu kırsal kültür mirasını korumaktı. Beldede yerleşik ve bir zamanlar bir McDonalds’ın tahrip edilmesiyle ünlenen, kısa süre önce seçimleri kaybeden Başkan adayı Jose Bove’nin danışmanı Bayan Agnes Bertrand’ın da katkısıyla direniş başarıya ulaşmış ve işadamı pes etmişti. Daha sonra Belediye Başkanın önerisiyle kasaba dışındaki bir alanda bu süpermarketin kurulması fikrine çizgi roman ressamı Crumb da “olabilir-Sauve’da olmadığı sürece” diyerek çözüme onay vermişti (Frankfurter Allgemeine Sonntagszeitung, 2007: 36).

Eğer kültürler itibariyle “yapılan ve söylenen her şey insan için” tanımını kabul edersek, kültürel değerler, küresel pazarda olanaklar dahilinde aktarılabilir veya satılabilir bir katılım oluşturacaktır. Uygarlık süreci, küresel ya da

küreselleştirilebilir doğasından ötürü amaca dahil edilecek ve yerel kültürler ona şekil, renk ve nitelik verebilecektir (Nweihed, 2007: 76).

Jeremy Rifkin, Alwin Toffler gibi birçok yazar ise, küreselleşmeyi olumlu açıdan değerlendirerek, 21. yüzyılın, kültür zenginliğine sahip toplumların yüzyılı olacağını, bunun iyi pazarlanması gerektiğini, dile getirmişlerdir.

Thomas Friedman da, küreselleşme bağlamında kültür değerlerinin toplumsal kalkınmada önemine ve yöntemine işaret etmektedir: “Özel bölgelerinizi ve kültürel mirasınızı sinsi homojenleştirici girişimlerden korumak için, imar yasalarınız, koruma altındaki alanlara ilişkin yasalarınız ve eğitim proğramlarınız olmalıdır.

Ayrıca kolayca satın alınamayacak bürokratlar ve kültürün korunmasına değer veren politikacılar tarafından gerçekleştirilecek sağlam bir planlamaya gereksiniminiz vardır. Kültürel korumanın değerini anlayacak ya da bunun için girişimde bulunacak büyüklükte bir orta sınıfa sahip olmayan, imar yasalarının ve çevre hukukunun zayıf olduğu, kolayca delindiği ya da hiç bulunmadığı gelişmekte olan ülkelerde başka ciddi çarelere başvurmak gerekir. Yerli halkı bir yerin karakterini ve geleceğini korumaya özendirmede turizm önemli bir rol oynayabilir” (Friedman, 2000: 303-304).

Şurası bir gerçek ki, küreselleşme sonunda gelmiştir ve artık geriye dönülmesi mümkün değildir. Küba Devlet Başkanı Fidel Castro da, 1998 yılında Dominik Cumhuriyeti’ne yaptığı gezide bunu resmen kabul etmiştir. Fakat küreselleşmenin varlığı, onun tüm toplumlara vizesiz girebileceği anlamına gelmemektedir (Nweihed, 2007: 96).

Ülke yöneticilerine düşen görev, küreselleşmenin olumsuzluklarını fark ederek önlem almak ve kimlik kaybının önüne geçmektir. Örneğin; küresel sermayenin gücü ve yoğunluğu, bir tarihi kentin kültürel ve rekreasyon (yeşil alan yoğunluklu) amaçlı kullanılabilecek alanlarını, ticari ya da konut amaçlı yapılaşmaya açmakta başarılı olacaktır. Üstelik bu girişim yüksek ihale bedeli nedeniyle “kazançlı bir iş” olarak algılanabilecektir. İşte küreselleşmenin devleştirdiği maddi değerlerin, etik ve kültürel değerler karşısında egemen olmasını önleyecek belirleyici unsur, kent ya da ülke yönetiminin bilinci ve duyarlılığıdır. Aksi taktirde kent toprakları finans kaynağı olarak pazarlanacak ve dönüşü olmayan şekilde rant düşüncesine kentler kurban edilecektir.

Aynı endişeyi daha büyük ölçekte Escovar Salom, Küreselleşme Saflığı adlı yapıtında şöyle dile getirmektedir: “Küreselleşme Saflığı bizi temel hatalara sürükleyebilir. Bu hatalardan ilki, ulusal çıkarlardan ve Devlet ile ulusal hükümetlerin temsil ettikleri ülkelerin çıkarlarını korumak için yüklenmek zorunda oldukları rolden vazgeçmektir. Teknolojik ve iletişimsel gelişimin ürettiği diyalog, pazarlıklar, pazar açılımları ve tüm diğer özveriler son derece iyidir. Fakat bu oyunun içinde korumanız gereken bazı çıkarlarımız bulunmaktadır. Bunlar sorumluluğunu yüklendiğimiz bir duruş ve sürekli uyanık durmamızı gerektiren bir tavırdır” (Nweihed, 2007: 157).

Kentsel planlama ve mimari açıdan konu irdelendiğinde görülecektir ki, küresel pazar ekonomisinin biçimlendirdiği yenidünya düzeninde onların yüklendiği rol yatırımcıların kâr amaçlı, rekabete dönük beklentilerini karşılamaya yöneliktir.

Kenti, kentsel mekânı dışlayan, kent merkezlerine alternatif olma savıyla ortaya çıkan son dönem mimarlık ürünleri –çok amaçlı alışveriş merkezleri, popüler kültür için yaratılan imgeleri ve ithal edilmiş “yaşam tarzı” (life style) özlemlerini kullanan kentdışı “suburbia” projeleri, imge yaratma amacının öncelikli tasarım motifi olduğu şirket binaları, birbirleriyle yarışan yüksek ofis blokları vb.- “yenidünya düzeni”

adına mimarlar tarafından bugün sorgulanmaksızın üretilmektedir. Plancılar, kent tasarımcıları ve mimarlar bugün serbest pazar ekonomisince yönlendirilen mekân üretme pratiklerinin kaçınılmaz olarak etkin aktörleri konumundadırlar (Bilsel, 2006).

Bu gelişmeler karşısında dünyada son dönem planlama, kentsel tasarım ve mimarlık yazınında “değişen dünya düzeni” ve “post-modern çoğulculuk” adına meşru görülen kentleşme ve mekân üretme pratiklerine karşı eleştirel duruşların gelişmekte olduğu izlenmektedir. “Kamusal alan” (public realm – public sphere) ve kamusal mekân (public space) paradigması bu karşı duruşun odaklarından birini oluşturmaktadır. Neoliberal yaklaşımların egemen kıldığı kentsel gelişme ve mekân üretme pratikleri kamusal alanı hemen tümüyle dışlamakta, kentleri içe kapalı, denetimli özel alanlara ayırmaktadır. Bu koşullar karşısında kent planlama, kentsel tasarım ve mimarlık disiplinleri bugün bir yol ayrımında bulunmaktadırlar: Bu gelişmeye ve özel sektörün taleplerine hizmet edip ondan ekonomik pay alabilecek;

ya da kentlerin kamusal alanının korunması hedefini ana ilke edinebileceklerdir.

(Bilsel, 2006).

Kentsel gelişmedeki temel amaç, herkes için yaşam kalitesinin artırılması ve paylaşıma dayandırılması gerekliliğidir. Bu yaklaşım ‘eşitlik’ ve ‘kültürlerarası kaynaşma’ ilkeleri ile kamusal alanın ideolojik karşılaşmalardan uzak mekânsal oluşumunu talep eden Avrupa Kentsel Şartı’nın, kamusal alanları ideolojilerin temsil alanı haline gelmesini önleme çabasının da temelini oluşturmaktadır (Olgun, Enşici, 2006).

Bir başka ideolojik yaklaşım irdelendiğinde, örneğin; Nazi Almanyasının temel mimarlık ve şehircilik anlayışının, form dilini klasisizme dayanarak geliştiren anıtsal yaklaşım olduğu görülecektir. Bu anlayış, özellikle devleti simgeleyen resmi binaların aşırı büyük boyutlarda tutularak, bireylerin kendilerini bu yapılar ve dolayısıyla iktidar karşısında oldukça küçük, önemsiz hissetmelerini desteklemektir.

Nitekim o dönemde gerek gerçekleştirilen projeler (1936 Olimpiyat Stadı ve yapıları -ki bu yapılaşma için özel bir metro istasyonu bile yapılmıştır-, hükümet merkezi olan Wilhelmstraße, Fehrbelliner Platz) kökü klasisizme dayanan anıtsal yapılardır (Arın, 2003).

İdeolojik bir yaklaşım olarak nitelendirilmese bile, Nazi sistemine bir tepki olarak değerlendirilebilecek savaş sonrası Almanya’daki klasik modern mimarlık anlayışına göre kent alanları, karışık kullanımdan arındırılarak (Tarihi yapılaşma:

Blok içlerinde üretim binaları, sokağa bakan blok çeperlerinde daha üst düzeydeki gelir gruplarına, avlu içlerinde düşük gelirlilere hitabeden konutlar ve giriş katlarında dükkânların bulunduğu binalar) işlev ayırımı yaklaşımı ile "konut alanları", "iş yeri alanları", kültürel kullanım alanları" gibi monofonksiyonel alanlara ayrılmaktadır.

Nitekim, Hans Scharoun´un etkisiyle, tüm kültür etkileşimlerini bir araya toplama girişimi sonucu, kentin merkezinde "Kültür Forumu" (Kulturforum) olarak bilinen ve içinde Devlet Kütüphanesi, Filarmoni, Oda Müziği Konser Salonu (Staatsbibliothek, Philharmonie, Kammermusiksaal; mimarı: Hans Scharoun), Yeni Ulusal Galeri (Neue Nationalgalerie; mimarı: Mies van der Rohe), El Sanatları Müzesi (Kunstgewerbemuseum; mimarı: Rolf Gutbrod) gibi ünlü binaların bulunduğu alan ortaya çıkmıştır. Bu alana daha da yoğun müze ve galerilerin yerleştirilmesi planlanmış, fakat muhtemel bir savaş halinde tüm kültür varlığının yok edilme tehlikesinin oluşacağı nedeniyle bundan vazgeçilmiştir (Arın, 2003).

İdeolojinin kentleşme üzerindeki etkisini en iyi eski Doğu Almanya’da (DDR) izleyebiliriz. Duvar yıkıldıktan sonra kentler birden bire kapitalist kentler haline gelmiştir. Ekonomik yönden verimsiz çocuk yuvaları, gençlik kulüpleri, eğlence merkezleri, barlar, küçük dükkânlar ve pastaneler kapatılmıştır. Örneğin kutlamaların yapıldığı bir toplum merkezi, kazançlı bir mobilya deposuna dönüştürülmüştür (Weyland, 2005: 110). Şunu da itiraf etmek gerekir ki, DDR döneminde kentlerin tarihi ve doğal dokusunun yaşatılmasına önem verilmiştir.

Tarihi yapılar birebir onarılamasa bile, hiçbiri yıkılıp yerlerine apartman blokları dikilmemiştir. Bunun en güzel örneği Potsdam’dır. Bu eski kentteki Hollanda Mahallesi gibi nefis mimari yapılar günümüze gelebilmiştir. Aslında bu yaklaşım tüm eski Doğu Bloku ülkelerinde görülmüştür.

İKİNCİ BÖLÜM

TÜRKİYE’DE KENTSEL GELİŞME VE KÜLTÜR DEĞERLERİNİN KORUNMASI ARASINDAKİ ETKİLEŞİM