• Sonuç bulunamadı

II. Kültür Değerlerinin Korunması

4. Tarihsel Gelişimde Korumacılık Örnekleri

4.1. Fransa Örneği

1830’lardan sonra Fransa’da Ortaçağ anıt ve yapılarının onarılması gündeme gelmiş ve bu onarımların, mimarların kişisel görüşlerine göre ve gelişigüzel yöntemlerle yapılması üzerine, Emmanuel Viollet Le Duc, (1814–1879) onarımları bir düzene sokmak için “üslup birliği” oluşturma yönünde çalışmalar yürütmüştür.

Le Duc buna ilişkin düşüncelerini yayımlamış ve çok sayıda restorasyon gerçekleştirmiştir. Le Duc’un, “onarımında üslup birliği” düşüncesine karşı çıkan John Ruskin (1819–1900) ise, yapıtların onarımlarla değiştirmektense öncelikle anıt ve yapılara iyi bakılmasını önermiş ve bu durumda restorasyona gereksinim duyulmayacağını savunmuş, anıt ya da yapı çeşitli nedenlerle özgünlüğünü yitirmiş ve hasar görmüş ise, o haliyle korunmasının ve hiçbir şekilde müdahale edilmemesinin, daha iyi olacağını vurgulamıştır (Ahunbay, 1996: 8–16).

Bu iki görüşe karşı İtalyan Luca Beltrami (1854–1933) tarafından “Tarihi Restorasyon Kuramı” geliştirilmiş ve tarihi yapıların koruma ve onarımının tarihi belgelere ve somut verilere dayandırılması gereği savunulmuştur. Yine bu dönemde ileri sürülen ve kendisinden önceki üç görüşü uzlaştırarak birleştiren ise, İtalyan Camillo Boito (1836–1914) olmuştur. Boito tarafından belirlenen temel koruma ve restorasyon ilkeleri, çağdaş restorasyon kuramının öncüsü niteliğini almıştır. Bu ilkelerin uluslararası düzeyde kabulü ve yayılması ise Gustavo Giovannoni’nin (1873–1947) katkılarıyla gerçekleşmiştir (Ahunbay, 1996: 16–18).

Fransız Devriminin ikinci yılında tüm Cumhuriyet yöneticilerine gönderilen kararnamede “…Cumhuriyetin malı olmuş tüm yapıların ve sanat eserlerinin koruma altına alınarak envanterinin çıkarılması…”, diğer bir kararnamede ise, “…sizler, eski sahiplerinin akibetlerini sormaya hakları olduğu eserlerin sadece emanetçilerisiniz…” denilmesi, kültürel yapıtların korunmasına dikkat çeken önemli adımlardır (Okyay, 2001: 35).

Fransa’daki korumacılık yaklaşımına ve uygulamalarına daha yakından bakmak, kültürel mirasın tarihi gelişiminde önemli bir bakış açısı sağlayacaktır.

19. yüzyılda sanayileşme, deniz aşırı ülkelere açılma, sömürgeleştirme ve zenginleşme eğilimleri Fransa’da, kentsel taleplerdeki yoğunluğu artırmıştır. Bu yoğunluk, tarihi kent dokularının yok edilerek yeni kentleşme modellerine uyarlanmasına yol açmıştır. Fakat ülke aydınlarının yerinde çıkışları yöneticileri uyandırmış ve 1816’da İçişleri Bakanlığı valilere, anıtsal değerlerin korunması için envanter çıkarılmasına dair genelge göndermiştir (Okyay, 2001: 36).

Fransız aydınları içinde özellikle Victor Hugo, tarihi yapıların yok edilmesi karşısında cesur savaşını vermiş, 1823 yılında L’Ode ve 1832 yılında Revue des Deux Mondes’da yayınlanan “Fransa’nın Anıtlarının Yok Edilmesi” başlıklı makalesi çok yankı getirmiştir. Victor Hugo, şu sözleriyle koruma kavramının çerçevesini ortaya koymuştur: “Mülkiyet hakları kimin olursa olsun tarihi ve anıtsal bir yapının yok edilmesi izni şu kendini bilmez spekülatörlere verilmemelidir.

Onların gözükara çıkarları insanlığın onurundan üstün olmaz. Bir yapının iki niteliği vardır: Kullanımı ve güzelliği. Kullanımı mal sahibine aittir, fakat güzelliği herkesindir. İkinci nitelik tüm mülkiyet haklarının üstünde yer alır” (Okyay, 2001:

36). Fransa’da kültürel mirasın korunmasına ilişkin ilk yasanın hazırlanışı görevi Hugo’ya verilmiş, o da hazırladığı yasa tasarısına, “Anılar için Yasa” adını koymuştur (Kastamonu Valiliği, 2002: 14).

Anıtsal yapıların korunmasına ilişkin olarak 1930 yılında İçişleri Bakanı Guizot, Kral Louis-Philippe’e sunduğu raporda; “…Fransız ihtilali sayesinde aydınlanmış günümüz sanatçıları, kıymetli birçok tarihi anıtsal eserin hergeçen gün biraz daha fazla yıpranmaları ve yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kaldıkları kaygılarını taşımaktadır. …bu nedenlerle bir Tarihi Anıtlar Genel Müfettişliğinin kurulması zorunludur. Mesleğinde yetkin, taşıdığı sorumluluğun bilincinde bir kişinin seçilerek, tüm Fransa’yı dolaşması, bir tarihi anıtlar envanteri çıkarması ve ne şekilde onarım gerektiğine ilişkin raporlar düzenlemesi gerekmektedir…”

denilmektedir.

Bu raporun Kral tarafından uygun görülmesi üzerine ilk Tarihi Anıtların Korunması Genel Müfettişliğine Ludovic Vitet, daha sonra ise ünlü yazar, arkeolog Prosper Mérimée atanmıştır. Genel Müfettişlik 1837 yılında, Tarihi Anıtlar Milli Komisyonuna (Comission Nationale des Monuments Historiques) dönüştürülmüştür (Okyay, 2001: 37).

Yasal düzenlemede Fransa’daki korumacılığın düzenlemesini şu şekilde sıralamak mümkündür:

- 30.3.1887’de Jules Grevy tarafından hazırlanan yasa, tarihi yapıların korunması görevini, Tarihi Anıtların Korunması, Güzel Sanatlar ve Halkın Bilgilendirilmesi Bakanlığına vermiştir.

- 21.4.1906 tarihinde çıkarılan Sitlerin Korunmasına İlişkin Yasa daha geniş bir alanı kapsayarak, koruma örgütlenmesini bölge ve alt bölgelere yaymış ve koruma etkinliklerine sivil toplum kuruluşlarını da katmıştır.

- 31.12.1913 ve 2.5.1930 tarihli yasalar yürürlüğe girmiştir.

- 1943 yılında, anıtları merkez kabul eden 500 m. yarıçaplı koruma alanının oluşumu kabul edilmiştir.

- 2.8.1962 tarihinde kabul edilen Malraux Yasası 1965 yılında yürürlüğe girmiştir.

- 7.1.1983 tarihinde Küçük Yerleşmeler ve Doğal Güzelliklerin Korunmasına İlişkin Yasa kabul edilmiştir.

Her yeni yasa ve kararname, öncekileri daha iyi şekle getirmeyi öngörmüş ve sürekli gelişen tarihi çevre bilincine paralel uygulamayı amaçlamıştır.

Bunlar içinde Malraux Yasasını daha yakından incelemek herhalde yararlı olacaktır. Bu yasa öncesinde, daha çok tek yapı ölçeğinde anıtsal nitelikli yapıların korunması amaçlanırken, 2. Dünya Savaşı sonrasında kentlerde ortaya çıkan konut gereksinimi, emlak sektörü temsilcilerini, tüm kentlerinde tarihi doku bulunan Fransa’da, bu alanlara yöneltmiştir. Böylece, kent merkezlerinde zaten iyi durumda olmayan yapıları ortadan kaldırarak, daha yoğunluklu yerleşim alanları kurulabilecekti (Okyay, 2001: 41).

Bu tehlikeyi görenlerden biri olarak ünlü yazar ve Kültür Bakanı Andre Malraux hazırladığı yasa tasarısını meclise sunuş konuşmasındaşu önemli hususlara işaret etmiştir (Okyay, 2001: 42):

“…günümüzde, köylerden şehirlere doğru iç göçler, bir yandan tarihi köylerimizin terk edilmişliğine, diğer yandan da yine tarihi kentlerimizin tahribine neden olmaktadır. Avrupa uluslarında tarihi mimari miras anlayışı esaslı bir evrim geçirdi. Geçen yüzyılda her ulusun tarihi mimari mirası anıtsal yapılardan oluşuyordu. Anıtsal yapılar ise, belirli bir devri temsil eden sanat şaheseri bir tablo ya da bir heykel gibi devlet tarafından korunuyordu. Fakat uluslar, geçmişlerinin sadece sanat şaheserlerinden oluşmadığının farkındalar. Bir mimarlık şaheseri çevresinden soyutlandığı zaman ölüdür.

Özel girişimciler çözümü, tarihi köprülerin çevresinde yer alan mütevazı yapıların yerine lüks yapılar inşa etmekte görüyorlar. Şimdi tam zamanıdır. Zira mütevazi yapıların cepheleri sanat eseridir, ancak yapının iç hacimleri ise yoksulluk örneğidir. Bir mahallenin bütününü korumaktan anladığımız, dışını muhafaza ederek içini modern hale getirmektir. Eski bir mahalleyi korumak, içini modern hale getirerek dış görünümünü korumaktır. Tarihi mimari mirasın içinde yer alacak restorasyon eylemi, Fransızların çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ile uzlaşmalıdır.

Soruna doğru çözümler aramak emlak piyasasının değil, belediyelerin işidir. Belediyeler ise, bu konuda esaslı müdahalelerde bulunma zorlukları ile karşı karşıyadır. O halde devlet, belediyelerin yıkım ya da restorasyon seçimine yardımcı olmalıdır. Örneğin; doğrudan restorasyonun gerçekleşemeyeceği

köhnemiş durumlardaki mahallelerde yapılar yıkılıp sonra yeniden aynı şekilde inşa edileceklerdir. Yeniden özgün bir şekilde inşa etmek daha pahalı olsa da özgürlük önemini koruyacaktır.

Bir gelecekten söz edilecek ise, bunun geçmişin değerlerini korumakla mümkün olabileceğinin bilincindeyiz. Böyle bir yasa önerisi “ zamanınızı yaşayın, eski evleri onaracağınıza gökdelenler inşa edin” zihniyetine karşı, gelecek adına savaş halindedir. Ne kendi anıtlarını, ne kendi mezarlarını henüz tasarlayaman günümüz uygarlığı hiç olmazsa geçmişin mirasını koruyabilmeyi bilmelidir.”

Malraux Yasası ile, o zamana kadar belirsiz olan “koruma alanları”

kavramının hukuki tanımlaması yapılarak çerçevesi çizilmiş olup, Yasanın ilk maddesi şu şekilde düzenlenmiştir:

“Koruma alanları; üzerinde, tamamında veya bir kısmında restorasyon v.b.

tasarruflarda bulunabilecek tarihi, estetik niteliğe sahip yapılar bütünü veya doğal alanlardır. Koruma alanlarının saptanması ve ihdas edilmesi; Kültür Bakanı’nın veya Bayındırlık ve İskan Bakanı’nın onayı ile ya da ilgili alanın idari örgütünün kararı ile, diğer durumlarda ise Danıştay’ın kararnamesi ile sağlanır”.

Böylece koruma eylemi özeğin tekelinden çıkarılarak, en küçük yerleşim birimlerindeki halkın ya da temsilcilerinin isteğine açık olmakta, bu da sahiplenmeyi sağlamış olmaktadır (Okyay, 2001: 47).

Korunacak alanların planlaması ve uygulaması aşamalarında sosyal boyut gözardı edilmeyecektir. Örneğin; yıkım, esaslı onarım ya da sağlıklaştırılması öngörülen yapıların boşaltılarak, oturan kişilerin/ailelerin geçici veya sürekli olarak başka konutlara yerleştirilmeleri durumunda, belediye ya yeni konutların kirasını karşılayacak ya da kendi iyeliğinde konut üretecektir.

Nantes ve Rennes kentlerinde eski yapıları onarılmış halk, “daha mutlu birer Fransız” olduklarını dile getirmişler ve her biri içtenlikle tarihi çevre savunucusu olmuşlardır ki, (Okyay, 2001: 52) buna benzer duygular, Kastamonu’da da yaşanmıştır.

Malraux Yasasına göre plan, koruma planlaması konusunda uzmanlığı Kültür Bakanlığınca onaylanmış bir mimar/kent plancısı ve ekibi tarafından gerçekleştirilecektir. Bu ekibin görevlendirilmesi, belediye başkanlığının önerisi ve valiliğin onayı ile olacak, planlama sürecinde sivil toplum kuruluşları aktif rol oynayacaklardır. Başka bir ifade ile, tarihi dokunun geleceğine ilişkin plan kararları, sadece bürokratik düzeyde değil, sivil katılım yoluyla daha demokratik bir yapıda alınacaktır. Hazırlanan plan, başkanlığını valinin yaptığı komisyonda, belediye ve ilgili kurum temsilcileri ile proje sahibinin katılımında tartışılacaktır.

Belediye meclisinin kararı ve valiliğin onayı ile koruma planı ve ekleri halkın bilgilenmesi için askıya çıkarılarak, halktan gelecek öneriler belediye meclisinde tekrar tartışmaya açılacaktır. Belediye meclisi görüşünü bir rapor halinde Koruma Alanları Milli Komisyonu’na sunarak burada son değişiklikler yapıldıktan sonra, mimarlık ve şehircilikten sorumlu Devlet Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı’nın uygun görmeleri üzerine Danıştay Kararnamesi ile yürürlüğe girecek ve Resmi Gazete’de yayınlanacaktır(Okyay, 2001: 53–54).

Her koruma planı, o kentin tarihinin ve kültürünün yeniden keşfi olup o zamana kadar kentte bilinen veya bilinmeyen fiziksel ve toplumsal (anlatı, hikaye, efsane, olay) niteliklerin yeniden gün yüzüne çıkarılması ve değerlendirilmesidir.

Yapılan etüd çalışmaları ne kadar detaylı olursa, yöre halkının ve yönetimin ilgisi ve katkısı o denli çok olacaktır. İyi bir planın hazırlık aşamasında yaratılan coşku, planın uygulama sürecinde tutkuya dönüşebilecektir (Okyay, 2001: 59).

Planın uygulamasına gelince, koruma alanı kent bütününün ayrılmaz parçası olup nazım planda (büyük ölçekli plan) parsel kullanımı ve işlevlerinin dağılımına ilişkin alınacak her karar, koruma alanını doğrudan etkileyecektir. Bu nedenle Bölge Koruma Kurulu nazım planının hazırlanmasında ve uygulanmasında etkin olarak yerini almakta, böylece olumsuz gelişmelere fırsat bırakılmamaktadır (Okyay, 2001:

78). Yürürlüğe giren koruma planı içindeki alanlardaki yapı izinleri Bölge Koruma Kurulu tarafından verilmektedir. Diğer taraftan, koruma alanlarındaki taşınmazlara ilişkin olarak kamu kuruluşu ya da yerel yönetimin birincil derecede ön alım hakkı vardır.

Koruma planının en iyi şekilde uygulanması için, iyi işleyen bir mali modele dayanması zorunludur. Aslında Malraux Yasası, finansman, kredi, vergi kolaylığı v.b. doğrudan mali olanaklar sağlayan araçtan yoksundur. Ancak 1976 yılında vergi yasasında yapılan bir değişiklik, koruma altındaki konutların onarımında önemli mali kolaylıklar sağlamıştır. Bu yasa, koruma planı içinde kalan yapıların onarım masraflarının gelir vergisinden, yapı restore edildikten sonra dokuz sene kiraya verilmesi koşulu ile beş senelik dilimde düşülebileceği hükmünü getirmiştir. Bir taraftan getirilen mali kolaylıkla yapıların restorasyonu özendirilirken, diğer taraftan mevcut konut sorununa da çözüm bulunmuştur (Okyay, 2001: 82).

Yasanın uygulanmaya geçmesiyle birlikte olumlu sonuçların ortaya çıktığı bir gerçek olmakla birlikte, kuramsal bazı aksamalar da gözlemlenmiştir. Örneğin;

Tarihi yapıların yenilenmesinde “sahte” mimari tasarımlarının sayısı hergeçen gün artmış, modern kent merkezlerinin üstlenmesi gereken yapısal roller tarihi kent merkezlerine yüklenmiş ya da tersine tarihi merkezler kentsel yaşamın dışına itilerek soyutlanmıştır (Okyay, 2001: 102–103).

Sonuç olarak, Malraux Yasası ve onu izleyen süreçte çıkarılan diğer yasa ve kararnameler, Fransa’nın tarihsel dokusunu yaşatmada önemli bir katkı sağlamış ve sağlamaya devam etmektedir. Ama ne var ki, Fransa kentleri de modernist yaklaşımların etkisiyle belirli kent bölgelerinin yok edilerek, çağdaş tasarımlarda yeniden yapılanmanın konusu olabilmişlerdir. Örneğin; Paris’in tarihi hal binaları

“Pompidou Kültür Merkezi” inşaatı için yok edilebilmiştir. Bu proje uygulanırken, hiç değilse bir hal bölümünün sembolik olarak bırakılması önerisi, Cumhurbaşkanı Pompidou tarafından reddedilmiştir (Okyay, 1976: 39).