• Sonuç bulunamadı

5. NURULLAH ATAÇ’IN NESİR İLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİ

5.1. Roman

Nurullah Ataç, romanın kendisini şiir kadar etkilemediğini itiraf eder. Ona göre bir romanı bir kez okuduktan sonra ne kadar beğenirsek beğenelim kaldırıp bir köşeye koyarız. Ayrıca o roman kahramanları artık bizimle birlikte yaşamaya başlamış olsa da metin hafızamızda yer etmez. Şiiri bir bütün olarak kavrarız fakat belleğimizde romandan sadece bölümler kalır. Bunun yanı sıra, şiirsel bir anlatım kullanan romancıları da şiddetle eleştirir.

Romanın içindeki unsurların gerçekçi olduğunu ve bu yönüyle destandan, masaldan ayrıldığını söyleyen Ataç, bize yaşamı gösterdiği için roman okumak gerektiğini vurgular. İyi bir roman, okuru kendisiyle ve çevresiyle yüz yüze getirir. Ayrıca hayatta nasıl davranmamız gerektiğini öğretir. İyi bir romancının oluşturduğu karakterlerin, günlük yaşamda karşımıza çıkıyor olması gerekir. En azından bir yönüyle bize çevremizdekileri hatırlatmalıdır. Ataç, konuda olduğu gibi kişilerde de evrenselliğe önem verir. İyi romancının kişileri herkesi ilgilendirmelidir.

Ataç, romancının görevinin toplumla ilgilenmek olduğunu ifade eder. Gerçekçi sanattan yana olmasına rağmen, romanın yalın gerçeği olduğu gibi aktarmakla başarı elde edemeyeceğini anlatır. Bu gerçeği aşarak güzelleştirmesini bilmeli, okuyucuyu aydınlatabilmelidir. Romancı istediği gibi yazabilir, kurallara bağlı kalma zorunluluğu yoktur.

32

Ataç’ın Türk romancılar ve yerli romanla ilgili pek yazısı yoktur. Bazı yazılarında Reşat Nuri, Hüseyin Rahmi, Samim Kocagöz ve Halide Edip gibi yazarların isimleri geçse de yerli romanı derinlemesine irdelememiştir.

Bilinsemek gerekirse, Ataç’ın roman anlayışı bölük pörçük yargılar üzerine kuruludur. Bu yargılar yazardan ve yapıttan uzaklaştığı ölçüde geçerlilik kazanır. Örneklerde tutarsızdır çoğu kez.

Bu bölük pörçük, düzensiz, değişken yargılardan bize kalan yararlı, yol gösterici yönsemeler çıkaramaz mıyız? Olumsuz bir yanıtla ancak kendimizi aldatabiliriz. Ataç, iğretiliğin, yapaylığın, kandırıcılığın ve en önemlisi beğenisizliğin karşısındadır. Gelgelelim Türk romanında 1940 kuşağıyla yön kazanan büyük bir gelişimi eleştirmemiş olması hem üzücü, hem de edebiyatımız adına bir yitik. Ataç, roman konusunda tembelliği yeğlemiştir. 1940 kuşağı iyi kötü, doğru yanlış, romancılığımıza gerek toplumsal, gerekse yazınsal açıdan yığınla sorun getirmişti. Tümü de gününde eleştirilmeyi bekliyordu.

Salt, romanda yaşamı anlatmamızı istediği için yine de saygıyla anmalıyız Ataç’ın roman anlayışını. Bugünkü romancılığımızın büyük savaşımı da, yanılmıyorsam, bu yaşamı anlatma sorunsalında billurlaşıyor (İleri, 2011, s.275).

5.2. Hikâye

Nurullah Ataç, edebiyatımızın yüzyıllardan beri iyi, büyük şairler yetiştirdiğini, hikâyenin ise Edebiyat-ı Cedide ile başlayan yepyeni bir sanat dalı olduğunu söyler. Yarının eleştirmeninin, edebiyat tarihçisinin hikâye üzerinde daha çok duracağını kabul etmekle beraber hikâye okumadığını itiraf eder. Bunun sebebini dillerini beğenmemesine bağlar. Yeni şairlerin dilin değişmesi gerektiğini daha iyi anladığını, daha güzel, daha temiz bir Türkçe kullandığını; fakat hikâyecilerde bu özeni göremediğini anlatır. Hikâyeciler daha çok yabancıların tesiri altında kalmıştır. Bunun yanı sıra yabancı yazarların çevirilerini okudukları için bizim çevirmenlerimizin etkisi altında da kalmıştır. Ayrıca hikâyecilerimizin özene bezene yazmadığından şikâyetlenen Ataç, bir konu bulduklarında çabuk çabuk, harıl harıl yazmaya çalışmalarına kızar. “Bir de bakıyorsunuz, bir takım yersiz kullanılmış kelimelerle dolu bir yazı çıkıyor, karmakarışık, kolayca anlaşılmaz cümleler. Oysaki hikâyenin, kısa hikâyenin özenle, titizlikle yazılması gerektir.” (Ataç, 2012, s.107)

Ataç, romanda okumaya daldığımız, bir merakla kapılıp gittiğimiz için bazı kusurların göze çarpmayacağını ama hikâyenin kısa olduğu için hataları örtemediğini ifade eder. Bizim hikâyecilerimizin çoğunda bu hassasiyetin olmadığını üzüntüyle anlatır. “Hikâyecinin, romancıdan çok, şair kadar, belki şairden de çok, yetkinlik (mükemmellik) gözetmesi gerektir. Bizim hikâyecilerimizin çoğunda bu kaygı yok… Bunun içindir ki hikâyecilerimizin kitaplarını, sonuna kadar okuma dileğiyle açarım, ama çoğunu daha yarıya varmadan, kimini de üçüncü, dördüncü sayfayı aşmadan bırakıveririm.” (Ataç, 2012, s.107)

33

5.3. Tiyatro

Nurullah Ataç, 1920’lerde ilk olarak tiyatro eleştirileri ile yazı hayatına başlar. Bu dönemde Türkiye’de hala güçlü bir tiyatro edebiyatı oluşmamıştır. Toplumsal, sanatsal ve dinsel koşullar nedeniyle Tanzimat’tan Cumhuriyet sonrasına kadar en önemli sorunlarından biri, bizde yerli bir tiyatro edebiyatının oluşmamasıdır. Oyuncu yetiştirme sıkıntısı ve halkın tiyatroya karşı ilgisizliği de bu alandaki sorunlardandır. Ataç, 1921-1957 yılları arası tiyatro ile ilgili yazılarında hep bu sorunları irdelemiştir. “Bizim gençliğimizde, devrimden önce, bir söz dolaşırdı dillerde: ‘Bizde tiyatro yazılamaz, kadın erkekten kaçıyor da onun için!’ Kızardım bu söze. Böyle düşünenler tiyatronun, sanatın ne demek olduğunu anlamazlar.” (Ataç, 1998, s.126)

Ataç, nitelikli, edebi değeri olan seçkin bir tiyatrodan yanadır. Özellikle klasik batılı eserlerin örnek alınması gerektiğini savunurken sırf para kazanmak amaçlı yazılmış batılı oyunlara karşı çıkar. Edebi değeri olup olmadığına bakmaksızın, batıdan gelen her türlü oyunu kabullenenleri şiddetle eleştirir.

Bizde o yıllarda yerli tiyatro eseri yazılamaması, kadının erkekten kaçması yüzünden değil, toplumun yaşayışını tiyatro halinde gören yazarımız bulunmaması yüzündendi. Bir Türk tiyatrosu düşünecek yazar bulunmaması yüzündendi. Yerli oyunlar yazmağa çalışan bir iki yazarımız da 1900 yılları Fransız tiyatro yazarlarına uyuyor, sevda hikâyelerini kardeş çocukları arasında geçiriyorlardı. Hepsi de sahte eserlerdi: ne bizim yaşayışımız vardı onlarda, ne de bizim kişilerimiz. Şimdi hepsi de unutuldu, bir tanesini oynasalar, öyle sanıyorum ki sonuna kadar oturup dinliyemezsiniz (Ataç, 1998, s.127).

Ataç’a göre, gerçekçi sanat adamı gerçekte ne görüyorsa onun aynısını yapmaya kalkan adam değil, gerçeği bize duyuran adamdır. Hayatın içinden bir olay anlatırken onu sanatla bütünleştir ve farklı olaylarla onu sezdirir. Bugünkü sanat adamlarımızın bu düşünceye sahip olamadığı için tiyatro edebiyatımızın gelişemediğini ifade eder. Ataç için anlatılan kişiler de gerçekle ilgili olmalı, birer kukla gibi karşımıza çıkmamalı. “Hikâye, roman yazmak, tiyatro eseri yazmak sadece gördüklerimizi, işittiklerimizi olduğu gibi kâğıda dökmek olsaydı, hepimiz de birer hikâyeci, tiyatrocu olurduk.” (Ataç, 1998, s.128)

Ataç, tiyatro yazılarında genellikle eserden bahseder; yazarı, konuyu anlatır; bunların yerli hayata uygunluğunu ve dilini inceler. Eserin nasıl sahnelendiği ya da oyunculuk gibi konular üzerinde çok durmaz. Onun için eser, her zaman bina, sahne, dekor ve oyunculardan önce gelir.

34

Ataç’ın düşüncelerinin zamanla değiştiği söylenir ya; tiyatro yazılarında pek yok bu değişkenlik. 1920’lerden 1950’lere kadar yerli tiyatro arayışında ve edebi değeri yüksek bir tiyatro edebiyatının oluşması gerektiği konusunda ısrarcı. Ve bana kalırsa nesnel eleştiriye daha yakın bu yazılarında Ataç. Her ne denli yeterince bilinmese ve ele alınmamış olsa da, şiir üzerine yazdıkları kadar önemli tiyatroya ilişkin yazdıkları da (Karaca, 2011, s.401).

5.4. Masal

Nurullah Ataç, gerçekçi sanatı savunmanın yanı sıra buna ulaşmak için hayali unsurlara yer verilmesi gerektiğini kabul eder. Masalın çocuklar için faydalı olup olmadığı hakkında düşünmüştür. Bir yandan masala karşı çıkar diğer yandan Fransızcadan Türkçeye masallar çevirir. Ataç’ın amacı, çocuklara masallardaki olağan üstü unsurların gerçek olmadığını hissettirmek, bunların birer sembol olduğunu anlatarak hayatın gerçeklerine vurgu yapabilmektir.

Peri masallarından, dev masallarından çocukluğumda bile pek hoşlanmadım. Olmıyacak şeyler, benzerleri görülmiyecek insanlar anlatan hikâyeler arasında beğendiklerim yoktur demiyeceğim, ama onlarda da gerçeği aradım: ‘Bütün bunlar gene bir doğruyu söylüyor, ancak yazar gerçeği bir düşle örtmüş. Kaldırın o örtüyü, arasından bakın, gerçeğin ta kendisini, çırçıplak doğruyu bulursunuz’ diye düşünürüm.

…bizi olmıyacak şeyler acununa sürükleyip götüren, yalanlar söyliyen, masallar anlatan sanatın gerekliliğini de unutmıyalım. Bizi, bir teviyelik içinde sürüp giden hayattan silkindiğimiz sanısını vererek avutan edebiyatı da büsbütün küçümsemiyelim (Ataç, 2008a, s.185-188).

5.5. Edebiyat Tarihi

Nurullah Ataç, artık okunmayan eserlerin ve hatırlanmayan şairlerin edebiyat tarihi adı altında yeni nesillere öğretilmeye çalışılmasına karşı çıkar. Çünkü gençlere, güzel şiirin daima yaşayacağı hissini vermek lazım. Bu düşüncesi, eski şairlerden tamamen yüz çevrilmesi gerektiğini savunduğu anlamına gelmez. Fuzuli’yi, Baki’yi, Naili’yi, Nefi’yi, Nedim’i, Galip’i ve bunlar gibi büyük şairleri kendisi de çok sever.

Ataç’a göre, bizim şairlerimizin şiirlerinden hayatlarına dair işaretler, ne düşündükleri, yaşamı nasıl algıladıkları çıkarılamaz. Bizim eski şairlerimiz her sözü bir mazmun olarak kullanır, onunla kendi endişelerini söyleme düşüncesine kapılmaz. Bizim edebiyatımızda metinlerin önemli olduğunu vurgular ve bu metinlerin öğretilip dilleri hakkında düşünmenin daha doğru olacağını anlatır.

Edebiyat tarihimiz, artık kimsenin okumadığı birçok şairlerin hayatı hakkında sözlerle doludur; bir kısmının şiirlerinden iki beyit bile gösterilmez. Ben bunlara itiraz etmiştim. Son yüzyıl içinde gelmiş bazı şairlerimizden de pek mübalağalı övmelerle bahsedilir; hâlbuki artık kimse onların şiirlerini okumuyor, gülmeden okuyamıyor. Böyle okunmıyan, gülmeden okunmıyan şairleri

35

göklere çıkarmak, gençlerde şairin ancak edebiyat tarihinde adı geçsin diye çalıştığı hissini uyandırır (Ataç, 2008a, s.59).

5.6. Tercüme

Çeviri, dilin dokusundaki özellikleri ortaya koyar. Çevirmen, kendi dilinin imkânlarını daha iyi anlar. Sadece yabancı bir dili iyi bilmek yetmez, çevrileceği dilin de iyi bilinmesi gerekir. Çeviri ile ilgili problemler tartışıldığında kelime kelime çeviri mi, anlam çevirisi mi, soruları üzerinde çok durulur. Kimileri eserin değiştirilemeyeceğini ve birebir çeviri yapılması gerektiğini savunurken kimileri de dilin olanaklarını kullanarak anlatılmak istenenin okuyucuya en iyi şekilde yansıtılması için yorum çevirisini savunur. Ataç ikinci gruptaki çevirmenlerdendir. Başka bir dilde söyleneni, Türkçenin yapısına uydurup doğal bir akıcılık sağlayarak çevirmek gerektiğini düşünür.

“Ataç’ın eleştirmen kimliği çeviri anlayışına da yansımıştır. Ataç için çeviri, yalnızca beğendiği bir yapıtı Türkçeye aktarmak değildir. Başka bir dilin dokusunda Türkçenin özelliklerini aramak, Türkçedeki kültür birikimini karşılaştırmaktır. Artık o sıradan bir çeviri işi değildir; Ataç’ın kişiliğiyle bütünleşen bir edebiyat olayıdır.” (Onaran, 2001, s.383) Şiir, kendi diline bile çevrilmeyen bir özelliktedir; kendisine has bir büyüsü vardır. Bu büyüyü bozmadan çeviri yapmak çok zordur. Ataç’a göre şiir çevirisi yapılacaksa öncelikle bunu bir şairin yapması; ardından da o şiirin çok iyi anlaşılması, seslerin çok iyi duyulması ve çeviri yapacak kişinin kendi şiirlerinin de aynı soydan gelmesi gerektiğini anlatır.

Her roman, her şiir, her şeyden önce bir sanat eseridir; onu başka bir dile çevirirken o yeni dilde de bir sanat eseri olmasına çalışmak gerektir. Başka dilden tercüme ettiğiniz güzel bir cümle, sizin dilinizde tatsız bir şey olmuşsa, manaya istediğiniz kadar bağlanın, gene öze hayınlık etmiş olursunuz (Ataç, 2008a, s.113).

Ataç için çeviride öz Türkçe çok önemlidir. Belli bir dönemi yansıtmak için o dönemde kullanılan kelimelerin seçilmesini yanlış bulur. Çeviri yaparken ilk başta Türkçenin eksiklerini fark ettiğini söyler. Daha sonra düşüncelerinin değiştiğini ve Türkçenin eksik olmadığını, yabancı dildeki o ifadenin Türkçede tam karşılığını kendisinin bulamadığını anlatır. Örnek olarak Fransızca bir romanda geçen “Je ne mange jamais” ifadesini ele alır. Kelime kelime çevrildiğinde “Ben asla yemem.” veya “Ben hiç yemek yemem.” olur. Bu çeviri asıl anlatılmak istenileni ortaya koymaz. Ataç, “Kullanmam” olarak çevirdiğinde ifadenin tam oturduğunu fark eder. “O gün anladım: tercüme ederken bir cümledeki kelimelerin değil, bütün cümlenin Türkçedeki karşılığını aramak gerektir. Bize yazarın ne

36

demek istediğini bildiren kelimeler değildir, onların biribirleriyle birleşerek meydana getirdikleri bütündür.” (Ataç, 2008a, s.111)

Ataç, çevirinin edebiyatın en güç türlerinden biri olduğunu düşünür. Çevirmen hem yazarlık hem de eleştirmenlik yapmakla yükümlüdür. İncelediği yapıtı eleştirmen gibi incelemeli sonra da kendi dilinin özelliklerine göre yeniden yazmalıdır. Bazı çevirilerinde Sabiha Yağızlar bazılarında ise Alkan takma adını kullanmıştır.

5.7. Eleştiri-Deneme-Söyleşi

Edebiyatımızda, Nurullah Ataç’ın eleştirmen mi, denemeci mi, söyleşici mi olduğu konusu sürekli tartışılagelmiştir. “1921-1957 arası tam otuz altı yıl boyunca neredeyse tek otorite olarak, hiçbir eleştiri disiplinine bağlı kalmadan, mevcut birikimi, sezgisiyle eserler hakkında öznel yargılarda bulunmuş, hatta giderek işi ‘beğendim’ ‘beğenmedim’e kadar götürmüştür.” (Tosun, 2011, s.370)

“Eleştiri nesnel bir değerlendirme olmalıdır. Değerlendirme birtakım ölçütler göz önünde bulundurularak yapılmalıdır. Yaklaşımlardan çok, nesnel değerlendirmelere yönelik olması gereken eleştiri, ‘duygu’ ve ‘sezgi’den çok ‘bilim’e ve ‘akla’ dayalı olmak zorundadır.” (Kongar, 1997, s.17) Oysa Ataç, kesinlemelerden ve eleştirinin gerektirdiği teknik dilden özellikle kaçınmıştır. Onun eleştiri anlayışı kavgalara açık bir yapıdadır. Bir sorunu derinlemesine tartışıp bir yere getirme gibi bir amaç taşımaz. Başkalarının yazdıkları üzerine, kendi kişisel yargılarından yola çıkarak ve duygularını da katarak kararlar verir.

Ataç, bir eleştirmen değildir. Bugüne değin, onun değerlendirdiği şairlerle yazarların ya da sanatçıların yapıtlarının sanatsal yapılarını belirttiği tek yazısını görmedim. Öznel değerlendirmeler yapar. (…) Övdüğü ya da yerdiği şiirlerin şiirsel yükünü oluşturan öğelerine hiç değinmez. Öykü ve roman için de tutumu böyledir. Hiçbir roman eleştirisinde, kurgu üzerinde durduğunu görmedim (Timuroğlu, 2011, s.112-113).

TDK Türkçe Sözlük (2009)’te yazılana göre deneme, “ed. Herhangi bir konuda yeni ve kişisel görüşlerle bezenmiş bir anlatım içinde sunulan düz yazı türü”; söyleşi, “ed. Bir bilim veya sanat konusunu, konuşmayı andıran biçimde inceleyerek anlatan edebiyat türü, sohbet” şeklinde tanımlanmıştır. Bu türlerin yazara sunduğu, sınırları çok geniş olanaklar vardır. Ataç, okuduklarının üzerinde bıraktığı etkiyi, duygularını, düşüncelerini başkalarına anlatmak ister. Çeşitli konular üzerinde konuşup tartışmayı sever. Bunu en rahat yapabileceği alan deneme ve söyleşi türleridir. Kişisel görüşlerini aktarmak için deneme,

37

konuşma havasında kendisini ifade edebilmesi için söyleşi adeta biçilmiş kaftandır. Ataç, bu iki türü iç içe kullanır.

Düzyazımızda öteden beri gelen tekdüzeliği kıran Ataç, devrik ve eksiltili cümleleri anlatımın içerisine yerleştirir. Tantanalı sözcükleri, uzun cümleleri, söz oyunlarını yazılarında kullanmayarak konuşma dilinin akıcılığını edebiyat dünyasına göstermiştir. Okur karşısındaymış gibi rahat yazar. Birinci ve ikinci kişi eklerini sever. Oluşturduğu konuların merkezine özellikle kendini koyar. Dış dünyaya ben odaklılık içinde bakar. Yazıları öznelliğin üzerine temellenir. Neyi anlatırsa anlatsın kendinden bir şeyler katar. Ataç genellikle toplumsal sorunlara uzak durur; kişilere önem verir.

Ataç’ın duygu ve düşünceleri sürekli değişim içindedir. Bir düşünceye körü körüne bağlı kaldığı görülmemiştir. Önceden savunduğu bir şeyi sonrasında yerebilir. Kuralları sevmeyen, özgür bir yanı vardır.

Yazılarında sürekli bir arayış içindedir. Düşüncelerle, kelimelerle, kavramlarla uğraşır durur. Bir görüşü karşıt görüş ile birlikte ele alır. Tartıştığı konuya genellikle son noktayı koymayarak okuyucuyu düşünmeye sevk eder.

Konu açısından Ataç’ın denemeleri çeşitlilik taşır. Ama özellikle iki konuya geniş yer vermiştir: dil ve yazınsal sorunlar. Ne yapıp eder konu ne olursa olsun anlattığını Türkçe düşünme, Türkçe yazma, Türkçe ifade etmeye getirir.

Diyebilirim ki şiirimiz ‘şairanelik’ten kurtulduysa, denemeciliğimiz yapay söz oyunlarına dayalı sözcüksel bir yığışım olmaktan sıyrıldı, yeni bir soluk, yeni bir açılım kazandıysa Ataç’ın büyük payı vardır bunda. Elbette bizde denemenin soran, sorgulayan, uyarıcı bir yönseme içine girmesinde de. Denemeciliğimizin Ataç boyutu, en yalın anlamıyla bunları içerir (Özdemir, 2011, s.184).

38

BÖLÜM 6

Benzer Belgeler