• Sonuç bulunamadı

4. NURULLAH ATAÇ’IN ŞİİR İLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİ

4.1. Şiir-mana

Nurullah Ataç, şiirde mana konusu üzerine önemle eğilmiştir. 1940’lı yılların sonuna doğru bu konuyu tartışanlar çoğalmıştır. Ataç’a göre, “Şiiri mânâsı için severiz, şiir mânâdadır, ama bu mânâ tercüme edilebilecek, başka kelimelerle anlatılabilecek bir şey değildir.” (Ataç, 1998, s.42)Ataç, yazılarında şiirin sadece bir söz sanatı olup olmadığını sorgular. Şiir var, yalnız söz sanatıdır, şiir var, duyguları, düşünceleri söyler, şiir var, ses oyunları ile bir musiki olmak ister, hattâ şiir var, ders verir, ukalacadır. Bunların hepsinin de şiir olmaktan çıkmayacağını söyler.

Nurullah Ataç, şiir hakkındaki zamanla çeşitlenen düşüncelerini okuyucuya açıklamak amacıyla bir yazısını Keziban ile diyaloglarına ayırmıştır.

Keziban O’na şöyle der: “Şiirin iki öğesi vardır: biri mânâ, biri ses, dediniz. Oysaki bir zamanlar sizin için şiirde mânâ aramaz, şiirin mânâsız olmasını ister derlerdi.” Ataç buna itiraz eder ve “Şiiri şiir eden mânâsı değildir, mânâdan başka bir şeydir” dedim. Kimi gerçekten anlamadı, kimi anlamak istemedi. Şiiri mânâda, duyguda, düşüncede aramak daha işlerine geliyordu da ondan. Kafalarındaki belirsiz gölgeleri birer düşünce, göz süzüp ah! çekmeyi bir duygu sandıkları için yazdıklarına mânâlı diye bakıyorlardı. Mânâsız şiir olmaz, Keziban; ben öyle şey

21

istemedim; ama mânâ şiire yetmez… Anlamıyan anlamaz, ne yapayım? Söz, anlıyan adamlar için söylenir.” der (Ataç, 2008a, s.138-139).

Şiirin her şeyden önce manada olduğunu, şiirin sesinin de manasını belirtmek için olduğunu anlatır. Buna karşılık Keziban O’na, şiiri manada arayanlarla birleştiğini söyler. Ataç buna da itiraz eder ve şiiri yalnız manada arayanların mana nasıl söylenirse söylensin güzel olacağını, şiir olacağını sandığını belirtir. Bir mısranın, bir beyitin, bir şiirin üstünde durmadıklarını vurgular. Ayrıca, onların manayı başka kelimelerle söylediğinde değişmeyeceğini ileri sürdüklerini de ekler. Şiiri tercüme etmeye çalışmalarına şiddetle karşı çıkar. Ataç, şiiri yalnız şekilde arayanları da eleştirir. Onlara göre, dünyada ne kadar manasızlık, çirkinlik varsa güzel bir şekle büründü mü güzel oluverir. Ataç, bu görüşü mantıklı bulmaz ve manasız bir sözü, bir yanlışı, bir yalanı, istediğin kadar güzel bir şekle sok yine yanlış, yine yalan olduğunu anlatır. Bunun yanı sıra, manasızın manasız, yanlışın yanlış, yalanın yalan olduğunu meydana çıkaranın şekil olduğunu; şekil olmayınca hiçlik, boşluk olduğunu söyler.

Sana başka bir şey söyliyeyim, Keziban. Şiir mânâdadır diyenlerle de, sestedir diyenlerle de anlaşamam. Çünkü ikisi de doğrudur, ama ayrı ayrı doğru değil, bir araya gelince doğrudur. Gençliğimde mânâ, şekil kavgasının bir aslı olduğunu sanırdım; şimdi anlıyorum ki yokmuş: ne şekilsiz mânâ olur, ne de mânâsız şekil… (Ataç, 2008a, s.140)

4.2. Şiir-fayda

Nurullah Ataç, şiirde fayda arayan, belirli bir konunun işlenmesi gerektiğini söyleyen zihniyete karşıdır. Okuyucularına, bir şairle yaptığı konuşmayı anlatır. Şair, eğer bir toplumda yaşıyorsa, o toplumdaki insanların kendisine ekmek, kundura, ev gibi ihtiyaçlarını karşılamakla görevli olduğunu; şair olarak kendisinin de o insanlara şiir yazması gerektiğini söyler. Ayrıca nasıl ki kendi ihtiyaçları kendi isteği doğrultusunda karşılanıyorsa, topluma da onların istediği ve anlayabileceği şekilde şiirler yazmak zorunda olduğunu vurgular. Ataç, şairin bu düşüncesine şiddetle karşı çıkar. Bir ülkede şairden şiir isteyen kimsenin olmadığını söyler. Temel ihtiyaçlarımızı karşılamadan yaşayamayacağımız için toplumdan bu beklentimiz vardır. Kimsenin şiir yazmaya zorlanamayacağını savunur. Şiirin okumakla yıpranmayacağını, aşınmayacağını ve insanlar isterse var olan şiirleri okuyup bunlarla yetinebileceğini anlatır. Ataç, toplumun şiire, hem de yeni şiire ihtiyacı yoktur demiyorum, diye ekler. Ancak bu ihtiyacın öteki ihtiyaçlar gibi olmadığını, toplumun bütün bireylerinin onu birer birer duymadığını dile getirir. Bu nedenle de insanların çoğunun, var olan şiirlerin yeterli olduğunu düşündüğünü, yeni şiirlere gerek duymadığını belirtir. Eski şiirlerin

22

yetmediğini, yetmeyeceğini ancak birkaç kişinin anladığını, onların da şaire ne biçim şiir istediklerini söylemediklerini anlatır.

Ataç’a göre, bir çağın, bir çağ içinde bir toplumun ne çeşit şiirler istediğini anlamak, bulmak şaire düşer. Şair, gerçek şair, yeniyi kendi kendine bulur, yaratır; bulduğu, yarattığı yeni olduğu için de önce anlaşılmaz: “Bu toplumun böyle şeye ihtiyacı yoktur!” diye geri çevrilir. Toplumun o yeni şiire ihtiyacı olduğu, onu beklediği sonradan anlaşılır.

Bizim şair yediği ekmeği, giydiği kundurayı şiirle, ekmekçinin, kunduracının istedikleri, anladıkları şiirle ödemeğe kalkarsa ne olacaktır? O ekmekçi, o kunduracı kendisine:

-Ben bunu biliyorum, bu benim büyükbabamın söylediği şiirin tıpkısı. Ben bunun için neden sana ekmek vereyim? Dedemden kalma şiiri okurum, yeter bana, diyecektir.

Yok, o ekmekçinin anlıyamıyacağı şiiri verirse bu sefer de: “Git işine!” diye karşılar, güler, belki de kendisiyle alay edildiğini sanarak öfkelenir.

Şaire, sanat adamına düşen yediği ekmeği, giydiği kundurayı eserleriyle ödemek değildir, onun borcu, topluma borcu toplumun –kendi de farkına varmadan- istediği yeniliği bulup yaratmaktır. Ama yeniyi bulup yarattığını sanarak birtakım değersiz, yaşamıyacak eserler de verebilirmiş, ne yapalım? O da olur; ona da ses çıkarmağa gelmez, çünkü ona ses çıkarırsanız değerli, yaşıyacak yeniyi de öldürebilirsiniz (Ataç, 2012, s.56-57).

4.3. Divan Şiiri

Nurullah Ataç, yazılarında eski ve yeni şiir arasında anlam ilişkisini inceler. Eski şiirin ses bakımından güzelliğini vurgularken, yeni şiirin anlamının daha net ve zengin olduğunu ortaya koyar. Eleştirmenlerin, yeni şiire karşı umursamazlıklarına ve olumsuz tavırlarına karşı tepki gösterir. Eski şiiri küçümsemez fakat yeni şiirin desteklenmesi ve benimsenmesi gerektiğini savunur.

Nurullah Ataç, eski şiir-yeni şiir arasında yaşadığı gelgit duygusunu şu sözlerle paylaşır:

Bırakayım artık divanları, ne açıp okuyayım, ne de sözünü edeyim diyorum, olmuyor bir türlü. Nedir bilmediğim bir şey var içimde, komuyor beni onlardan ayırmağa. Kasidelere, sıra sıra gazellere, murabbalara, muhammeslere daldım mı, eski şiirimizi sevmemek, o kitapları büsbütün kapatmak için aklıma gelen, hepsinin de doğruluğuna inandığım sebepleri unutuyorum, tutuluyorum onların büyüsüne de günümüzden, sanki dünyadan uzaklaşıveriyorum (Ataç, 2008a, s.253).

Ataç, bunları anlatırken günümüzden uzaklaşmadığını, geçmişe dönmediğini de ekler. Çünkü divan şiirinin zamanının olmadığını söyler. Bir gazelin hangi yüzyılda yazıldığını anlasak bile bunu, içindeki düşüncelerden, duygulardan, sanat, güzellik ölçülerinden değil, ancak dilinden anlayabileceğimizi belirtir. Düşünceler, duygular, sanat ve güzellik ölçüleri bütün o şiirlerde bir olduğunu, yüzyıllar boyunca başkalaşmamış, kıpırdamamış olduğunu anlatırken divan şairinin bir kimseden veya bir çağdan haber vermediğini ekler. Divan

23

şiirinin, insanı yalnız günümüzden değil, her türlü zaman kavramından, zaman kaygısından uzaklaştırdığını söyler. Ardından da Hamdi Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın – Ne de büsbütün dışında” sözlerini ekler.

Nurullah Ataç, eski şiire karşı hayranlığının bulunmasına rağmen onlardan ayrılmak, onları tamamen kapatmak istemesinin sebeplerini açıklamaya çalışır. Divanları, artık bağlı olmadığımız, günden güne uzaklaştığımız bir dünya görüşünün ürünleri olarak görür. Alaturka musikiye benzetir. Bundan sonra ne yaparsak yapalım onu yaşatamayacağımızı düşünür. Ölmüştür, gömülmüştür der. Yaşıyor, ortada dolaşıyor gibi gördüğümüzün bir hayaletten başka bir şey olmadığını söyler. Özellikle de gençlerin eski şiiri anlamadığını, önce aruzun tıkırtısını âhenk sanıp kapılsalar bile çabucak usandıklarını anlatır. Ataç’a göre, o beyitler gençler için sevgiliye söylenecek sözler değildir. Nurullah Ataç, hoşuna giden beyitlerden örnekler verdikten sonra, “Bakmayın, kanmayın siz bize, bizler yanlış yoldayız, bir yalanla, kendi kendimize anlattığımız masalla avunuyoruz. Bunları anlamıyan, sevmiyen gençler doğru yoldadır. Bizim bunları bırakmamız, unutmamız gerektir. Bunlara bağlı kaldıkça, bunları okuyup okuyup coştukça asıl gitmek istediğimiz yolu, Batı âlemi yolunu tutamıyacağız, o âlemle bizim aramızda bir perde olacak bunlar.” diye anlatır (Ataç, 2008a, s.255).

Bütün o güzelliklerin unutulacak olmasına üzülenlere karşı çıkar. Bütün o beyitlerde, gazellerde bizim sesimizin olduğunu, sözleri anlamasak da o sesi işitiyor, anlıyor olmamızı vurgular. Ataç için bunu söylemesi çok ağır olsa da, bütün o şiirlerin boş olduğunu, insanı insan eden, başka insanları da dünyayı da anlamaya götüren gücün o şiirlerde olmadığını, hepsinin bir daha tazelenmemek üzere eskimiş olduğunu belirtir. Homeros, Vergilius ile Fuzuli, Nefi’yi karşılaştırır. Bu şairlerin hepsinin geçmişte kaldığını, dillerinin eski olduğunu fakat Homeros’un, Vergilius’un görüşlerinin yaşadığını, tazeliğini yitirmediğini anlatır. Onları okurken insanoğluna bir yakınlık duyulduğunu, Fuzuli’nin, Nefi’nin şiirlerinin ise öyle olmadığını, onlarda sadece bir ustalık, bir hüner gösterme isteğinin olduğunu söyler.

Ataç, batı edebiyatıyla uğraştıktan sonra bizim divan şiirimizin kapatılması gerektiğini anlar. Ayrıca eski şiirimizin çocuklarımıza öğretilmemesi gerektiğini savunur. Çocuklara gerçekten edebiyat sevgisini, güzellik kaygısını aşılamak istiyorsak Ataç’a göre onlara, Yunanlılarla Lâtinlerden başlayarak batı âleminin şiirlerini, eserlerini öğretmeli, benliklerini

24

onlarla yoğurmalıyız. Nurullah Ataç, tüm bu düşüncelerini dile getirdikten sonra içindeki divan şiiri sevgisini bastıramadığını belirtmekten çekinmiyor:

Böyle diyorum da gene uzaklaşamıyorum. Ne yapayım? Düşüncelerim başka, duygularım başka benim. Onları birbiriyle uzlaştırmağa, düşündüğüm gibi duyup, duyduğum gibi düşünmeğe özenmiyorum. Doğrusunu söyliyeyim, bu ikilik hoşuma gidiyor benim. Bir kalıp olmak iyi mi sanki? Kimi düşüncelerime bırakırım da kendimi bir yana, kimi duygularıma bırakırım da öte yana giderim, iki yanın da ayrı ayrı güzellikleri var, hepsini tatmağa çalışırım. Bunun içindir ki istemiye istemiye açıyorum divanları, istemiye istemiye açıp da bayıla bayıla okuyorum. Göstermiyelim gençlere, gizliyelim onlardan, ama biz, o âlemin bizden uzaklaşmasına ne de olsa üzülenler, “ıkd-i engûr gibi bir araya baş çatıben” açalım, okuyalım Fuzuli divanını, beyitler arıyalım onda, bulduğumuz güzelliklerle coşalım (Ataç, 2008a, s.256).

Nurullah Ataç, şairlerin eski şiire özenmelerini ve onlar gibi yazmaya çalışmalarını eleştirir. Koşma, gazel yazmalarına bir şey demese de eski dile neden özendiklerine, eski şiir anlayışını neden benimsemek istediklerine anlam veremez. Ona göre, güzellik çağdan çağa değişmezse, bizden önce gelenler onu bulmuşlar da biz artık aramayacaksak bugün şiir yazmanın ne önemi var? Yeni şairlerin eski tarzda şiir yazmalarından hoşlananları garipseyen Ataç, o kişilerin şiirden anlamadığını, hatta eski şiiri okumadığını ileri sürer. Duydukları yeni bir şiir, kafalarındaki eski kalıba uyuyorsa beğenir, alkışlarlar. Yeni şairler de alkışlanmak uğruna eski kalıpların dışına çıkmaya korkarlar. Başkalarının oluşturduklarıyla yetinip şiiri anlamayanlardan alkış bekleyen şairlerin, sanatını düşünen ve sanatına vurgun bir kimse değil, kendini düşünen, ne pahasına olursa olsun kendini beğendirmeye çalışan bir kimse olmasına üzülür.

Ataç, divan şiiri örnek alınarak yazılan şiirleri okuduğunda içlerinden beğendikleri de olduğunu söyler. Çünkü Ataç’ın içindeki eski şiir sevgisi ona bu duyguyu verir ve güzel hatıraları uyandırır. Asıl beğendiği şiirlerin ise üzerinde uzun uzun düşündükten sonra, sanki çarpıştıktan sonra beğendiği şiirler olduğunu belirtir. Alain’den bir alıntıyla düşüncelerini destekler:

Ben gençliğimde oldukça güzel şiirler yazardım, kolayca, gerçekten bir şair olmadığımı bundan, kolayca yazışımdan anladım, der. Yeni kolay kolay yaratılamadığı gibi kolay kolay da anlaşılamaz, ilk duyduğunuzda sizi sarıveren şiirlerden çekininiz, gerçekten güzel değildir onlar, güzellikleri yeni değildir, sizin eskiden beri bilip de sevdiğiniz şiirlerin havasına bürünerek kendilerini beğendirmişlerdir (Ataç, 2008a, s.190).

Ataç, düşüncelerini açıklamaya bir soru ile devam eder:

Eskilere benzemek istiyenler niçin eskilerin iyi yanlarına, yeniliklerine, yaratıcılıklarına özenmiyorlar? Fuzuli, kendi eline geçen dilin eksiklerini görüyor, istediklerini o dille söyliyemiyeceğini anlıyor, önce bir dil yaratmağa çalışıyor; sonra da o kurduğu dille kendisinden önce söylenmemiş başka dillerde söylenmiş olsa da Türkçede söylenmemiş şeyler söylüyor. Öyle sanıyorum ki yaşadığı çağın insanlarına Fuzuli, diliyle de, getirdiği duygular, düşüncelerle de yepyeni gözükmüştür. Fuzuli’den Baki’ye, Baki’den Nefi’ye, Nefi’den Naili’ye geçerken gene bir yenilik seziyoruz. Şüphesiz küçük bir yenilik; o duruk toplumda büyük yenilikler

25

olamaz; gene de o şairler kendilerinden öncekilere büsbütün bağlanmamış, onlara bir şey katmağa çalışmışlar. Nedim kendi çağını günü gününe denecek gibi yaşıyan adamdır, gözleri arkada değil, çevresinde, bakıyor, kendi yanında olanlara bakıyor: ‘Oh! Ben büğünün adamıyım’ diyor. Sadâbâd’ı övüyor, geçmişin solmuş çiçeklerini, yıkılmış bahçelerini değil… Eskileri örnek edinmek istiyorsanız neden o yenilikleri üzerinde durmuyorsunuz? (Ataç, 2008a, s.190- 191)

Nurullah Ataç, yıllar sonra yukarıda belirttiğimiz düşünceleri ile uyuşmayan görüşler ortaya koyar. Bu çelişkili durumun kendisi de farkındadır ve açıklama isteğiyle “Eski Bir Yazı Üstüne” adlı bir yazıda Keziban ile diyaloglarına yer verir. Keziban O’na, neden şimdi divan şiirimizi övüp çocuklarımıza mutlaka öğretmemiz gerektiğini düşündüğünü sorar. Ataç, eskiden de dediği gibi Batı’yı öğrenmek gerektiğini söyler, ama kendi edebiyatımızı atma fikrinden vazgeçmiştir. Batı zevkini aldıktan sonra kendi edebiyatımızı da incelemeyi, çocuklarımıza eski şiirimizi unutturmanın doğru olmadığını, eskiye takılıp kalmadıkları sürece bizim edebiyatımızdan yararlanmalarını savunur.

Ben şimdi: ‘Biz yalnız kendi edebiyatımızı, Divan şairlerimizle saz şairlerimizi okuyalım; Avrupalıları, Yunanlılarla Lâtinleri bırakalım’ diyor muyum? Biliyorum ki Avrupa dillerinden, edebiyatlarından geçmiyenler bizim şiirimizi de anlıyamıyorlar: bizim istediğimiz gibi anlıyamıyorlar. Cinaslara, leflere, neşirlere, müraatlara takılıp güzelliği onlarda buluyorlar. Baki, Nefi, Nedim de belki öyle anlıyorlardı; Şeyh Galip silkinip kurtulmak istemiş; edebiyatta, şiirde başka bir şeyler olduğunu sezmiş, haber vermiş, ama dilediğini başaramamış. Gene de bizim eski şiirimizde, şairlerimizin belki bilmeden koydukları bir güzellik var: onu, Avrupa edebiyatlarından geçerek anlıyoruz (Ataç, 2008a, s.144-145).

Nurullah Ataç, Yahya Kemal’in “mektepten memlekete” sözünü doğru bulduğunu ve bu sözden ne anladığını bizlere açıklar. O’na göre, her birimiz mektep’e gideceğiz, yani Avrupalıları okuyup anlıyacağız; ama oradan aldığımız bilgi ile kendi şiirimizi de okuyacağız. Kendi şiirimizi okumazsak yazdığımız Türkçeye benzemez, içinde bizden bir şey bulunmaz. Öyle yazılar da, Avrupalıları bilmeyenlerinkiler gibi, cansız olur. Ataç, edebiyatımızın kendi kendine yetmeyeceğini söylerken, ne kadar güzel olduğunu ve bunu anlamak için mektep’e gitmemiz gerektiğini ekler. “Şunu da unutmamalı: mektep’te yalnız iyi şeyler öğrenmiyoruz. Avrupalıların değersiz, utanılacak bir edebiyatları da vardır: meselâ Fıransızların Sully Prudhomme’ları, Dumas Fils’leri, Rostand’ları, Maeterlinck’leri gibi… Öyle yazarları bizim şairlerimizden üstün tutmağa kalkmaktan, bu günahtan kendimizi korumak gerektir.” (Ataç, 2008a, s.146)

4.4. Halk Şiiri

Nurullah Ataç, halk şiiri ile ilgili düşüncelerini kendine has üslubuyla şu şekilde dile getiriyor:

26

Bir halk şiiri sevdasıdır gidiyor edebiyatımızda. Yıllardan beri. Bıkmadılar bir türlü. Baki demez, bütün Divan şairlerine, Tanzimatçılara, Edebiyat-ı Cedidecilere, onlardan sonra gelenlere, büğünkülere, hepsine dudak bükebilirsiniz, sizi azarlıyacak bir iki kişi çıkar, gene de pek büyük değildir suçunuz, bağışlanır, unutulur. Gelgelelim âşıklara dil uzatmıyacaksınız. Yunus bir, âşıklar iki. Dokunmıyacaksınız onlara. Beğeneceksiniz, seveceksiniz (Ataç, 1998, s.138).

Ataç, âşıkların şiirlerini samimi bulanları, gönülden koptuğu gibi söylenmiş olmalarını savunanları eleştirir. Âşıklar gibi şiir söylemeye özenenlerin sanki büyük şairmiş gibi görülmelerini Rıza Tevfik, Kutsi Tecer örnekleriyle anlatır. Halk şiiri sevdasını sönecek sanırken dirilivermesine bir anlam veremez. Halk şiiri ile ilgilenmenin olumlu yanının bizi aruzdan kurtarması ve bize öz dilimizi sevdirmesi olarak görür. Halk şiiri sevdasından geçmeseydik, öz Türkçe yolunu tutmakta belki daha çok güçlük çekecektik, der. Halk şiiri ile divan şiirinin aslında çok farkı olmadığını anlatır. Halk şiirinin de divan şiiri gibi birtakım kurallar, konular, mazmunlar belirlediğini ve bunlara uyduğunu söyler. Ataç’a göre, divan şairinin düşünüşü ile âşığın düşünüşü arasında fark yoktur; tek fark birinin Arapçayı, Farsçayı ve aruzu iyi biliyor olmasıdır. Her ikisinin de değişme isteği duymayan, babalarından duyduklarıyla yetinen bir toplumun çocukları olduğunu savunur. Bir üstünlük aranacaksa Divan şairinin üstün olduğunu düşünür. Çünkü divan şairi kendisinin bir sanat adamı olduğunu bilir, âşık bilmez bunu, düşünmez bile. Divan şairi, bir sanat adamı olduğunu bildiği için, içinde bir ölmezlik kaygısı vardır. Eserinin gelecek yüzyıllara kalmasını, kendisi öldükten sonra adının anılmasını ister. Sanat adamı bu kaygıyı duyuyorsa bir sanat adamıdır.

Bu açıklamaların ardından Ataç, divan ve halk şiirlerinin çocuklara öğretilmek istenmesine şiddetle karşı çıkar. Türk toplumunun yüz elli yıldır Doğu’dan ayrıldığını, Batı’ya yöneldiğini, Doğu’nun törelerine, yasalarına, değerlerine bağlı kalamayacağını ve onlardan ayrılıp yenilerin kurulması gerektiğini söyler. İnsanların halk şiirini neden bu kadar sevdiklerini şöyle yorumlar:

Bana öyle geliyor ki halk şiirinde gerçek bir sanat kaygısı olmadığı için, gerçek bir sanat araması olmadığı için seviyorlar. Kolay kolay güzellikler yaratmak hulyasiyle seviyorlar. Kendilerini bırakacaklar, sözlerine bir çekidüzen vermeğe özenmiyecekler, kendiliklerinden çok güzel eserler yaratacaklar. Halk şiirini sevmiyorlar, ondaki kolaylığı seviyorlar, kendilerini düşüncenin sıkısı altına koymaktan kurtardığı için seviyorlar onu. Şairlerimiz, düşünürlerimiz, yaratmanın, sevinç içinde olsa dahi, bilinçle, yâni şuurla güçlüğe katlanmayı buyurduğunu anladıkları gün, halk şiirine bağlanmaktan kurtulacaklar (Ataç, 1998, s.141).

27

4.5. Şiirde Biçim

4.5.1. Aruz

Nurullah Ataç, edebiyatçılar arasında tartışma konusu olan aruzun atılıp atılmaması konusundaki görüşlerini şöyle ortaya koyar: Ona göre yıllardır aruz ha atıldı ha atılacaktır, fakat aruz bu tehditlere aldırmamaktadır. Ara sıra kaybolur ama hiç beklemediğimiz bir zamanda bakarız ki bir derginin sayfaları arasından kendini gösteriverir. Ataç, aruzun kalıp kalmamasını düşünmekten çok, kalırsa nasıl olacağına dikkat çekmek ister. Belki de yarın bir şairin gelip oynayarak aruzda hiç umulmadık imkânlar buluverme ihtimalini akıllara getirir. Aruzun Türkçeye uyup uymama sorununu da ele alır. Ataç’a göre usta bir şairin elinde Türkçe, aruza çok güzel uydurulabilir. Bu görüşünü Yahya Kemal, Mehmet Akif, Faruk Nafiz gibi şairleri örnek göstererek destekler. Daha sonra “sevmek” kelimesi üzerinden Türkçenin aruza uymama konusunu genişleterek düşüncelerini şu satırlarla ortaya koyar:

Bir de şu ‘seviyorum’ sözünün aruz kalıplarından hiçbirine girememesi var… Ne yapalım giremiyorsa? Şiirin: ‘Ben seni seviyorum’ demekten başka işi mi yok? Divan şairlerimiz Fuzuli, Baki, Nefi, Naili, Nedim: ‘Ben seni seviyorum’ diyememişler de aşklarını söyliyememişler mi sanki?.. Farsça bilmem: dediklerine göre o dilde ‘sevmek’ sözünün bir karşılığı yokmuş, ‘dost tutmak’ derlermiş. Farsçada ‘sevmek’ sözü varsın olmasın, Şirazlı Hafız dünyanın en büyük aşk şairlerinden biri diye anılır. Fıransız şiiri iki sesli harfin yan yana gelmesine izin vermediğinden Racine, Chenier, Lamartine, Hugo, Mallarme, ‘Tu es…’ (sen …sin), ‘tu aimes’ (seviyorsun, seversin) diyememişlerdir. Başka dillerde de böyle şeyler bulunabilir. Bir kural, kanun, düzen olur da zorluklar, imkânsızlıklar çıkarmaz olur mu? Şiir kuralları da şairin aşmasına izin olmıyan birer sınırdır. ‘Ben seni seviyorum’ demek istiyen aruzla yazmayıverir: hece vezni var, serbest nazım var… Hem, a Efendim, şiir yazın diye sizi zorluyan mı var? (Ataç, 2008a, s.71-72).

Nurullah Ataç, aruzun Türkçeden hece veznini kaldıramayacağı gibi, hece vezni ile serbest

Benzer Belgeler