• Sonuç bulunamadı

Resmi İdeoloji Olarak Atatürk Milliyetçiliği

BÖLÜM 5. ARAŞTIRMANIN YÖNTEMİ

5.2. Uygulamaya Doğru: Sınıflandırma

5.2.1. Resmi İdeoloji Olarak Atatürk Milliyetçiliği

Resmi ideoloji aslında bir muğlaklık taşır. Kime göre, hangi ülke, hangi devlet ve en önemli değişken olarak ne zaman. Zira resmi ideolojinin tanımı yapılırken zaman çok önemlidir. İdeolojiyi belirli bir parantezin içinde toplamak mümkün değildir. Zaman zaman önceden heretik gördüğü ideolojileri bünyesine alır, bazen de onları en büyük düşman ilan eder. Türkiye için bunun en iyi örneği sol görüşe yönelik 1938 “Donanma davası” (A.Kadir, 1967) ve milliyetçilere yönelik 1944 “Irkçılık-Turancılık Davası”dır (Türkkan, 1975). Resmi ideoloji her zaman egemen ideoloji değildir. Egemen ideoloji her zaman resmi ideoloji olamaz. Egemen ideolojinin resmi ideoloji sıfatına girmesi egemen sınıfın zayıflığından, hegemonyasını oluşturmak ve sürdürmek için bir devlet aygıtına ihtiyaç duymasından dolayıdır. Burjuvazinin çeşitli nedenlerle hakimiyetini kuramadığı yerlerde rızaya dayanan bir sistem kurması zordur, bunun geliştirilmesi de kolay değildir. İsmi Kemalizm, Baascılık, Frankizm veya Peronizm olabilir, ancak önemli olan o ülkedeki egemen toplumsal sisteminin sürmesini ve yeniden üretimini sağlamasıdır. Uluslararası sistem piramidinde ortada veya tabanında yer alan ülkelerde resmi ideolojilerin olması tesadüfi değildir. Çünkü bu ülkelerde kapitalist gelişmeler sorunlu olmuş, burjuvazi bir sınıf olarak egemenliğinin sağlamlığından kuşku duymuştur (Öngider, 2007, s. 493-494). Atatürk milliyetçiliği esas itibarıyla Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde İttihat ve Terakki’nin resmi,

121

Kemalistlerin gayriresmi ideoloğu Ziya Gökalp (Parla, 1989) düşüncesiyle birleşmiş Durkheim’ci korporatist, sınıfsız, imtiyazsız, kültürel Türkçü, ahlakçı tasavvuf fikirlerinde olduğu söylenen, alamet-i fârikasını “Nutuk”un (Parla, 1992), söyleminde ve bunun cisimleşmiş hali altı okta (Parla, 1995) bulan bir ideolojiye bürünmüştü. Atatürk’ün belirlediği çizgide gelişen resmi ideoloji, Baskın Oran’ın “WASP” tan mülhem, “Lahasemut” yani Laik, Hanefi, Sünni, Müslüman, Türk teori ve pratikleri icra ediyordu (Oran, 2010, s. 167). Bir taraftan Türklerin nasıl kadim bir millet olduğu gösterilirken, diğer taraftan da aslında uygarlığın kökeni olduğu tezi dahi işleniyordu. “Güneş dil teorisi” (Sadoğlu, 2010) ve “Türk tarih tezi” (Copeaux, 1998) ile Osmanlı döneminde aşağılanan bir millete yeni bir kimlik veriliyordu. Meksikaya maslahatgüzar olarak yollanan Tahsin Mayatepek burada “Mu” ile Türklerin bağlantısını kuruyor, (Şenoğlu, 2007) sonraları Sümer kökenleri bulunuyordu. Cumhuriyetin ilk dönemleri Türklüğün tanımında bir belirsizlik vardı. Türklüğü bir “vatandaşlık bağı” olarak görme ve “ırka bağlanma” arasında gidiş gelişler görünmekteydi. Nişanyan (2008) hukuki “TC vatandaşı olan herkes Türktür” ile subjektif “Türk dilini, kültürünü, ulusal ülküsünü benimseyen herkes Türktür” tanımı arasındaki ayrımı vurgular. Kemalist literatür açısından ikincisinin geçerli olduğunu öne sürer. En iyi ihtimalle ilkinde dahi gayrimüslimler Türk kapsamında değerlendirilmeyip azınlıklar statüsüne alınmışlardır.

Türkiye’de gördüğümüz resmi ideoloji esas itibarıyla kendisine eklemlenmeye çalışan Osmanlı’dan devraldığı ideolojilere karşı da bir çeşit koruma kalkanı oluşturuyordu. Her ne kadar pratikte talihsiz “1934 Trakya olayları, (Bali, 2008 a) gayrimüslimlerin askere silahsız şartıyla alındığı “20 Kur’a Nafia Askerleri”, (Bali, 2008 b) ve savaş zamanı haksız kazanç elde ettikleri (Kayra, 2015) veya sermayenin el değiştirmesi olarak düşünülen (Aktar, 2004) “Varlık vergisi”, ve bunu ödeyemeyenlerin gönderildiği “Aşkale” (Akar, 2009) ve başlangıcında planlı olduğu ancak sonra maksadını aştığı anlaşılan “6-7 Eylül olayları” (Güven, 2005) gibi hadiseler olsa da bu durum rejimin resmi söylemince sonradan yargılanmıştır (Yüksek Adalet Divanı Kararları, 2007). Atatürkçü ideolojinin farklı ideolojilerce varyantları, konjonktüre göre birbirine geçişleri görülse de resmi ideolojinin heretik diye niteleyebileceğimiz unsurlara mesafeli durduğu görülmektedir. Birbirinden çok farklı yorumları olsa da, Atatürk milliyetçiliğinin belirli bir görünümü olup bunun izleri Afet İnan’a 1931’de yazdırdığı “Vatandaş için medeni bilgiler” kitabında görülebilir. Burada ulus anlayışı

122

sözleşmeye dayalı gösterilir. Sözleşmeci ulus yapısı farklı kökenden insanları “yurttaşlar birliği” şeklinde algılar. Toprak sürekliliği, ortak geçmiş, sınırları istikrarlı bir vatan anlayışı görülür. Oysa vatan anlatısında Orta Asya geçmişinin vurgulanması ulusu Türk unsurlardan ayırdığı için kavramı sorunlu hale getirir. Kitabın ilk bölümlerinde yer alan millet tanımı dil, kültür, ülkü birliğine bağlı vatandaşların oluşturduğu, siyasal ve sosyal birlik olarak tanımlanmaktadır. Atatürk’ün en açık millet tanımı olan “subjektif” ve “kültürel millet” anlayışını benimsemiş olduğu görülür. Ahlak dinsel kaynaklardan koparılarak dünyevileştirilir ve daha sonra millileşir. “Milli his” “dini his”in yerine geçip bir karşı kutsallık oluşturur. Din birliğinin ulus oluşumunda rolü kabul edilmez. İslamiyet öncesi ve sonrası tarih anlatısındaki Türklerin bütünüyle Müslüman olduğu kabulü bir yandan Müslüman olmayanı ulusdan dışlar, diğer taraftan Arap ve Acemleri de modern öncesi ümmet ve modern millet hiyerarşine dayalı olarak ötekileştirir. Kitabın yazıldığı dönemde ulus devletin kuruluşunun gergin olması, dikkatli olunmasını gerektirmiş bu yüzden ayrımcılıktan uzak, bütünleştirici bir söylem kullanılmıştır (Gürses, 2010). Milliyetçilik sınıflandırmalarında en geçerli olan etnik ve kültürel temele dayanan “Alman” ve devlet temeline dayanan “Fransız” geleneğidir. Bu anlayışa göre devletin yurttaşı olmak ve kader birliğini benmsemek o milletten olmak için yeterlidir. Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki örnekler bu Fransız modeline benzer. Zaten ne Fransa’daki gibi milliyetçilik ve ulus devlet olgusunun eş zamanlı ortaya çıkması ne de Almanya örneğinde olduğu gibi milliyetçiliğin ulus devletten yarım asır önce ortaya çıkması durumu söz konusudur. Bununla birlikte Türkiye’de Alman örneği “Devletini arayan millet” değil tersine “Milletini arayan devlet” söz konusudur. Bu bağlamda bunu oluşturan âmil Atatürk milliyetçiliğidir. Atatürk’ün milliyetçiliği subjektiftir, bağlar manevidir. Panislamizm ve Panturanizm’in siyasi olarak tarihte başarılı olduğunun görülmediğini ifade eder. Irk ve kanı değil kültürü temel alır. Anadolu’yu dikkate alarak bunu kapsayan bir milliyetçilik anlayışı öne sürmüştür. Bu yaklaşımı “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti” denir söyleminde ifadesini bulur. Atatürk’ün bu yaklaşımı devletin resmi söylemi haline gelmiştir. Ancak onun ölümünden sonra Recep Peker ve Mahmut Esat Bozkurt gibiler farklı yorumlara gitmiş, bu bağlamda Peker “kan saflığı”nı, Bozkurt ise “Ne mutlu Türküm diyene” sözünü “diyebilene” şeklinde değiştirmiştir (Kılıç, 2007, s. 121). Oran (2010, s. 166) Türkiye’nin Fransız ve Alman geleneği arasında bir yerde

123

bulunduğunu ifade eder. Son olarak belirtmek gerekirse Atatürk milliyetçiliğinin en kararlı yönü seküler olmasıdır. Bu bakımdan Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan İttihat ve Terakki döneminde devam eden modernleşme ve ulus devlet olma yolundaki çabalarda resmi ideolojinin, bu çalışmada yapılan kategorilerden daha çok seküler yönü olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Bu bağlamda Berkes'in (2002, s. 28) söylediği zorunlu olan Batılılaşma yoluna girmek de bunun bir parçasıdır.