• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 4. BİR ÜST ANLATI OLARAK MİLLİYETÇİLİK

4.1. İlk Çalışmalardan Günümüze

Kökeni Alman romantizmi veya Fransız ihtilaline doğru gittiği söylense de bu tartışma aynı zamanda farklı milliyetçilik ve vatandaşlık türlerine de gönderme yapar. İcat, yeni anlatılar bulma süreci sadece bu ülkelere ait değildir elbette. 18. yy. İngiltere’de şair Macpherson edebiyat tarihinin ilk sahtekarları arasında yerini alır. Kelt dilinde halk edebiyatı ürünlerini toplarken 3. yüzyıldan kalma Ossian adlı Kelt şairinin eserinden parçalar bulduğunu iddia eder. O tarihlerde bunun ortaya çıkması bir anlamda milliyetçi manifesto niteliğindeydi. Aydınlanmanın akılcılığından sıyrılmak isteyen dönemin aydınları H. Walpole, Mrs. Radcliffe gibiler gotik (Hines, 2005) romanı ortaya çıkarıyorlardı. Özellikle Greko-Romen tarih de aydınlanmanın işgaline girmemiş olması hasebiyle teveccüh gösterilen alanlardan birisi oluyordu. Romantizm çığırından sonra tarih şiirselleşti. Britanya Kelt kökenini araştırmaya başladı. Tennyson Kral Arthur efsanelerini gözden geçirdi (Belge, 2008, s. 14).

Milliyetçi düşüncenin kökenleri on sekizinci yüzyıl sonlarına Herder ve Fichte’ye hatta kimi yazarlara göre Kant ve Rousseau’ya kadar götürülebilir. Yaklaşımlardan bazıları Fransız ihtilaliyle başlayan sürece vurgu yaparken bazıları da Alman romantizmini kerteriz noktası olarak alırlar. Aslında romantik düşüncenin milliyetçiliğe dönüşümü de yine Fransa’yla alakalıdır. Ulus düşüncesi, on sekizinci yüzyıl boyunca Almanya’da bilinmekteydi. Prusya’nın yıkılışı ve imparatorluğun dağılışına kadar ulus fikri onlara bir anlam vermiyordu. Aufklarung (Aydınlanma) ilkeleri ile geleneksel toplum düzeni arasındaki tutarsızlık marjinal entelektüellerin dışlanmışlığını derinleştirdi. Alman bildungsbürgerin, ulus fikrinin vurguladığı asalet ve toplumsal değeri yeniden tanımlamaya gücü yoktu. Fransız ihtilali onları umutlandırdıysa da kısa sürede kozmopolitizme yenik düştüler. Napolyon’un istilası Alman ulus düşüncesi ve birliğinin oluşumunda büyük bir etkisi olmuş saldırı eski düzenin aristokrasinin ve bürokrasinin temsilcilerine ve yandaşlarına yönelmişti. Bildungsbürger ise bu durumda onların mahcubiyetlerini paylaşmış daha önceden bu gruplara duydukları kızgınlığı unutmuşlardı. Artık korumaya çalıştıkları ulusal itibar ve özgüvendi. Tutkuyla ve kararlılıkla Alman oldular. Romantizm Alman milliyetçiliğinde bir iz bırakırken, milliyetçilik de romantizm üzerinde etkili oldu (Greenfeld, 2006, s. 32-33), (Huch, 2005). Jusdanis de (1998, s. 13) Almanya’nın kökenlerini çeşitli eyaletlerin ortak bir anlatıya katılmalarına izin veren bir milli edebiyat kültürü olarak

37

Bildunglara vurgu yapar. Aydınlanmacı Despotluk çağındaki merkezileşmenin ilk başlarında bireyler, baskın lehçe ve dilin içine dahil olabilecekleri ve böylece en iyi kariyer fırsatları için de uygun olabilecekleri fırsatları değerlendirme konusunda istekliydiler. Önce uzmanlaşmaya ihtiyaç duydukları dil Latinceydi; Almanya örneğinde bu daha sonra Almanca oldu. Şimdi bu ikinci sınıf lehçenin köylü kullanımının okullarda verilecek eğitimin ve bürokratik, ticari yayılmanın bir aracı olmaya elverişli, kayıt altına alınmış, yazılı hale getirilmiş bir dil seviyesine yükselmesi gerekiyordu. Kansız kozmolopitliğe karşı köy kültürünün araştırılması, yüceltilmesi ve evrenselciliğe karşı ortaya çıkarılması gerekiyordu. Bölücülük, bireyler ve diller arasındaki rekabetle beslendi. Habsburg hanedanlığı bir dönem kendini politik ve dini mutlakiyetçiliğe adamış ancak koşulların getirdiği mantık onu, çoğulcu ve hoşgörülü bir toplumun efendisi olmaya zorlamıştı (Gellner, 2013, s. 42-44). Jusdanis (1998) kanon konusunda klasik haline gelmiş kitabında, gecikmiş milliyetçilik ve modernlik ekseninde, Yunan seçkinlerin ülkenin hayrına gördükleri “katharavusa” ile halk dili “dimotika”nın simgeselliğinde oluşan siyasal gerilimleri anlatır. Burada da dilin ne kadar merkezi önemde olduğu görülmektedir.

Oba’ya (1995, s. 50) göre Herder Slav halklarını bir ulus olarak görmüş, bunların parlak bir geleceği olacağını söylemiş bu manada panislavizmin doğuşuna katkı yapmış, “Auch eine Philosophie der Geschichte zur Bildung der Menscheit” kitabında ise onları Avrupa’nın gelecekteki önderleri olarak ilan etmiştir. Panslavizm ilk kez 1826’da Slovak yazarlardan J. Herkel tarafından kullanılmıştır. Latince kaleme aldığı genel Slav dili ile ilgili eserinde “verus Panislavismus” yani hakiki panislavizm tabirini siyasal literatüre sokmuş ve bunla hem Slav kavimlerin kültür alanında karşılıklı alışverişlerini kastetmiş, hem de siyasal alanda bütün büyük bir devlet halinde birleşmeleri fikrini amaç olarak ortaya atmıştır. Düşünce buna rağmen 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar siyasal bir mahiyete kavuşamamış, felsefi ve edebi bir akım olarak kalmış, bir kitle hareketi halini alamamış ve merkezi örgütlere sahip olamamıştı.

1770’li yıllarda aralarında Goethe’nin de olduğu genç Alman aydınları arasında “Sturm und Drang” adında milli bir akım ortaya çıktı. Ancak garip bir şekilde dönemin üst tabakasında Fransızca tercih edilmekteydi. Herder’in Batı Avrupa’da ortaya çıkan milliyetçiliklerden farklı olarak ortaya çıkan Alman milliyetçiliğinin öncüsü olduğu kuşkusuzdur. Ancak Birinci Dünya Savaşı’na kadar Herder’in milliyetçilik düşüncesi

38

pek ele alınmamış, Prusya Kralı Büyük Friedrich’i eleştirmesi, Avrupa’lı sömürgeciliğe karşı gelişi, barıştan yana oluşu, küçük halk topluluklarının bağımsızlık mücadelelerine sıcak bakması dönemin milliyetçileri tarafından sıcak karşılanmamıştı. Saldırgan olmayan bir milliyetçiliği, başka milletlere saygısıyla dikkat çekmekteydi. Kantçılığın hakim olduğu dönemde yeterince dikkat çekmemiş, sonrasında ise bilim adamlarının ona işaret etmesi “Yeni Kantçılık” etkisi nedeniyle tesirli olmamıştı. Roman kökenli Aydınlanma hareketinin aklın egemenliğinin hayatı nasıl zayıflattığını, yozlaştırdığını sürekli yazdı. Almancılık fikrinden aldığı güçle Germanistik filolojinin öncüsü oldu. “Von Deutscher art und Kunst” yazısını 1773’de yayınladığında ortada ne Amerika ne de Fransız ihtilali vardı. Alman dilinde “nation”, millet daha çok siyasi örgütlenme olarak, “Volk” yani halk ise biyolojik, kültürel ve dil olarak diğerlerinden ayrışmış anlamını taşımaktaydı. Herder’e göre Volk Tanrı tarafından yaratılmış dolayısıyla doğaldır, çocukluk nasıl insan için erken dönemse Volk da milletlerin önceki safhasıdır. Daha kibar bulduğu millet yerine doğal olduğunu düşündüğü Volk’u kullanmayı yeğler (Sevim, 2008, s. 13-19).

Modern miliyetçiliği şekillendiren en önemli unsurun “Milli karakter” olduğunu söylemek mümkündür. Tartışmalı olan bu görüş her ulusun müşterek bir karakteri olduğunu ileri sürmüştür. Bazıları bu milli karakterin değişmez olduğunu bile ileri sürmüştür. Bu fikirdekiler, ırk ve kanın milli karakteri tayin ettiğini belirtmişler; diğerleri ise bunun değişik çevrelerin tesiri altında oluştuğunu ileri sürmüşlerdir. Bazılarıysa milli karakteri iklimle izah etmişler, diğer düşünürlerin kurdukları teorilerde ise bunu oluşturan etkenler olarak, siyasal, dini, sosyal ve iktisadi şartlardan doğan adetler üzerinde durulmuştur. Montesquieu ve Fransız aydınlanma düşünürlerince ele alınan “l’esprit national” yani milli ruh fikrinin Herder, Alman romantikleri ve Hegel tarafından işlenen “Volkgeist” milli karakter fikriyle bir derece irtibatlı olduğunu söylemek mümkündür (Oba, 1995, s. 22).

Herder’in ortaya çıkardığı Volk düşüncesi daha sonra Guido von List ile birlikte “Völkisch” yorumuna kaymış onun Kabala, astroloji araştırmalarıyla birlikte Aryan geçmişi yabancı etkisinden uzaklaştırmaya çalışan ırkçı bir yöne doğru kaymış, ardından gelen Madam Blavatsky (2018), (2016) etkili Teozofi hareketi ve Lanz von Liebenfels, ülkemizde uzun süre kalmış Mevlevilik ve Bektaşilik üzerine araştırmalar

39

yapmış olan Rudolf von Sebottendorf’un Thule cemiyeti ile (Sebottendorf, 2010) Nazilerin ezoterik yönünü oluşturmuştur (Goodrick-Clarke, 2000).

Milliyetçilik üzerine sosyal bilim araştırmaları 1920 ve 1930’lara kadar götürülebilir. Carlton Hayes ve HansKohn’un çalışmaları bu anlamda öncüdür. Bu çalışmaları milliyetçilik etkisinde o ideolojiye katkı yapmak amacında olan çalışmalardan ayıran temel nokta karşılaştırmalı bakış açılarıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında milliyetçilik yazını, milliyetçiliklere ve milli tarihe mesafeli, hatta eleştirel bir alan olarak gelişti (Altınay, s. 17). Sonraki çalışmalar ise sömürgeciliğin çözülüşünün etkisiyle artan milliyetçilik etkisiyledir ve bunlar genel olarak “modernleşme kuramı” tesiriyle milliyetçiliği modernleşme sürecinin parçası olarak alırlar. 1974’de milliyetçilik çalışmaları “Canadian Review of Studies in Nationalism” in çıkmasıyla ilk kez akademik bir derginin araştırma konusu oluyordu. 1980’lerde ise Gellner, Hobsbawm ve A. D. Smith’in çalışmaları genel olarak milliyetçilik araştırmalarında bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Milliyetçilik araştırmalarında her ne kadar 1918 öncesi için araştırma düşüncesi pek doğru olmasa da dört dönemden söz edilebilir. Milliyetçilik düşüncesinin doğduğu on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllar. Milliyetçiliğin akademik araştırmalara konu olduğu 1918-45 arası olan ilk dönem. Milliyetçilik tartışmasının geliştiği 1945-90 arası ikinci dönem. Milliyetçilik tartışmasının yeni açıların göründüğü 1990 sonrası. (Özkırımlı, 1999, ss. 10-29)

Bu çalışmalardaki ortak varsayımlar ise şöyleydi: Ulus moderniteyle ortaya çıkmış, kapitalizm ve endüstrileşmeyle bağlantılıdır ancak onlara indirgenemez. Uluslar eski olduklarını öne sürseler de, milliyetçilikler tarafından icat edilmiştir. Geleneğin icadı ise uluslaşma sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır. Yani “Uluslar milliyetçilikleri değil, milliyetçilikler ulusları yaratmıştır”. Tarih bir disiplin olarak bu sürece büyük katkı yapmıştır. Ulusların oluşumunu ve milliyetçiliği anlayabilmemiz için tarihi milliyetçi düşünceden kurtarmamız gerekmektedir. Milliyetçiliğe bir siyasi düşünce olarak değil sosyal, ekonomik ve kültürel süreçlerin arkasındaki bütünlük ve dünyayı algılama biçimi olarak değerlendirmek yani siyasi alandan kültüre kayılması şarttır (Altınay, 2009, s. 17).

Rousseau’nun “general will” genel irade kavramı milliyetçilik düşüncesini etkilemiştir. Milliyetçiliğe sempatiyle yaklaşanlar genelde tarihçilerdi. Onlar geçmişi tarayarak milletin varlığını kanıtlama yoluna girmişlerdi. Gelenek, görenek, semboller

40

ve törenleri keşfetmişler ya da tasarlamışlardı. Özkırımlı’ya (1999, s. 38-39) göre Von Treitschke, Lord Acton, Michelet ve Renan bunların içinde en dikkat çekenlerdi. Alman tarihçi Treitschke, milliyetin demokrasi dahil bütün değerlerden üstün olduğunu söyler. Michelet için millet bireysel özgürlüğün teminatıdır. 1789 ihtilaliyle birlikte bir kardeşlik çağı başlamış toplumdaki anlaşmazlıklar, sınıfsal ayrılıklar kalmamıştı. Bu anlamda vatanseverlik tapınması gereken bir dindi. Mazzini “Genç Avrupa” hareketinin bir parçası olan ülkelerdeki milliyetçi akımları destekliyor onları Fransa’nın kardeşi olarak görüyordu. Milliyetçiliği dönemin düşünürleri de destekliyordu. J. S. Mill cumhuriyetçi vatandaşlık kavramıyla milliyet düşüncesini birleştiriyordu. “Considirations on Representative Government” kitabında milliyeti aralarında yakınlık olan insan grubu olarak tanımlamaktaydı. Yakınlık zaman zaman etnik, dil ve din gibi ögelerken en çok ise ortak tarih ve anlardı. Özgür siyasi kurumlar için türdeş bir milli kimlik ve kamuoyu oluşturmak gerekmekteydi. Bu anlamda farklı diller konuşan ülkelerde bu ortak kamuoyu oluşamayacaktı. Lord Acton ise Mill’in tersine bireysel özgürlüğün, farklı milletlerden oluşan ve birden fazla yönetim merkezine sahip devletlerde daha iyi korunacağını öne sürmekteydi. Bu anlamda milli birlikte ısrar etmek devrime ve despotluğa yol açabilirdi (A.g.ç., s. 39).

“Marx ve Engels’den bir kuşak sonra hala miliyetçiliği enine boyuna inceleyen bir kuramsal çalışma yoktu. Dönemin kuramcıları din gibi konulara eğilirken milliyetçiliği pek önemsemiyorlar bir kenara bırakıyorlardı. İstisna olarak Simmel milliyetçilik üzerine yazmıştı. Toplumsal tiplerinden “Soylu” ya vurgu yaparak Milletlerüstü soyluluğun millet fikrinden önce olduğu zamanlarda İngiltere’de kilise ileri gelenleri de kendilerini uluslararası kilisenin bir parçası olarak gördüklerini yani onların da kozmopolit olduklarını, Henry ve Edward sonrası sınıfların birleşerek bir millet halinde kaynaşmaya başladığını (Simmel, 2009, s.264), Fransızların ise İngilizlerle savaşları neticesi milli kimliklerini kazandıklarını söyler” (Özkırımlı, 1999, s. 51).

Mosca ise milliyetçiliğin 20. yy. değil daha öncesinde doğduğunu ancak bu yüzyılda meyvelerini verdiğini söyler. Simmel’in de söylediği gibi, özellikle idareci sınıfların tarihçi Ferrero’nun “Saraylar Enternasyonali” dediği kozmopolitliğine karşı bir halk tepkisidir. Reform hareketi Ökümenik kiliseye ve Latinceye karşı mahalli bir başkaldırıdır. Rahipler oligarşisine karşı oluşan milli kiliselerin kurulması sürecidir. Milliyetçiliğin dinin yerini almaya başladığını belirten Mosca’ya göre (1963, ss. 286- 296) Fransız ihtilalinin “Yaşasın Kral”ı, “Yaşasın Millet”e dönüşmüş, Alman milliyetçiliği de Napoleon fetihlerine tepki olarak ortaya çıkmıştır. Fichte kendine

41

yeten, sınırları kapalı bir Almanya ülküsündeyken, Herder hor görülen milletlerin aşağılık komplekslerinin temsilcisi oldu. Versay anlaşması milletlerin kendi kaderini tayin bakımından dil milliyetçiliğinin doruğu oldu. Mosca ayrıca “ekonomik ve demografik milliyetçilik” kavramını o tarihlerde çok sık rastlanan krizlere karşı oluşan milliyetçi çözüm bağlamında kullanır. Milliyetçilik dinin yerini almaya başlamıştır artık.

Renan ise Sorbonne’da verdiği “Qu’est-ce qu’une Nation?” derslerinde ırk veya dil ile oluşmuş toplulukları, milletten ayırmayı canlı yaratık üzerinde teşrih yapmaya benzetir. İlkçağ’da Mısır, Çin, eski Kalde hiçbir zaman millet olamamıştır. “Eski Yunan ve Roma’nın da cumhuriyetleri vardı ancak bugün anladığımız anlamda millet yoktu” diyerek aslında milliyetçilik akımlarından özselci, ilkselciliği reddetmekteydi. Renan’a göre (1946, ss. 97-124) Karolenj imparatorluğunun “Verdun anlaşması” ile kardeşler arasında bölünmesi neticesi bugün gördüğümüz mili varlıklara doğru bir süreç başlamış, Cermen kavimler fetihler sonrası Hristiyanlığa geçmiş, ardından kendi dillerini unutmuşlardı. Birkaç nesil boyunca Cermenler kendi milletinden kadınlarla evlilik yaparlarken gayrimeşru karıları Latindir. Millet neydi? Niçin Felemenk bir millettir de, Hanover, Parme birer millet değildir sualini sorarak, milleti din, dil, ırk gibi nesnel ögelerle yapılan açıklamala karşı gelmiş, üç dil ve iki dinli ve bir çok ırktan oluşan İsviçre’nin millet sayıldığını, Avusturya’nın bir devlet olduğunu ancak millet olmadığını söyler. Milletlerin özelliği ortak geçmiş, kahramanlıklar, zaferler ve büyük liderlerdi diyerek kültürel geçmişin birleştiriciliğini ve karşılıklı rızayı vurgular. Millet her gün tekrarlanan “daily plebiscite” yani bir halk oylamasıydı. Velhasıl bugünkü milletlerin kurulmasında ırk mülahazalarının hiçbir tesiri yoktur.

İlk ürünlerini 1918-45 arası veren C. Hayes, H. Kohn, A. Cobban, L Snyder gibi tarihçiler milleti hazır, verili bir kategori olarak algılıyor, varlığını kökenini sorgulamıyorlardı. Hayes milliyetçi ideoloji türlerini belirlemeye çalışan ilk araştırmacıdır. Onun tipolojisi insancıl, geleneksel, jakoben, liberal, ekonomik ve kaynaştırıcı milliyetçiliklerden oluşmaktaydı. Hayes milliyetçiliği vatanseverlik ve milliyet şuurunun bir kaynaşması olarak alır. Almanların içinde uzun kafalı sarışın ve yuvarlak kafalı esmer tipler de vardır. Bilinen her milliyet, biyolojik ve ırki olarak bir potalık yapmıştır ve yapmaktadır. Bir milliyet etkisini fiziki coğrafyadan veya biyolojik ırktan değil kültürel ve tarihi güçlerden alır. Dil ise bunların içinde en önemli olandır,

42

şimdiki nesille geçmişteki arasında bağ kurar. İngiliz dili II. Elizabeth ile I. Elizabeth’i, Alman dili Luther ile Hitler dönemlerini ve insanlarını birbirine bağlar. Hangi süreçlerden geçerse geçsin her halkın bir siyasi geçmişi, ister yenilgi ister galibiyet olsun bir mücadelesi, yiğitlik ve cesaretini anlatan bir mazisi, sınai ve ekonomik bir geçmişi, son olarak da kültürel geçmişini, ürettiği ayırdedici ve farklı edebiyatı, mimarisini görsel sanatlarını, müziğini, ilim adamlarını, halk inançlarını ve okuma yazma derecesini gösteren deneyimler bütünü vardır (Hayes, 2010, 11-15). Hayes bunun yanında milliyetçiliğin uzun bir tarihçesini de yazıyordu.

Kohn’un ikili tipolojisi ise daha etkili oluyordu. Batılı-isteğe bağlı ve Doğulu- organik milliyetçilik. İngiltere, Amerika ve Fransa’da milliyetçilik toplum sözleşmesine dayalı olduğundan orta sınıfların toplumsal ilerleme düşüncesine hizmet ediyordu. Doğuda ise orta sınıfın geri kalmışlığından dolayı milliyetçilik gücünü aristokrasinin alt kesimleriyle entelijensiyadan alıyordu. Bu anlamda folklorik ögeler ön plandaydı. Tipolojilere bir katkı da L.Snyder’den geldi. Kronolojik sınıflandırmaya dayanan bu bakış dört dönemden oluşuyordu. 1815-1871 kaynaştırıcı, 1871-1900 dağıtıcı, 1990- 1945 saldırgan ve 1945 sonrası sürmekte olandı. Snyder’e göre milliyetçilik şu anlamları ifade etmekteydi: a) Birleşme için bir kuvvet: Siyasal olarak bölünmüş ülkeleri tek devlet haline getirme bakımından. b) Statüko için bir kuvvet: Çok milletli devletlerde bu devletlerini ayrılarak bağımsızlık ilanlarını engelleyen bir araç olarak. c) Bağımsızlık için bir kuvvet: Azınlıkların devlet haline gelmesi için bir araç durumunda. d) Sömürgelere sahip olmak için bir kuvvet: Milliyetçilik eskiden ulusların sömürgelere sahip olması arzularını arttıran bir araçtı. e) Saldırı için bir kuvvet: II. Wilhelm ve Nazi Almanyalarında, Faşist İtalya ve Japonya’da olduğu gibi. f) İktisadi gelişme için bir kuvvet: Amerika ve Sovyetler Birliği gibi ülkelerin iktisadi avantajları için yaptıkları çalışmada aracı olarak. g) Sömürgecilik aleyhtarı bir kuvvet: Bu durumda milliyetçilik Asya, Afrika ve Orta Doğu’nun eski sömürgelerin milli devlet haline gelmesine bir araç olmuştur (Oba, 1995, s. 21).

Hans Kohn 19.yüzyılda görülmeye başlanan “Pan” akımlarını değerlendirdiği yazısında bunları, gruplar arasındaki dayanışmayı sağlayan ırk, gelenek ortak dili kullanan politik ve kültürel hareketler olarak değerlendirir. Geçmişten günümüze büyük İmparatorluklar olan Pers, Makedonya ve Roma İmparatorluğu’ndan Britanya İmparatorluğu’na dek politik, ekonomik ve kültürel temele dayanmaktadır. Yirminci

43

yüzyılda Britanya ve Sovyetler Birliği eski Pan hareketlerinin yarattığı birliğin, kültürel ve ekonomik gelişmenin problemleri neticesi yeni metodlar denemeye başladı. Britanya kendisine bağlı diğer milletler üzerinde hakimiyet kurarken Sovyetler Birliği ortak ve eşit yaşam düşüncesinin iyi bir örneği oldu. Pan akımları 19. yüzyılda milliyetçiliğin genişlemesi neticesi oluştu. Bu akımlar “milli”, “dini” ve “kıta” milliyetçilikleri olarak sınıflandırılabilinir. Pan-Cermenizm ve Pan-Arabizm gibi akımlar dil ve nüfus birliğini sürdürmesi bakımından diğerlerinden ayrışmaktadır. Diğerleri ise ortak etnik birikimlerine bağlı olanlardır. Slav, Cermen ve Turan akımları “pan-milliyetçi”, pan- İslamizm “pan-dinci”, Avrupacılık, Asyacılık, Amerikancılık ise “pan-kıtacı” örneklerdir. Kohn pan-milliyetçi akımları da ayrıştırır. Cermenizm, Arabizm gerçek ulusal hareketler, Slavizm, Turanizm gibi hareketleri de ırksal hareketler olarak ikinci kategoriye, Hispanizmi ve Anglosaksonizmi ise kültürel pan hareketler olarak son sıraya koymaktadır (Kohn, 1934). Kohn’a göre (1983) Slav milliyetçiliğinin gerçek öncüsü Almanlar ama daha özelinde de Herder’dir. Panislavizmin siyasal bir mahiyet alışı Pangermanizme bir tepki şeklinde belirmesi ile olur. Slav uluslarında Almanlara karşı büyük bir kin doğmuş, bütün Slav dialeklerinde aynı şekilde telaffuz edilen “prokliatni Nemetz” yani Almanlara lanet tabiri Slavlar üzerinde inanılmayacak bir etki yapmıştır. Slavlar içinde milli bilincin uyanışında Alman bilimadamlarının rolü büyüktür. Panislavizmin Alman tarihçi, dilci ve düşünürlerinin hazırladıkları temeller üzerine kurulduğunu söylemek mümkündür. En önemlisi düşünür Herder olmak üzere bilimadamları Schlözer ve Müller Slavistik araştırmaları başlatan kişilerdir (Oba, 1995, s. 51).

Sömürge imparatorluklarının çökmesi sonucu bu bölgelerde yeni devletlerin kurulması milliyetçilik çalışmalarını da patlattı. Bu dönemde modernleşme teorisini benimseyen siyaset bilimciler ön plandadır. Temel sorunları siyasi kalkınma etrafında oluşmaktaydı. Apter, Coleman, Binder, Halpern, Pye, Geertz ve Emerson gibi bilim insanları millet kurma sürecine ve bu süreçte milliyetçiliğin rolüne eğildiler. Çalışmaların çıkış noktası Weber ve Durkheim kaynaklı, geleneksel ve modern toplumlar arasındaki ayrımdı. Her ne kadar değişiklik gösterse de genel olarak geleneksel, geçiş toplumu ve modern toplum ayrımı öne çıkıyordu. Milliyetçilik geçiş sürecinde olan toplumların krizlerini azaltıyor istikrarı ve bütünleşmeyi sağlıyordu. Bu anlamda D. Lerner’in Ankara Balgat üzerine yaptığı “The Passing of Traditional

44

Society” araştırması öne çıkmaktaydı. Bu dönem işlevselci yaklaşımlar dikkat çekiyordu. Buna göre geleneksel yapıların çöküşüyle yaşanan sıkıntıları aşmak isteyen toplumlar yeni yapılar geliştirmeliydi. Bu işlevselci kuramların ortak yanı milliyetçiliği geçiş dönemine özgü bir ideoloji olarak değerlendirmeleriydi. Modernleşme teorilerinin izinde alternatif başka yaklaşımlar dan birisi de millet kurma “nation-building” sürecidir. Bu noktada Karl W. Deutsch ön plana çıkmaktadır. Onun yaklaşımına göre millet kurma toplumsal demografik süreçlerle ilgilidir. Kentleşme, toplumsal