• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 4. BİR ÜST ANLATI OLARAK MİLLİYETÇİLİK

4.2. Yeni Araştırmalar

4.2.3. Postkolonyalizm

Klasik milliyetçi çalışmaların göz ardı ettiği alanlardan birisi de sömürge milliyetçilikleriydi. Çoğunlukla bu deneyimlere bakılmıyor bakılsa da, akılcılık değil duygunun hakim olduğu, soyut düşünme biçiminin gelişmediği, bilimsel olmayan, geleneklere bağlı bir sömürge –bilhassa Doğu kodlamasının hakimiyeti görülüyordu.

69

Ancak bu hakimiyet özellikle Hintli düşünürler tarafından oldukça sarsıldı. Ranajit Guha ve arkadaşları yolu açıyorlar yeni tartışmalar başlatıyorlardı.

1982’de bir grup akademisyen Guha’nın editörlüğünde “Subultern Studies-1: Writings on South Asian History and Society” başlığı altında bir çalışma yapar. Günümüze kadar 12 ciltlik bir külliyata ulaşırlar. Tarih yazımı literatürüne özellikle de Avrupa merkezli yaklaşımlara kuşkuyla bakan eğilimlere kayda değer ampirik ve teorik katkılarda bulunurlar. Guha’nın editörlüğünde ilk altı cilt Maoist eğilim dolayısıyla köylülerin ve kırsal kesimin tarihine özel bir ilgi gösterir. İkinci olarak teorik bir çerçeve yerine olgusal bilgilere dayalı spesifik vakıaları incelemeye ve maduniyetin kapsamını olabildiğince geniş tutmaya çalışırlar. Çalışmalarındaki temel amaç Hindistan tarih yazımındaki kolonyal ve milliyetçi yaklaşımlarla yüzleşmektir. Gruba göre Hint milliyetçiliği tarih yazımı hem sömürge hem de burjuva milliyetçi elitçi yaklaşımlar içindedir. Bu yaklaşımda Hint ulusunun oluşumunda madunların oynadığı rolü göz ardı etmektedir. Öyle ki Hint milliyetçiliğini sömürge kurumlarının sunduğu öğrenme sürecinin bir uzantısı, başarısı olarak gösterirlerken diğer taraftan da seçkinlerin idealist bir yaklaşımla halkı sömürge buyruğundan özgürlüğe taşıdığını söyleyerek hatayı tekrarlamaktadır. Bu bağlamda çalışmalarını sömürge boyunca gerçekleşen köylü isyanlarına yoğunlaştırırlar. Bu süreçte madunlar sadece sömürgecilere değil bölge seçkinlerine de cephe almışlardır. Bu nokta burjuva tarih yazımının göz ardı ettiği bir husustur. Gramsci’den mülhem “subalterno” onun hapishane sansüründen gizlenmek için sınıf kavramını kullanamama neticesi bulduğu ancak geleneksel Marksizmin sınıf kavramından daha kapsamlı kullanıldığı, bilumum hegemonya altındaki kitleleri imlemiştir. Bu kitlelerin en önemli kategorilerinden birisi de Marksizmin pek de olumlu bakmadığı köylülerdir. Guha’nın editörlüğü bırakmasından sonra çalışmalar post-yapısalcı bir görünüme bürünmüştür. Bu postmodern temayüller bazı yönlerden kendilerine avantaj sağlıyor, entelektüel akımlar içinde yer buluyorlardı (Afacan, 2010). Bu bağlamda sonraki çalışmalar edebi eserlere kadar yeni bir okumaya yol açıyordu.

Madun konuşabilir miydi. Konuşsa bile söylemi kendisinin miydi. Soru burada kilitleniyordu (Spivak, 2016). Sömürülen coğrafyada yaşayanlar her zaman sömürülen olarak kalır. Kimliğinin içeriği bugün de değişmez (Bhabha, 2017). Postkolonyalizmin Guha, Spivak, Bhabha’dan sonra en önemli temsilcilerinden Fanon’a göre (2005)

70

kolonyalizme ve onun süren etkilerine karşı şiddet kutsaldı çünkü kolonyalizmin kendisi bir şiddetti. Fanon’un hocası Said’in öncüsü Aime Cesaire ise Paris’de aldığı eğitim sonrası rasyonalizm ve hümanizmin evrensel ilkelerini onların sömürgeci zihniyetleriyle karşılaştırdığında etkisi büyük olur. Bu düşüncelerinin arkasında yatan ırkçı, kibirli ve saldırgan ideolojiyi orada fark etmiştir. Köklerinden kopmak için gittiği Fransa’dan Afrikalı köklerini bulma arzusunda biri olarak döner ve her toplumun kendi zenginliğini kattığı evrensel hümanizmi (Ayas, 2015) Batı düşmanlığına düşmeden sömürgeciliğin bumerang etkisini bilerek arar. “Sömürgeciliğe Karşı Söylev”i literatürde köşe taşlarından sayılmaktadır (Cesaire, 2015).

Avrupa merkezcilik öyle bir hale gelmişti ki bugün gördüğümüz haritalarda dahi bu görülmektedir. Avrupa tam merkezde, Afrika altta, Japonya sağda iken onun yakınındaki Amerika solda yer alıyordu. Aslında bu durum haritalara örnek olan Mercator’un epistemolojisiyle alakalıydı ve onun bakışı kuzey bölgeleri lehineydi. İşte haritayı yapan Batılı efendiyle, Afrika’lı öğrenci arasındaki diyalektik bu şekildedir (A.Mazrui, 1992, s. 30). Batı’nın hegemonya biçimi olan kültürel hakimiyet 1960’larda ortaya çıkan “kültürel emperyalizm” kavramında dahi kendisini göstermektedir. Kavram özerkliğini savunduğu kültürleri kendi (hakim) Batı kültürünün terimleriyle temsil eden eleştirel bir söylemdir (Tomlinson, 1999, s. 15). Amin’e göre Avrupa merkezci “varolan dünyaların en iyisi olmak” yaklaşımı Liberal pazar ve değer demokrasisi anlayışının uzantısıdır. Bu yaklaşım kitle iletişim araçları vasıtasıyla bilimsel bir değer haline gelir. Evrenselcilik fikri Aydınlanma’dan çok önce başlamış ve ondan sonra da devam etmiştir. Oysa evrenselcilik Helenizm, Hristiyanlık, İslamiyet, Aydınlanma ve Sosyalizm-Marxcılıktan geçerek günümüze gelir. Amin’e göre (1993) Avrupamerkezciliğin tarihi Rönesans’tan geriye uzanmaz, 19. yüzyılda yaygınlık kazanmış bir olgudur.

Osmanlı İmparatorluğu’na da bu bağlamda bakıldığında bir taraftan kendi kimliğini yeniden oluşturmaya çalışırken diğer taraftan eski topraklarındaki milletlerin de kimliğini belirlediği görülüyordu. Balkanlar’ın büyük ölçüde Hristiyan olan halklarında, ayrıca Güneybatı Asya’daki Ermenistan’da kendi dn ve dillerine dayanan modern milliyetçi anlayış, Osmanlı geçmişinin nefretle anılacak bir yabancı tahakkümü sayılıp reddedilmesini dayatmaktadır. Araplar da Osmanlı egemenliğini bir yabancı tahakkümü sayması dikkat çekmektedir (Brown, 2000, s. 18). Bu bağlamda Osmanlının

71

da kendi hakimiyetinde olduğu topluluklara bir “İç Oryantalizm” yaptığı düşüncesi de öne çıkmıştır. Deringil ilk kez “The Well-Protected Domains” (1998) makalesi ile konuyu gündeme getirir (Deringil, 2007, s. 165-217). Osmanlı yeni dünyaya yönelirken kendi uyruğundakilerin kötü (!) imajını yok etmeye yada engellemeye çalışmaktadır. Deringil, New York’a getirilen Arapların bir kısmının derviş diğerlerin en aşağı sefiller olduğunu söyleyen sefirin, bunların dansını engellemek için yaptığı çabaları anlatır. Osmanlı bunun gibi bir çok eyleminde egzotik olanı asgarileştirmeye çalışmaktadır. İç Oryantalizm saray tercümanı olan Mehmet İzzet’in Saray’dan görevlendirilerek yazdığını söylediği “Yeni Afrika” (1308) kitabında bariz görülmektedir. Uygar devletlerin sömürgeciler gönderdiği “kara kıta” ya “Vahşi bölgelere İslam’ın ışığını yaymak” için Osmanlı da görevini (!) yapmalıydı (Deringil, 2002, s. 141-171). Ussama Makdisi “American Historical Review” (2002) dergisinde, Osmanlıların da kendi tebaası olanlara karşı bir Oryantalizm politikası yürüttüğünü bu bağlamda modernleşme projesi mucibince Tuna prenslikleri, Arap çölleri, Suriye şehirleri ve özellikle Cebel Lübnan’da Dürzilere karşı söylemsel kurgusunu yani kendi modern öncesini yarattığını söylemiştir (Makdisi, 2007). İstanbul’da bu modernleşme mantığına göre yeniden şekillenmekte, sokakların düzensizliği, köhneliği ve bölünmüşlüğü sorunu tesbit edilip Batı kentlerine göre yeniden oluşturulması gerektiği düşünülmüştür (Çelik, 1998). Bu süreçte Dünya fuarlarına giden Osmanlılar da buradaki temsil biçimlerine karşı sanıldığının aksi olduklarını gösterme çabası içinde olmuşlardır (Çelik, 2005). Bu bağlamda 1867 Paris fuarına giden Abdülaziz’in dahi yeterince Şark’lı olmadığı için buradakilere hayal kırıklığı yaşattığı görülmektedir (Zaptçıoğlu, 2012). Bu tahayyül edilen temsilin parçalanışı Türk dostu Pierre Loti için de geçerlidir (Loti, 2002).

Milliyetçiliğin ulvi söylemine bir darbe de, “üst anlatı” karşıtları (!) olan post- modernistlerden geldi. Bu yaklaşıma göre milliyetçilik de diğer üst anlatılar gibi hatta daha da fazla kapsayıcılık iddiasındadır. Oysa dünya parçalanmaya, küçük kabilelere doğru gitmekteydi. Artık büyük anlatılar ölmüştü.