• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 5. ARAŞTIRMANIN YÖNTEMİ

5.2. Uygulamaya Doğru: Sınıflandırma

5.2.3. Üç Hilal

Üç hilal geleneği her ne kadar İslamcı akımın göstereniyse de bu araştırma bağlamında milliyetçi söylem içindeki dini damar inceleneceğinden bunun dönüm noktası olan CKMP’nin MHP’ye döndüğü tarihten itibaren inceleme devam edecektir. Milliyetçi hareketin simgelerinden “üç hilal”i bir geleneği ifade etmek için kavramsallaştırmanın gerekçesi, bunun önce öne çıkarılan bir söylem olarak kullanılması ve daha sonra “Büyük Birlik Partisi” (BBP) örneği ayrışma sürecinde önemli bir âmil olmasındandır.

12 Eylül darbesi sonrası Agah Oktay Güner’in duruşmada söylediği “fikri iktidarda kendi zindanda” sözü bir dönem ülkücü hareketin halet-i ruhiyesini çok iyi anlatmaktaydı. “Devletlü” olarak kutsallaştırılmış devlet, darbeyle birlikte kendisi için

125

savaşan ülkücüleri de içeri atmış onlara “Mamak cezaevi” anlatısı vermişti. Cezaevinde tefekkür sürecine giren ülkücüler kendilerini ayakta tutacak bir dal olarak dine daha da sarıldılar. “Lider, teşkilat, doktrin” üçlemesi çatırdamış, ülkücü hareket meşruiyet krizine girmişti. Cezaevinde başlayan tartışmalar ülkücü hareket içinde yayılmaya başladı. “Ben artık devlet-i ebed müddet” fikrine katılmıyorum diyenler çoğaldı. 1987 sonrası Türkeş’de radikallerin orduya ve düzene karşı çıkışlarına iltifat etmemekle birlikte darbe karşıtı bir söylemi benimsedi (Bora & Can 2000). Üç Hilal Türklük söylemi İslami söylemden biraz daha fazlası olması itibarıyla dikkati çekmektedir.

5.2.4. Türk-İslam Sentezi

Millet mefhumunun, İslamcı hareketler tarafından kullanılan dinsel içeriğinin kalıtları, bugün Türk-İslam sentezi akımının Türk kimliğini İslam vasıtasıyla tanımlamasına cevap vermektedir. Türklük ve İslam arasında mükemmel bir uyum olduğunu öngörmekte olan bu fikir 19. yüzyılın sonunun ilk milliyetçi yazarlarının çalışmalarında olduğu gibi, Ziya Gökalp’inkilerde de rastlanılır. İslam’ı kabul etmenin Türklerin kaderi olduğu; Türkler olmasaydı bu dinin felç olup tükeneceği; bazı halkları da İslam’a kazandırdıkları için dinin kalkanı ve kargısı oldukları bu düşünürlerce savunulmaktadır. Türk kimliği kendisini ancak İslam içinde gerçekleştirebilirdi. Türkler olmasa nasıl İslam ihyâ olamayacağı gibi Türkler de Müslüman olmasaydı Türk kültürü yok olurdu. “Sentez” akımı, Kemalist mirası açıkça reddetmeden, İslam’ın dini ve kültürel değerlerini, Türk milliyetçiliğine eklemlemek isteyen muhafazakar bir milliyetçiliği temsil eder. Söylemi ilk olarak seçkinci kulüp “Aydınlar Ocağı” üretmiş, İslam’ı komünizme karşı duvar olarak kullanmak isteyen 1980 darbecileri de bundan faydalanmıştır (Copeaux, 1998, s. 46-47).

Tekrar milliyetçi hareketin serencamına gelirsek, Muhsin Yazıcıoğlu önderliğinde başlayan MHP içindeki tartışmalar giderek milliyetçiliği İslam’a nazaran tali planda olmasına yol açmaya başladı. Devletin yanında olmalarına rağmen solcularla aynı zulme maruz kalmaları Yazıcıoğlu’nun ifadesiyle “Türk’ün Türk düşmanıyla aynı zincire vurulması” olarak tanımladığı meşruiyet krizi dokuz ülkücünün asılmasıyla doruğa tırmandı. Hele 12 Eylül’ün hemen ertesi Necdet Adalı ile birlikte hakkaniyet olarak ülkücü Cevdet Karakaş’ın da asılması, gençlik nezdinde büyük gerilime yol açtı. Bu hareketin dergisi sayılabilecek “Bizim Ocak”da insan hakları temelli tartışmalar başlamıştı. Ancak ülkücü hareketin ana damarı bu tartışmalara sıcak bakmıyor bunun

126

bir solcu oyunu olduğunu öne sürüyorlardı. Bizim ocak dergisinde başlayan tartışmalarda okuyucuya verilen cevap bu süreci net gösteriyordu. Demirin çelikleşmesi gibi Türk-İslam sentezi de buna benziyordu, okuyucunun itirazına yönelik sualde: Sentez bakımından “ikisinin de lazım olan seviyede alınması gerektiğini” savunuyorsunuz, bizim merak ettiğimiz taraf, “lazım olan seviye ibaresi, İslam’ın ne kadarı lazım, ne kadarı değil” diye soruyorlardı (Bora & Can, 2000, s. 310). Artık saflar netleşmişti.

İdeolojik önderlik genelde Türkeş’de temsil ediliyordu. Buna rağmen 1976’ya kadar Kurt Karaca ve Ayhan Tuğcugil müstear adıyla yazan İskender Öksüz etrafında ifadesini bulan ideoloji bu tarihten sonra Seyyid Ahmet Arvasi ile birlikte İslamlaşma sürecinin ideoloğunu buldu. Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” ekolü İslamlaşma sürecine önemli bir etki yaptı. Erol Güngör İslamlaşma sürecinde ülkücü taban nezdinde saygınlık kazandı. Türkçü-Turancı uzlaşmaları, Türklük ve İslamiyetin bağdaştırılması gereğini belirten bir yaklaşımla eleştirmişti. Ona göre İslamiyet Türklere cihanşümul bir vazife yüklemişti. Arvasi popülaritesini bir taraftan da ailesinden almaktaydı. Nakşibendi büyüklerinden Şeyh Abdülhakim Arvasi’nin akrabasıydı ve Hüseyin Hilmi Işık cemaatiyle de yakın ilişkisi vardı. MHP İslam’a oynadığı 1977 seçimlerinde dahi aşırı İslamcı bir açılım tehlikesi yüzünden onu geri plana çekmişti. 1979’da yayınlanan “Türk-İslam Ülküsü” kitabı ülkücü hareketin İslamlaşma sürecinin ürettiği terminolojinin, temel teorik ve ideolojik tutumların, kataloğu gibidir (Bora & Can, 2000).

Arvasi’nin Türk-İslam Ülküsü öğretisinin, “Türk-İslam Sentezi”nden farkı sadece vurgu düzeyindedir. Bu grubun içinden bazıları İslam’ı daha fazla öne çıkardılar. İslam’ın Türklüğü yücelttiği tezini tersten okuyarak, Türklüğün İslam’ı yücelttiğinin altını çizdiler. Mamak’da başlayan ülkücülerdeki İslamlaşma diğer cezaevlerine de sıçradı. Hatta Malatya’da “Müslümanlar” imzasını kullanan eski ülkücüler ayrı bir koğuş isteğinde bulundular.

Ülkücü hareketin İslamlaşması sürecine etki edenlerden birisi İran İslam devrimiyken diğeri de uluslararası konjonktürde Brzezinski’nin öne sürdüğü “Green belt” Yeşil kuşak politikasıdır. Bu politikaya göre Sovyetler Birliği İslam ülkeleriyle çevrilecek, komünizm bunlarla uğraşacağından hem devrim ihracına çalışamayacak hem de gücü tükenecekti. Bu yeni ihtiyaç yeni figürlere yol açtı. Türkiye gibi ülkelerde

127

sert değişmeler yaşandı. Darbenin ertesinde ideolojik uyum ihtiyacına “Aydınlar Ocağı”nın gündeme getirdiği, Arvasi menşeili “Türk-İslam” mefkuresi cevap verdi.

Resmi anlatıdan kayma olarak yukarıda bahsedilen üç heretik yorumun kesişme noktası “Kızılelma”dır. Kızılelma Yavuz Sultan Selim ve 4. Murat için Doğu, Fatih ve Kanuni için Batı’dır. Evliya Çelebi’de dahi sık sık geçen bu kavram esas popülaritesine Ziya Gökalp’in 1913’de Türk Yurdu dergisinde yazdığı manzum hikayeyle kavuşmuştur (Gökalp, 1976). Gökyay’a göre tabir “erişilmesi istenen ülkü, elde edilmesi amaçlanan muhayyel yer” anlamında kullanılmaktadır. Bazı kaynaklara göre Yunan mitolojisinde Hesperides’in altın elmalarından mülhemken başka kaynaklara göre bu Vatikan’ı ve Saint Pierre kilisesini göstermektedir. Gökalp Tanzimat’tan sonra neredeyse unutulmuş olan kavrama yeni bir mânâ kazandırdı. Kızılelma çökmekte olan Osmanlı yerine bütün Türklerin bir araya geleceği Turan ülküsüyle eş anlamda kullanıldı. Ömer Seyfettin’de “Kızılelma neresi?” (1913) hikayesinde “Padişahın ayağının bastığı yer” der ve kavramı “erişilmek istenen ülke” şeklinde yorumlar. 1914’de Aka Gündüz “Muhterem Katil” kitabında, Yahya Kemal ise “Gedik Ahmet Paşa’ya Gazel” şiirinde bu ideali ortaya koyar. Cumhuriyetten sonra ise Nihal Atsız, Arif Nihat Asya, Necdet Sançar, Niyazi Gençosmanoğlu gibi şair ve yazarlar Kızılelma motifini Ziya Gökalp bağlamında kullanırlar (Gökyay, 2002, s. 559-561). Türk-İslam sentezi söylemi İslam vurgusuna daha ağırlık vermesiyle dikkat çekmektedir. 80 sonrası siyaseti ve kültürümüzü etkileyen bu ideoloji hakkında akademik olarak ilk teferruatlı inceleme 1991’de Bozkurt Güvenç, Gencay Şeylan, İlhan Tekeli ve Şerafettin Turan tarafından yapılmıştır (Güvenç, Şeylan, Tekeli, & Turan, 1991).

128