• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 4. BİR ÜST ANLATI OLARAK MİLLİYETÇİLİK

4.3. Türkiye’de Milliyetçilik

4.3.1. Osmanlı-Türk Kimliğinin Oluşumu

Bernard Lewis Türk milliyetçiliğinin canlanmasının ilk belirtilerinin II. Murat devrinden itibaren görüldüğünü, Moğol tarihçi Reşidüddin’in Türk aşiretlerinin tarihini ele alan birinci kitabını Farsçadan çevirttiğini hâkezâ Türklerin ilk çağları hakkında diğer eserler adapte veya telif ettirdiğini bundan sonra ilk kez Orta Asya Türk efsane ve gelenekleriyle bağlantı kuran Osmanlılara Oğuz Han şeceresi veren hikayelerin hanedanın tarihi gelenekleri arasına girdiğini söyler (Lewis B. , 1993, s. 329). Ziya Gökalp üzerine önemli bir biyografi (1979) yazmış olan Uriel Heyd’in öğrencisi Kushner II. Abdülhamit dönemindeki milliyetçiliği incelediği eserinde (1979, s. 3) Türk milli şuurunun varlığına ait ilk işaretlerin Sultan II. Murad döneminde görüldüğünü söyler. Hikayeler resmi Osmanlı tarihlerine girmiş, efsanevi Oğuz Han Destanı’nda belirtilen hânedan halkası onun bir parçası olmuştu. XIV. yüzyılda Anadolu şairleri arasında Arapça ve Farsça terimleri kullanmayıp Türkçeye dönme eğilimi olmuştu. Halk edebiyatı bu eğilimi Bektaşilik gibi tarikatlara bağlı olarak çağımıza kadar getirmiştir. Ancak yine de Oğuz Han destanı bir yana bırakılacak olursa Osmanlı tarih ve edebiyatı İslâmi temaları işlemiş bunlar edebi Osmanlıcanın karışık üslûbuyla yazılmıştır.

İlk Osmanlı tarihi sayabileceğimiz Ahmedi’nin “İskendername”sinden (1983) sonra Yazıcızade Ali’nin “Tevârih-i Âli Selçuk”u Türklerin tarih sahnesine çıkışından Osmanlılara dek Türk tarihi niteliğindedir. Türklerin tarih sahnesine çıkışı, Oğuz

74

boyları, tamgaları, gelenekleri, Selçukluların şeceresi, Türkiye Selçukluları, Gazan Han dönemi ve Osmanlıların Anadolu’ya gelişleriyle Kayı boyu hakkında bilgiler alırız (Ali, 2017). II. Murat devri Yeniçeri ocağına yabancıların alınması bakımından da dikkat çekicidir. Balkanlarda fetihlerden sonra birikmiş Hristiyan nüfusun içinde askerliğe istidatlı çocukların toplanıp Müslüman bir aileye verilerek burada adetleri öğrenmesi sonrasında orduya alınması geleneği başlamıştı. Wittek bunu dahiyane bir fikir olarak görürken (Wittek, 1943, s. 588), bozulmanın sebeplerini bu düzenin değişmesine bağlayanlar da vardır. Koçi Bey 4. Murat döneminde başladığı devletteki bozulmanın sebepleri üzerine kapsamlı raporlarına müsâhibi olduğu Sultan İbrahim döneminde de devam etmiş, bir çok bozukluktan bahsetmiş, Türklerin ve Yörüklerin orduya alınmasının Yeniçeri ocağını zayıflattığını belirtmiştir (Koçi Bey, 1972, s. 23).

Fatih İstanbul’u fethinin ardından Türk-İslam ve Bizans geleneklerini birleştiren bir Osmanlı Sultanı modeli yaratmıştı. Türklerin beyi ünvanı tarihe karışmış, devletin merkeziyetçi yapısı ve bunun dayanağı olan kul sistemi ile padişah Âli Osman soyuna rakip olabilecek aileleri ortadan kaldırmakla yetinmeyip, Türk ailelerden kız alma usulüne de son vermiş, harem yoluyla tahta veliaht yetiştirme şekline başvurmuştur. Bu uygulamayla Türk milliyetçiliğinin oluşmasında öncülük edebilecek odaklardan biri olan Türk aileler ortadan kaldırılmış, saltanata ortaklık çıkmamasına dikkat gösterilmiştir. Türkler İmparatorluk içinde bir kuvvet olarak kalmışlar, zamanla nüfuzları azalarak devletin kendisi olmaktan çıkmış, yeni dönemde Türk sözü hakaret olarak kullanılmaya başlamış, Osmanlı olmak değer kazanmıştı (Oba, 1995, s. 34-35).

Ananevî Osmanlı tarihleri Anadolu’da beyliklerden önceki Türk tarihinden çok kısa bahsetmiş, genellikle Türklerin İslâmiyet’i kabulü öncesi tarihi ihmal etmişlerdir. Türklerin soyu, Nuh’un oğlu Yafes’in torunlarından olan Oğuz Türklerinin bir kolu sayılan Kayı Han boyuna dayandırılmıştır. Yine Moğol baskısıyla Anadolu’ya göç yapmışlar, Ertuğrul’un idaresinde Selçuklu topraklarına geldikleri söylenmekteydi. Kurucu Ertuğrul’un oğlu Osman’dı. Osmanlı tarihçileri XIX. Yüzyılın ikinci yarısına kadar kendi tarihlerini yazarken bu ananevî tarihçiliği değiştirmeye çalışsalar da geleneksel yorumdan ayrılamamışlardır. Hayrullah Efendi Osmanlıların Türk soyundan bahsetmemiş, ortaya çıkan yeni bilgileri dahi kitabına almamıştır. Yine Namık Kemal yazdığı tarih kitabında menşei eski Türklerde değil, Oğuz Türkmen aşiretlerinde bulmuştu. Modern Osmanlı edebiyatında Türkçülüğün ilk mümessili sayılan Ahmet

75

Vefik Paşa yazdığı tarihi kitabında, Osmanı öncesi Türk tarihi hakkında önceki tarihçilerden farklı davranmamıştır. 2. Abdülhamit devrinden biraz önceleri tarihe bakış tarzında bir değişiklik olmuştur. Belki de bu değişiklik Ahmet Cevdet Paşa ile olmuştu. Yazdığı kitapta İslam tarihine Türk ve Arap tarihi gibi yaklaşmıştır. Osmanlı İmparatorluğu, İslamî canlılığı kısmen Türklüğünden dolayı korumuştu. İlk Türkler hakkında hiç araştırma yapmayan Cevdet Paşa’nın, devletin Türk özelliğine yaptığı bu vurgu yeni bir yaklaşımdı. Bu görüş sonraları Basiret gazetesinde makalelerde devam ettirilmişti. Eski Türk tarihi Osmanlı veya İslamî anlamda lâyıkıyla değerlendirilmemişse de bazı önemli eserler görülmüştür. Hive hükümdarı Ebülgazi Bahadır Han tarafından Çağatayca yazılmış olan bir eser Ahmet Vefik Paşa tarafından çevrilmişti. Bunun yayımlanması Osmanlılara Türk tarihinin bir kısmını tanıtması bakımından faydalı olmuştu. Ahmet Hilmi “Chambers Universal History” adında Türkçede görülen ilk umumî tarih kitabını yayınladı. Kitabın bir bölümü Tatarlarla aynı sayılan İskitlere ayrılmıştı. Yazar bunlarla Osmanlılar arasında değil Bulgarlar ve Kırımlılar arasında bağ kuruyordu. 1877’de Süleyman Paşa’nın tarihi Türklere geniş bir bölüm ayırıyordu. Ali Suavi ise Parist’te çıkardığı Ulûm gazetesinde Türk tarihini ilk kez başlı başına bir konu olarak işlemişti. Osmanlıların Türk soyundan geldiğini ilk kez kuvvetli bir şekilde ortaya koyan Ahmet Mithat Efendi’nin 1877’de neşrettiği “Mufassal Tarih-i Kurûn-ı Cedide” kitabıydı (Kushner, 1979, ss. 39-44)

Avrupalıların Osmanlılar ve bağlı eyaletleri için yaygın olarak kullandıkları Türk ve Türkiye kelimeleri bile XIX. yüzyıla kadar Osmanlı metinlerinde pek görülmez. Türk, arada sırada “Cahil Anadolu köylüsü” ya da “Türkçe konuşan Osmanlı” meâlinde kullanılmaktadır (A.g.ç., s. 10). Ancak tarihçi Mustafa Ali “Künhü’l Ahbar” da Osmanlıların Moğol, Orta Asya bozkır kökenlerini bildiklerini ve tarih yazımlarına aktardıklarını göstermektedir (H.Fleischer, 1986, s. 285-289). Kushner (1979, s. 30-31) bir İngiliz seyyahının İngilizce’de beyinsiz (blockhead) gibi Türklerin de “Türkkafalı” tabirini kullandıklarını, başka bir İngiliz’in birisi bir adam için “Türktür” derse o adamın köylü yahut kaba saba birisi olduğu anlamına geldiğini, diğer bir kadın yazarın da Osmanlıların alaycı bir ifadeyle Türk kelimesini kabul etmediklerini söylediğini belirtir. Basîret gazetesi Türk olmaktan utanan gençlerden bahsetmiş, kendilerine Türk denildiğinde birbirlerine darıldıklarını yazmıştır. Şemsettin Sami Türk adının yalnız Anadolu köylülerine verilmek istenilen bir isim olduğunu

76

söylemekte, sözlüğünde Türk soyundan bazı kişilerin bu ismi kabul etmediklerini ve hakaret saydıklarını belirtmiştir. II. Abdülhamit döneminde gazetelerde, örneğin 1868’de çıkmaya başlayan Terakki’de Türk gazetesi adı yazıyordu. Hâkezâ Mizan ve İkdam gazeteleri de Türk gazetesi diye lejand atmışlardı. Anadolu halkının Türk karakterine ilk işaret eden Şemsettin Sami’ydi. Sadece Anadolu’nun etrafındaki adalarda ve İzmir gibi ticarî limanlarda Hristiyan Rumlar’ın olduğunu kabul ediyor, geri kalanların hepsinin ise Türk olduğunu iddia ediyordu. Lazlar hatta Çerkezler bile Türkleşmekte kendi anadillerini unutmaktaydılar. Vambery İkdam’da linguistik buluşlarına dayanarak Türklerin Anadolu’ya göçünün sanıldığından çok önceye dayandığını yazmıştır.

XVIII. yüzyılda Fransız Joseph de Guignes Mustafa Celalettin Paşa ve Atatürk’ü derinden etkileyen “Histoire Generale des Huns, des Turcs, des Mongoles et Autres Tartares Occidenteaux” kitabını yayınlar. Kitap Türkçeye H. C. Yalçın tarafından çevrilir. Bu kitapla birlikte Türklerin İslâmiyet’i kabullerinden önce Asya tarihinde oynadıkları rol ortaya çıkmıştır. 1832’de Londra’da Arthur Lumley Davids’in “A Grammer of the Turkish Language and Literature of the Turkish Nations” eseri Türkçenin yayınlanan ilk sistematik grameri olmuştur. Kitabın girişinde Osmanlı üzerine bir derlemeyle birlikte Türklerin medeniyetteki rolleri saygıyla anlatılmıştır (A.g.ç., s. 13). Mezkûr kitaplar Türklük şuurunun oluşmasında önemli etkiler yaratmıştır.

Nazım Hikmet’in dedesi Constantin Borzecki sonraki adıyla Mustafa Celalettin Paşa’nın “Les Turcs, Anciens et Modernes” (1870) çalışması Türkçülük araştırmalarında ilk kez yabancı kaynaklara dayalı olması ve Türkleri öne çıkarması nedeniyle milat niteliğindedir (M.C.Paşa, 2014). Paşa aslında Türklerin Avrupalı sayıldığını ve Tuoro-Aryan ırkından geldiğini, Türkçe ile Latince ve diğer Avrupa dilleri arasında bağlantılar bulunduğunu ileri sürmüştü. Onun bu fikirleri Türk tarih ve dil tezi hareketinde etkili olmuştur. Bundan sonra başlayan kültürel Türkçülük etkisinde “Terakkî” gibi gazetelere “Türk gazetesi” ibaresi konulmaya başlanmıştı (Hanioğlu, 2012, s. 552).

Genç nesil üzerindeki en büyük etki sürgündeki Jön Türklerle de yakın ilişkisi olan Fransız şarkiyatçısı Leon Cahun tarafından oldu. Onun “Introduction a l’Histoire de l’Asie” (1896) kitabıyla Avrupa’ya medeniyeti getiren ırkın Turan veya Finno-Japan

77

ırkı olduğu teorisi tekrar ele alınır. A. L. De Sacy, W. Radloff, E. J. W. Gibb gibi şarkiyatçılar da Türk aydını üzerinde tesirli olmuştur. 1893’te Orhun nehri yakınlarındaki eski Türk yazıtlarını çözen V. Thomsen’de bunlardan birisiydi. Şarkiyatçıların bu çalışmaları Osmanlı Türklerini imparatorluk dışındaki Türkleri tanımaya yöneltmişti. Dışarıda kardeşlerinin olduğunu farketmeleri Türk asıllı kişilerin Osmanlı’ya göçleriyle daha da hızlandı. O tarihe kadar seyyahlar, dervişler, tüccarlar dini veya ticari maksatlarla gelirken şimdi Rusya’nın yayılması yüzünden göç halini almıştı. İlk dalga 1783’de Kırım’dan, ikinci ve daha büyük dalga ise XIX. Yüzyılda Nogaylar ve Çerkezler’den oldu (Kushner, 1979, s. 15). Abdülhamit’in Ruslara karşı tampon bölge oluşturma maksadıyla Çerkezleri Rus sınırına yakın bölgelere yerleştirilmesi Rusya ile diplomatik krize de neden olmuştur. Gelen Çerkez askerler de bir rütbe artırılarak Osmanlı ordusunda görev almıştır.

Kültürel Türkçü hareket esas itibarıyla Macar Turancıları tarafından ortaya çıkarılmıştır. Vambery gibi Abdülhamit ile özel ilişkiler kuran Yahudi asıllı bilim adamı 1910’da Macar Turancı hareketini ortaya çıkartanlardan birisidir (Vambery, 1993). Teodor Herzl’in aracılık yapma teklifini kabul ederken bir taraftan hem İngilizlere hem de Osmanlılara casusluk yapmaktadır (Engin, 2010, s. 166) ya da en azından kuşku duyulmaktadır (Öke, 1991). Orta Asya gezisi kitabı Osmanlı aydınları arasında köken bakımından büyük etki yaratmıştır. Yine Macar Turancı hareketin önemli simâlarından Atatürk hakkında kitap da yazmış olan Bêla Horvâth (Horvâth, 2010) Anadolu’yu gezmiş, ünlü etno-müzikolog Bela Bartok “Türk Beşleri”nden birisi olan Ahmet Adnan Saygun ile birlikte Türkiye’yi dolaşmış, mahalli müzikleri kayıt etmiş ve derlemelerini yapmıştır (Bartok, 1991). Macar Turancılarının Osmanlı’da bağlantı kuracakları kişilere referansı veren de bu derneğin üyesi, kendisini oradaki Türklerin imamı olarak tanıtan Abdüllatif efendiydi. İlişkiler Almanya, Avusturya-Macaristan Osmanlı kader bağlarının da ötesindeydi (Demirkan, 2000). Macar milliyetçiliği “Official nationalism”, resmi milliyetçiliğe karşı, bağımlı olan halkların bir anlamda savunma gibi değerlendirebileceğimiz popüler milliyetçilikleri olarak ortaya çıkmıştır (Seton-Watson, 1964). Türk milliyetçiliğinin resmi ideolojiden ayrı heretik kesimini etkilemesi bakımından dönüm noktalarındandır.

Milliyetçiliğin nasıl yapıntı bir şey olduğu Japon turancılığında da ortaya çıkmaktadır. Levent’e göre (2016) 1. Dünya savaşı sonrası Batı karşısında yalnızlaşan

78

Japonya çıkışı Yeni bir Asya düzeni kurmakta bulmuş Turancılık ideolojisiyle bu birlik ihtiyacına cevap vermeye çalışmışlardır. Turan 19. yüzyıla kadar coğrafi bölge adıyken sonrasında dil ve ırk mefhumuna doğru evrildi. Yani Beyaz Aryan’ın karşısına Turan çıkarıldı.

Gülhane Hatt-ı Humâyun’u sonrası devletin bir Osmanlı milleti oluşturması yolundaki çabalarına rağmen tebaası olan Yunanlılar, Sırplar, Bulgarlar, Makedonlar ve Ermeniler arasında milliyetçilik fikirleri yaygınlaştı. Bunlara karşı da Araplar ve Arnavutlar arasında kültürel proto-milliyetçilik akımı yaygınlık kazanmıştı. İlk grup bağımsızlıklarının peşine düştü, ikinci grup olan Müslümanlar ise Arap-Osmanlı, Arnavut-Osmanlı gibi bir çeşit birlik yaratmaya çalıştılar. Türkçülük işte bu ikinci sınıftaki hareketlerden biri olarak düşünebilinir. Ancak Arap ve Arnavutlardan farklı olarak imparatorluğun devamına yönelik arzu daha yüksekti (Hanioğlu, 2012, s. 551).

Sürgündeki Jön Türk hareketinin başlaması Ziya Paşa ve Namık Kemal’in Paris’e gitmesiyle başlamışsa da bunun başlangıcı Mısır Hidivi olamayınca Osmanlı’ya küsen ve düşman olan Mustafa Fazıl Paşa ile birlikte olmuştur. Paşa burada toplanan gruba “Jeunes Turcs” diye isim takmış, tarihimize geçen mefhum böylece ortaya çıkmıştı. Paşa bir taraftan muhalefet ederken diğer taraftan da İmparatorluk dahilindeki muhalefeti yurt dışına çekiyordu. Ancak bu ilk dönem muhalefet hareketine sonrakinden ayırmak için “Yeni Osmanlılar” demek daha uygundur. Bu bağlamda İttihat ve Terakki’nin fikirlerini basın yoluyla yaydığı İsviçre Jön Türk basını da ilk olarak Yeni Osmanlılar kanalıyla ortaya çıkmaktaydı (Göçmen, 1995, s. 19), (Tevfik, 1973).

Bu durum gayrimüslim anasırın kontrolünü sağlamaya yönelik çabaların yanına içeriden muhalefet hareketine karşı da dikkatli olunması gerektiğini göstermekteydi. Abdülhamit’in popülerliğinin düşüşe geçmesinin bir sebebi de Ermeni olaylarının 1890’lardan sonra gündeme gelmesiydi. Kurulan “Hınçak” ve “Taşnaksutyun” örgütleri bu tarihlerden itibaren etkisini göstermeye başlamış “Sason olayları” (Karacakaya, 2001) ile ilk kez uluslararası kamuoyunun dikkatini çekmişlerdi. Sonrasında gelen kanlı “Osmanlı Bankası” (Şıracıyan, 2006) baskını da büyük etki ve tepki yaratmış, “Kürt Musa Bey” (Şaşmaz, 2004) olayında görüldüğü gibi Ermeniler düşman haline gelmeye başlamıştı. “Ulu Hakan”, “Kızıl Sultan” dikatomisi bu şekilde ortaya çıktı.

Orta Asya ve Kafkasya’da Rus işgalleri, Hindistan’da Moğol İmparatorluğu’nun son mirasının İngilizler tarafından ortadan kaldırılması gibi olaylar Dârü’l İslâm’a karşı

79

gizli Avrupa tehlikesini ortaya çıkarmıştı. Abdülhamit politikasını bu yeni durumun üzerine bina etmeye çalıştı. Onun döneminde Bulgarlar, Sırplar ve diğer Balkan milletleri ayaklanmış, 93 harbi sonrası alınan büyük yenilginin ardından imzalanan Berlin anlaşmasıyla Avrupa’daki toprakların neredeyse tamamı kaybedilmişti. Kıbrıs İngilizlere bırakılmış, Tunus’ta Fransa’nın, Mısır’da İngilizlerin işgalini kabullenmek zorunda kalınmıştı. İmparatorluk dahilinde ayrılıkçılık hareketleri büyüyordu. Daha 1862’de Hariciye Nazırı Âli Paşa, imparatorluktaki birleştiricilik yapacak unsurun Türkler olduğunu belirtmişti. Akçura tam da bunu görerek 1904’de Osmanlıcılık ve İslamcılık siyasetlerine karşı alternatif olarak Türkçülük tezini öne sürmüştü (Kushner, 1979, ss. 5-7). Çetinkaya’ya göre bu büyük ölçekli aydınların yanında Gramsci’nin “Aydınların nitel hiyerarşisi” sınıflandırmasında kendini gösteren “Orta katman aydınlar” da vardır. Bu kavram politikanın kitleselleştiği bir çağda, eğitim görmüş avukatların, doktorların ve özellikle öğretmenlerin önemlerinin artmasına vurgu yapar. Bu aydınların en büyük özelliği meşrutiyetin ilanıyla büyük bir canlanma içine giren matbuat cemaatine mensup olmalarıdır. Sansürün ortadan kalkmasıyla Habermas ve Anderson’un belirttiği gibi siyasal kararların kamusal topluluğun önüne taşınmasına yardım eden araç haline gelmiştir. Bu anlamda Weber’in “ideal tipi” gibi orta katman aydınına Hüseyin Cahit iyi bir örnektir. Tanin gazetesinde açıktan Türkçü söylemle Neologos ve Proodos gazeteleriyle tartışmalara girmiş, giderek saldırgan üslubuna bürünmüştür. Boykot türü toplumsal eylemleri İttihat ve Terakki içinde dahi itirazlar almış, o kadar ki 31 Mart isyanında Lazkiye mebusu Mehmet Arslan Hüseyin Cahit sanıldığı için linç edilmiştir. Bir başka orta katman aydın ise Hüseyin Cahit’in karşıtı Ali Kemal’dir. O da Osmanlıcılık söyleminden hiçbir zaman vazgeçmese de dönemin diğer aydınları gibi “millet-i hâkime” anlayışı öne çıkmaktadır (Çetinkaya, 2002, s. 95). Peyam ve Peyam-ı Sabah gazetesindeki yazılarıyla ve sonra Damat Ferit hükümetinde nazırlıklarıyla (Kemal, 1985) Ankara hükümetinin düşmanlığını kazanmış yargılanmak için götürülürken bir hain (!) sayılarak linç edilmiştir (Kuneralp, 1981). Bu olay İsmet Paşa ve Mustafa Kemal’in çok tepkisini almıştır. Orta katman aydınların Türk milliyetçiliğinde oynadıkları temel rol İmparatorluğun devamının sağlanmasıydı. Devrin ideolojisi Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük zihinlerinde içiçe geçmişti.

Romantik milliyetçilik milletin varlığında önemli olan -Cermenler, Eski Roma ve Panhelenizm gibi- geçmiş zaferlerin hatıralarına dönmek istiyordu. Belli sınırlar

80

içinde aynı dil ve kültürün içinde olanların milleti oluşturduğunu söylüyorlardı. Bireyin öncelikle milli varlığın içinde yer alıp kültür yönünden yaratıcı olmalarını istiyorlardı. İşte Türklerin gayrimüslimler ve topraklarındaki Avrupalılar kanalıyla karşılaştığı bu milliyetçilikti. İster kan ister ırk esasına dayansın Avrupa’da milliyetçilik birleştirme hareketleri, Pan-cermenizm, Pan-islavizm çerçevesinde gelişti. Coğrafi olarak Türklerin en çok karşılaştıkları ikincisi olmuştur (Kushner, 1979, s. 16).

19. yüzyılın ortalarından sonra, Rusya’da iletişim ağının gelişmesi, demiryolu, deniz taşımacılığının artması neticesi buradaki Türkler hem birbirlerine hem de Osmanlı’ya yaklaştılar. Rusların Orta Asya’ya yönelik baskıları neticesi Türkistan emirleri Osmanlı’dan İslami dayanışma bağlamında yardım istediler. Yanı sıra Türkolojinin Avrupa’da bir bilim dalı olarak ortaya çıkması ve bunun Rusya’ya da gelmesiyle buradaki Türkler Asya kökenlerine müdrik oldular. İslamiyet öncesi eski parlak günlerini yad ediyorlar bunun neticesi araştırmalar yoğunlaşıyor sonuçlarını birbirlerine aktarıyorlardı (Georgeon, 1996, s. 11).

XIX. yüzyılın sonlarına doğru artan göçler çoğunlukla Rusya topraklarındaki Türklerden olmuştu. Bu kişiler Rusya’daki Müslümanlar arasında uzun yıllar devam eden fikri uyanışın meyvelerini beraberlerinde getirdiler. Bu durum Osmanlı kültür ve siyasi hayatında bir hareketlilik meydana getirdi. Rusya’daki Türklerin uyanışı modernleşme hareketlerini başlattı. Medreselerde reformlar yapılırken, değişik Türk boylarının konuşma dili edebi dil haline getirilmeye çalışıldı. Atılımın merkezi Tatar Türklerinin olduğu Kazan şehriydi. Hareket hem Rus ve Batı liberalizminden hem de Osmanlı Tanzimatından etkilenmişti. Hareketin en dikkat çekici siması Gaspıralı İsmail Bey’di (Kushner, 1979, s. 17). Gaspıralı İsmail bey, okulundaki Panslavist havaya karşı Türklerde milli bilinç oluşturma amacıyla, Rusya’da “Tercüman” adıyla ilk büyük Türk gazetesini kurdu (Kırımlı, 1996). 1903-1907 arası Kahire’de yayınlanan “Türk gazetesi”nde “üç politika sistemi” başlığıyla bir tartışma oldu. Ali Kemal “Osmanlı sistemi”, Ferit bey “İttihâd-ı İslam”ı Gaspirinski’nin kayınbiraderi Yusuf Akçura ise yegane ameli siyaset olarak “Pan Türk” tavsiyesini ediyordu. Akçura Rus ihtilali sonrası İmparatorluğa gelip “Türk Yurdu” adında bir gazete çıkardı. Onun oluşturduğu fikirler Selanik’de yayınlanan “Genç kalemler” dergisinde yer buldu (Kohn, 1944, s. 31). 1873’de Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre” piyesi müthiş bir ilgiyle karşılanmış, Gedikpaşa tiyatrosundan çıkan seyircilerin nümâyişleri rahatsızlık vermiş, neticesinde

81

tarihimizde ilk tiyatro sansürü olmuş, sonrasında piyes yasaklanmıştı (Özmen, 2015, s. 417). 1897 Türk-Yunan savaşıyla kabaran milli hisler Mehmet Emin’in “Türkçe Şiirler”inde ifadesini bulmuştu (Tevetoğlu, 1988).

Azerbaycan’da ilk Türkçe piyesler Mirza Fethali Ahundov (Ahunzade) tarafından yazılmıştı. Rusya’da ilk Türkçe gazete 1875’de “Ekinci” adıyla Bakü’de çıkmıştı. Ahunzade Osmanlı hükümetine Türk alfabesinin islahı için bir tasarı sunmuş bu tasarı Encümen-i Fen-i Osmani tarafından incelenmişti. Türk aydınları üzerinde etkili olanlardan birisi de Hüseyinzade Ali Turan’dı. Hüseyinzade Ali 1889’da İstanbul’a gelmiş Mekteb-i Tıbbiye’de öğretmenliğe başlamıştı. Öğrencilere Türkçü fikirleri yaymış İttihad ve Terakki’nin kuruluşunda rol almıştır. Azerbaycan kültürünün İran ve Rus tesirinden arınmasını, Osmanlı İmparatorluğu ve Osmanlıcanın önderliğinde Türklerin bir birlik oluşturmasını savunmuştur. Pan-Türkçü hareket ile ilgili diğer bir Azerbaycanlı ise Paris’te Ahmet Rıza gibi Jön Türk liderleriyle temas kuran Ağaoğlu Ahmed’dir. 2. Meşrutiyet sonrası İstanbul’a gelmiş Hüseyinzade Ali ve diğerleriyle birlikte “Türk Yurdu” dergisini çıkarmıştır (Kushner, 1979, s. 17-18).

“Osmanlılar, Orta Asya ve Volga bölgesinde yaşayan Türk topluluklarındaki edipler ile de temas kurmuşlardı. Orta Asya’dan gelen dervişler en önemli uğrak yeri Özbekler Tekkesiydi. 1860’larda tekkenin şeyhi Buhârâlı Süleyman Efendi’ydi. Şeyh 1882’de Çağataycayı ve Doğu Türklerini tanıttığı, Osmanlı dili ve edebiyatının