Paternalizmin kökeni aile ve devlet içerisindeki geleneksel ataerkil (patriarchal) yapıya dayanmaktadır. Ekonomi kurumundaki dönüşümlerle paralel biçimde üretim ilişkilerine, örgütlere ve zamanla da yönetim biçimlerine sirayet etmiş bir olgu olarak paternalizmin kökleri ve kültürel temellerinin bilinmesi önemlidir. Doğu ve Batı literatüründe paternalizme ilişkin bakışın farklılığı kavramın kökenlerinin de farklılığına dayanmaktadır. Nitekim Farh ve Cheng (2000), Batı'nın kültürel varsayımları ile (bireycilik, eşitlikçilik, evrensellik, adalet, hak vb) Doğu'nun kültürel varsayımları (aile üstünlüğü, otoriteye boyun eğme, bir ülküye adanmışlık, görev ve yükümlülükler vb) arasında çok ciddi farklar bulunduğunu öne sürmektedir. Bu bağlamda paternalizm Avrupa ve Amerika’da ekonomik yaşam içerisinde konumlanmış ve olası işlevleri üzerinde durulmuştur. Oysa paternalizmin Asya kültüründe dayandığı esaslar çok daha eski olup aile, hürmet, baba, itaat, otorite gibi değerlerin önemli yer edindiği Konfüçyüs felsefesi ile doğrudan ilişkili görülmektedir. Bu nedenle paternalizm, zamanla liberal ekonominin ve bireysel özgürlüklerin önemli derecede güçlendiği Batı toplumlarında eleştirilen ve mesafeli durulmaya çalışılan bir yaklaşıma dönüşürken; Asya toplumlarında hala güçlü bir kültürel temele, aile ve işletmelerde işlevsel ve kabul gören bir yönetsel değere sahiptir. Bu bağlamda özgün bir Asya tipi paternalizm yaklaşımından söz etmek de mümkündür.
Paternalizm yaygın biçimde Çin kültürü bağlamında ele alınmıştır. Paternalizme ilişkin temel değerler, Çin'in geleneksel ataerkil aile kurumunda kök salmıştır. Çin geleneği, Konfüçyüs etiği, dikey hiyerarşiye saygı ve imparatorluğun uzun yıllar süren kadim kuralları gibi değerlerin derin etkilerini taşıya gelmiştir (Chao, 1995; Farh ve Cheng, 2000; Pellegrini ve Scandura, 2008; Redding, 1990). Öğreti, yöneticilerin egemenliğini onaylamaktadır. Bu geleneksel kültürel doku, çağdaş Çin örgütlerindeki ast ve üst rollerini de oldukça etkilemiş görünmektedir (Farh ve Cheng, 2000).
Batı perspektifiyle bakıldığında ise paternalizmin gerek meşrulaştırılması gerekse de problem olarak ele alınması, liberalizmin yükselişiyle ve Batı kültürünün bireyselliğinin değeri ile bağlantılı olduğu düşünülmektedir. Paternalizm, özellikle Immanuel Kant ve John Stuart Mill’in görüşleri yaygınlaştıktan sonra hukuki ve politik teorinin odak problemlerinden biri haline gelmiştir (Cserne, 2008, 21). Özellikle de Mill (1859/2009), “Hürriyet Üzerine” isimli çalışmasında özgürlüklerin birey, toplum ve devlet üçgeninde kesişmelerini rasyonel bir temele oturtmaya çalışmıştır.
Davranışçı iktisat (behavioral economics) ve psikoloji bilimlerinin birey özgür kaldığında çok da rasyonel kararlar veremediği, bilakis bazı konularda insan olmanın getirdiği kusurlar (cognitive bias, bilişsel önyargı, zihinsel kısayollar gibi ) olduğuna, bu nedenle bireylerin iyilikleri için yapılacak küçük müdahalelerin onların menfaatine büyük ve olumlu sonuçlar doğurabileceğine ilişkin ortaya koydukları bilimsel bulgularla birlikte paternalizme bakış önemli oranda değişmiştir. Böylece sonuçları itibariyle bireyin zararına yönelmiş hareketlerin engellenebilmesi için yeniden odak haline gelen paternalizmde tartışmalar, devletin bireye neyi yapıp neyi yapamayacağını ne miktarda, nasıl söyleyeceği ve bunu ne şekilde uygulayacağı sorularını merkeze alarak süregelmiştir. Liberal devlet ve birey anlayışının neden olduğu bazı zararlı durumların daha görünür hale geldiği, bunların neden ve çözümlerine ilişkin tartışmaların 1970’li ve 1980’li yıllarda yoğunlaştığı gözlenmektedir (Kökçü, 2016, 2).
Aralarında önemli tarihsel ve yapısal farklılıklar olmasına rağmen, paternalizm çoğu zaman patrimonyalizm (partrimonialism) ve ataerkillik (partiarchy) kavramlarıyla eş anlamlı biçimde kullanılmaktadır. Sennett’e göre (2005, 62), ataerkillik, toplumdaki bireylerin bilinçli bir şekilde birbirileriyle kan bağına sahip
oldukları dolayısıyla üyeler arasındaki ilişkilerin soy bağlamında belirlendiği bir sosyal yapıyı ifade etmektedir. Bu tür toplumsal yapılarda ailenin temelinde erkekler vardır. Mülk erkeklere miras kalır ve sonraki kuşaklara bu yolla geçmektedir. Patrimoniyal toplumlar ise her ne kadar mülkün miras yoluyla erkek üzerinden aktarımı, erkeklerin kimin kiminle evleneceğini kararlaştırması gibi hususlarda ataerkillikle benzer olsa da belirli açılardan farklılık göstermektedir. Ataerkillikte gruba mensubiyet yalnızca akrabalık ilişkisi üzerinden sürdürülürken patrimoniyalizmde insanlar kendilerini akrabalık ilişkisi bulunmasa da bir güce (senyör gibi) ait görebilmektedirler. Dolayısıyla aile dışında da insanları birbirine bağlayan bağların bilinçli bir kabulü söz konusudur.
Yapısı itibariyle paternal bir kültürde erkek egemenliği söz konusudur. Bunun kaynağı erkeklerin baba rolüyle doğrudan ilişkilidir. Babalık maddi bir pozisyondan ziyade koruyucu, müsamahasız ve güçlü kişi rollerini taşımaktadır (Sennett, 2005, 62). Bir çocuğun babasının koruyuculuğuna ilişkin yaklaşımı ile bir yetişkinin patronuna ilişkin yaklaşımının aynı olamayacağını dolayısıyla da çalışma hayatının, ailenin doğal bir uzantısı olmadığını ileri süren Sennett, (2005, 64), erk sahibi bir yetişkinin başka bir yetişkine dayattığı “bana güven” ricasının, çocukluktaki güven deneyimine benzemesini temenni etmesinin anlamsızlığını savunmaktadır. Sennett (2005, 66) çocukluk deneyimlerinin rasyonel yetişkin davranışlarına yol gösteremeyeceğini ileri sürmektedir.
John Locke’nin (1690/1988) liberal siyaset teorisinin ilk kez sistematik biçimde temellendirildiği “Yönetim Üzerine İki İnceleme” (Two Treatises on Government) isimli kitabında, aile yapısındaki otoriteyle devlet yönetimindeki otoritenin özdeş olduğu yolundaki analojiyle patrimoniyal yaklaşımı “Ataerkillik ya da Kralların Tabii Gücü” (Patriarcha or The Natural Power of Kings) adlı eserinde savunan Sir Robert Filmer’i sert biçimde eleştirmiştir. Sennett (2005, 65) devlet ve aile arasındaki bağların zayıflamasıyla birlikte I. Nikola’nın “Beni sorgulamayın! Sizin babanız olduğumu bilin, yeter!” biçimindeki yaklaşımın giderek zayıfladığını belirtmektedir. Bodin’in (1530-1596) de Robert Filmer’in yaklaşımına benzer bir bakışla aile ve devlet yönetimi arasındaki paralelliği erkek egemen bir sosyal yapı üzerinden temellendirdiği bilinmektedir (Akt.: Ağaoğulları, Akal, ve Köker, 1994, 94).
Aile ve devlet arasındaki ilişki Aristoteles’in Politika (2014, 9-11) adlı eserinde de ele alınmıştır. Ancak Robert Filmer’in belirttiği gibi bir yönetsel benzerlikten ziyade ailenin devlet oluşumuna yaptığı temel kaynaklık nezdinde incelenmiştir.
Sosyal ve ekonomik yaşamdaki değişimler ev ve işyerinin gitgide birbirlerinden ayrılmasını sağlamıştır. Tarım toplumlarındaki üretimin evlerde olması ve babanın ailedeki tek patron oluşu şeklindeki toplumsal yapı sanayileşme ve modernizmle birlikte büyük oranda değişim geçirmiştir. Artık yeni düzende büyüyen işletmelerde çalışanlar aynı aileden değil bağımsız bireyleri bir araya getirmeye başlamıştır. Toprağın bölüşümüyle küçülmesi gençlerin başka çalışma alanlarına ve başka yerleşim yerlerine göç etmesine zemin hazırlamıştır (Sennett, 2005, 66). Böylece ortaçağın karakteristik kültürel ve toplumsal yapısı olan patrimoniyalizm hızla tükenmeye başlamış ve yerini zamana paternalizme bırakmak durumunda kalmıştır.
Liberal aydınların, patrimoniyalizmin maddi temellerinin yıkılmasıyla aile dışındaki yetişkinlerin daha özgürleşeceği sayıltısı başarılı olamamıştı zira maddi açıdan yıkılan bir yapı manen yeniden yaratılmıştı. Yenilenen argümanlarla patrimoniyalizmin ruhu paternalizmin baba-patron, baba-lider gibi metaforlarıyla yeniden canlandırıldı. Böylelikle aile dışındaki iktidar aile içi rollere dayanarak meşrulaştırılmıştı. Dolayısıyla egemenliğin yalnızca zemini değişmişti (Sennett, 2005, 67).
Bireylerin aile içindeki formasyonu başarısız kalmıştı ve doğal anne babaların başarısız kaldığı durumda, onların yerini alan kurum başarılı olacaksa, tedavi görecek ya da ıslah edilecek kişinin özgürlüğü önemli ölçüde kısıtlanmalıydı (Sennett, 2005, 68). Bu anlayış, o dönemin örtük politik mottosuydu ve nitekim paternalizmle birlikte aydınlanma ve modernizmin daha çok özgürlük vaadi beklentileri karşılamaya yetmemişti.
Çalışanlarının menfaatlerini en iyi biçimde koruduğunu iddia eden sanayi patronlarının çalışanlar üzerinde kurdukları sıkı denetim mekanizmalarının Amerika ve Avrupa’da çok çarpıcı örnekleri (George Pullman Kasabası, Waltham ve Lowell Fabrikaları gibi) mevcuttur. George Orwell’in 1984 isimli çalışmasını çağrıştıran bu ekonomik ve sosyal denetim yapısında, denetimin adı geçen eserde devlet gibi tüzel
bir kişilik yerine gerçek kişilerle (patron-işveren) yapılmış olması, yapının yıkıcılığının ve sömürücülüğünün boyutlarını daha da gözler önüne sermektedir.