• Sonuç bulunamadı

2.2. Girişimciliğin Dünya ve Türkiye Açısından Tarihsel Gelişimi

2.2.2. Türkiye Açısından Tarihsel Gelişimi

2.2.2.1. Osmanlı Tarihi Açısından Gelişimi

Osmanlı İmparatorluğunun doğu-batı ticaret yolları arasında olması nedeniyle ticaretin gelişmiş olduğunu söylemek mümkündür. Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik politikasının temelini 16.yy’dan itibaren iaeşecilik sistemi oluşturmuştur, Bu sistemde tüketiciye kaliteli, ucuz fiyatlı, üretim miktarı ve çeşitliliği bol ürünler pazarlamak esas alınmıştır. Bu sistemi uygulamak için üretim ve ticaret kontrol aitma alınmış ve gerektiğinde müdahale edilmiştir. Deniz ticaretinin oldukça önemli bir yere sahiptir ve gemiler, savaş zamanında seferlere gönderilmiştir, Zaman

içinde büyük keşifler sonucu ticaret yollarının değişmesi Osmanlı ticaretini de büyük ölüde etkilemiş ve özellikle İmparatorluğun son dönemlerinde, Sanayi Devriminden sonra Batı ile yakın ilişkilerde bulunan Yahudi, Rum, İtalyan asıllı Türk vatandaşları ekonomik anlamda girişimci olmuşlardı. II. Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki taraftarları “Milli İktisat” kavramını ortaya çıkarmış ve ekonomik kalkınma için “müteşebbis sınıfı” oluşturulmasının gerekliliği savunulmuştur. Milli İktisat kavramının en önemli amaçlarından birisi, Osmanlı ticaretinde büyük rol sahibi olan gayrimüslimler ve yabancıların Türk müteşebbisler üzerinde yarattığı olumsuz etkiyi ortadan kaldırmak olmuştur. Bunun için sanayicilere destek verilmiş, millileştirmek için yabancılara verilen imtiyazlar kaldırılmış ve milli bankaların kurulması desteklenmiştir (Gümüşlüoğlu ve Karaöz, 2015: 103).

Bunlar bankerler, ithalatçılar ve genellikle tüccarlardır. İmparatorluk Dönemi’nde bir başka girişimci tipi, askeri amaçlarla yapılan işlerdir. Bu işlerin yabancı uzmanlar aracılığıyla yürütülmüş olması, Osmanlı Paşa ailelerinden gelip, bugün sanayici olarak adlarını sayabileceğimiz insanların sayısının hemen hemen yok denecek kadar az olmasına neden olmuştur (Güney, 2015: 33).

Birey, infaka veya bölüşüme dayalı toplumsal dayanışmayı pekiştirmekle mükelleftir. İslamiyet özel mülkiyete karşı değildir. Ancak, servete dayalı bir zenginlik kibir ve gurur haline dönüştüğünde İslamiyet buna karşı çıkmaktadır. Bu nedenle insan, kazancından zekât verecektir. Bu, toplumsal dayanışmayı arttıracaktır. Buna dayanarak İslamiyet’te ekonomik anlamda insana özgürlük verilse de bu özgürlük başıboş bir özgürlük değildir (Sayar, 1998: 307). Bu toplumsal dayanışma servetin tekrar imalate ve ekonomiye dönmesini engellemiştir. Vakıflar, bu toplumsal dayanışmanın kurumsallaşmış halidir. Vakıflar özellikle kimsesiz ve yoksul kimselerin yardımına koşmaktaydı. Vakıflar yoluyla eğitim, sağlık, bayındırlık tesisleri yapıldığından Osmanlı toplumunda aşırı ölçülerde sınıflar arası farklılık ve sınıf çatışması yaşanmamıştır.

Sermaye birikimini ayrıca miri arazi sisteminin, narh, müsadere, kötü vergileme sistemi, sikkenin sürekli tağşişi, özel mülkiyetin olmayışı gibi unsurların hepsi hareketsiz kılmıştır. Osmanlı-Türk insanı ekonomik hayata ilgisiz kalmış ve dinine gösterdiği özeni ekonomik hayata yansıtamamıştır. Ticaret alanında sadece Hacı Şakir

ve Hacı Muhiddin Ali Bekir, Webergil anlamda dinine gösterdiği titizliği ekonomik hayata taşıyan insanlardır (Sayar, 2001: 53).

Osmanlı padişahlarının hükümdarlık hakkı ve gücü oldukça geniştir ve mutlakiyetçi karakteri ön plandadır. Öyle ki, sultanın yasakladığı şeyler Kur’an-ı Kerim’in yasaklarından daha çoktur. Pek çok insan Kur’an-ı Kerim’in yasaklarına rağmen bu yasaklara kimi zaman uymamış, ancak sultanın korkusu ile sultanın koyduğu yasaklara uymuştur. Bu korku Osmanlı-Türk insanının ferdiyetçi yanını törpülemiştir (Sayar, 2000:131).

Kapitalizmde hususî bazı hallere inhisar eden devlet müdahalesi, sosyalizm sisteminin normal ve zarurî bir unsurunu teşkil eder. Bu sistemde, akit serbestliği ve emek hürriyeti ya tahdit edilmiş veyahut tamamıyla ortadan kaldırılmıştır. Piyasa ve fiyat, iktisadî hayatın ağırlık merkezini teşkil etmez. Bütün bu hususlar iktisadî faaliyetlerinin seyir ve inkişaflarında kapitalist sistemlerde olduğundan çok farklı bir rol oynar. Bu müdahaleciliğin olması Osmanlı insanının ekonomik hayatı kendi kararları ile şekillendirememesine, aksine sonuçlarına katlandığı bir düzeni kabullenmesine yol açmıştır. Bu da Osmanlı insanını kısıtlamıştır. Hem felsefi, hem de devlet tedbiri açısından çıkarları peşinde koşan girişimci ve kapitalist bir sınıfın oluşmasını engellemiştir (Sayar, 2000: 138).

Bu olumsuzluklara karşın, Osmanlı toplumunda günlük ve geçimlik kazanç peşinde koşan insanlar olmuş ancak, bu insanların ekonomik ahlakı, mal ve servet biriktirmeye yönelik olmamıştır. Her ne kadar üst tabaka olarak nitelendirebileceğimiz eşrafın ve ayanların, yüksek rütbeli memurların servet birikimleri olsa da, bu servet birikiminin amacı kâr ve verimlilik hesabı değil itibar sahibi olmak, gösteriş, siyasi amaç, şeref kazanma ve unvan kazanma idi. Buna kısaca “ağalık ve efendilik şuuru” denilebilir (Ülgener, 1991: 101). Devlet, özel mülkiyete ve özel ellerde servet ve sermaye birikimine sınırlamalar getirmiştir. Toprakta özel mülkiyet devlet eliyle sınırlandırılmış ve servet birikimini müsadere ile engellemişti. Böylece Osmanlı’da serveti törpülemenin en önemli aracı müsadere sistemi olmuştur.

Osmanlı insanı sermaye birikimine imkân tanımayan bir düşün dünyasında ekonomik madde ile yoğrulmuş, günlük hayatını nafaka ve giderli bir şekilde sürdürmüştü (Sayar, 1998:303).

Osmanlı ekonomikbakışının üç ana elemanı da Osmanlı insanının girişimci- kapitalist birey olmamasına neden olmuştur. Bu elemanlar iaşe prensibi, ananevi olma ve fiskalizmdir. İaşe prensibi, ekonomik etkinliğe tüketici tarafından bakan görüşün dayandırıldığıprensiptir. Buna göre ekonomik etkinliğin amacı, bireylerin gereksinimlerini karşılamaktır. İmal edilen mal ve hizmetlerin olabildiğince çok, nitelikli ve ucuz olması gerekir. Yani piyasada mal arzının yüksek olması gerekir. Bu nedenle devlet mal arzını çoğaltmak, niteliğini artırmak ve ederini düşük tutmak için imalatta ve ticarette müdahaleciliği benimsemiştir (Genç, 2000: 45-46).

Osmanlı ekonomik görüşünün ikinci unsuru ananevi olma ise; sosyal ve ekonomik ilişkilerde yavaş yavaş oluşan dengeleri, eğilimleri olabildiğince muhafaza etme ve değişme eğilimlerinemani olma ve bir değişme oluştuğu durumda, yeniden eski dengeye dönme üzerine değişimi yok etme istencinin hâkim olması şeklinde tanımlanabilir (Genç, 2000: 48).

Osmanlı’da imalat ile harcama arasında denge sağlanması amaçlanmıştır. Özellikle imalatta düşüş veya harcamada bir artmanın kıtlığa yol açacağındanendişe edilmiştir. Bu gibi bir hal harcama ile imalat arasındaki dengeyi bozacaktır. Bu sebeple tüketimi fazlalaştıracak değişimler kontrol altında tutulmaya çalışılmıştır. İmalat fazlası da istenen bir durum değildir, bu nedenle imalat de kontrol edilmektedir.

Bu nedenle imalatınazalmaması için ziraat işletmeleriniterk ederek köyden şehre göç etmeninmen edilmesi, şehirlerde işletme ve çalışan miktarının belirli bir düzeyde tutulması, tarımda girişim büyüklüğünün belli miktarı geçmemesi gibi tedbirler uygulanmıştır. Ananevi olmanın işleviyse, bahsedilen düzenlemelerin değişmeden kalmasını sağlamaktı (Genç, 2000: 49).

Osmanlı ekonomikbakışınıoluşturan son eleman ise fiskalizmdir. En kapsamlı ve kısa tanımı ile fiskalizm; devlete ait gelirleri olabildiğince üst seviyeye taşımaya çalışmak ve vardığı seviyenin altına inmemesini sağlamaktır (Genç, 2000: 50). Esas amaç gelirleri arttırmak, olmadığı durumda harcamaları kısmaktır.

Giderlerin hızlandığı, ekonomideyse teknolojik yenilenmelerin dolayısıyla verimlilik artışının olmadığı dönemlerde, fazla giderleri daha yüksek vergilerle dengelemek ortaya büyük meseleler çıkarıyordu. İaşe ve gelenekçilik ilkelerinden ötürü parasal ilişkiler, yani ticaret ve mübadele alanı sınırlı kalıyordu. Bu sınırlar gevşetilip

parasal katkının güçlenmesine imkân verildikçe, "toplum içinde ticaret ile uğraşanlar güçlenecek, büyüyecek ve zenginleşecekti. Böyle bir zümrenin doğması, sosyal/siyasal dengeyi sarsabileceği için arzuya şayan değildi." Bu tavır kendini en iyi narh uygulamasında gösteriyordu. Faiz hadlerinin yüzde 15-25 arasında seyrettiği bir ekonomide, esnaf ve tüccara normal kâr haddi olarak en fazla yüzde 5-15 arası bir marj tanınıyor, daha yüksek kâr arayışları şiddetle cezalandırılıyordu (Genç, 2000:51).

Bu üç prensip de var olan ekonomik yapının korunmasını, dengede kalmasını amaçlaması ve çeşitli engellemelerle Osmanlı vatandaşının ekonomikbireyselciliği ve dolayısıyla girişim ruhunu tıraşlamıştır. Böylece kâr etmenin peşinde koşan, imalatta fazlayaratmayı sağlamak isteyen bireyler bu ekonomik yapı içinden sıyrılamamıştır.

Osmanlı’nın son safhalarında girişimcilerinmeydana çıkmasını sağlayan unsur ulusal ekonomi prensibinin benimsenmesidir. Balkan Savaşları’ndan hemen sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti yönetimi esnaf cemiyetlerine yakın durmuş, bunun doğal sonucunda bu cemiyetlerde Birinci Dünya Savaşı sırasında ekonomiye ağırlıklarını koyarak ulusal ekonominin taşıyıcısı olmuştur (Toprak, 2003:201). İdarenin esas amacı, ulusal ekonomi prensibiyle yeni girişimcilerin oluşmasını sağlamaktır. Bu safhadaburjuvazinin durumunabakıldığında Müslüman olmayanların üstünlüğü belli olmaktadır. Her ne kadar 1700’lere kadar Müslümanlardan meydana gelen kent eşrafı Müslüman olmayanlarla rekabet edebilecek imkânlara sahip olmuş olsa da, dünya ile bağlantıyı gayrimüslimler sağlamıştır.

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Anadolu esnafını ve tüccarını banka kurma yönündeki desteği sonucunda bankacılık sektörüne hâkim olan gayrimüslim unsurların etkisi önemli oranda azalmıştır. Kurulan bu bankalar milli iktisat politikasının belkemiğini oluşturacak sermaye birikimini sağlamıştır. Böylece para hırsı ile çalışan, sermaye sahibi Müslüman girişimci sınıf ortaya çıkmıştır. Savaş, bu sınıfın ortaya çıkmasını sağlamış ancak düşüntülü hareketlerle zenginleşen bu sınıf nedeniyle sabit gelirlilerin özellikle memurların alım güçleri % 60-80 arasında azaldığı gözlenmiştir (Eldem, 1994:54).