• Sonuç bulunamadı

Olasılık felsefe sözlüklerinde genel olarak, bir şeyin gerçekleşme durumu, gerçekleşme şansı ya da oranı, olumsal olma, zorunlu olmama durumu olarak açıklanır. Olasılığın tarihi Akademia’nın önemli temsilcilerinden Karneades (214–129)’a değin uzanır. Karneades, Stoa okulunun katı rasyonalizmine de, hiçbir gerçekliğin sağın olarak bilinemeyeceğine inanan klasik şüpheciliğin savlarına da aynı ölçüde karşı çıkmıştır. O her iki savın da aynı ölçüde yanlış olduğunu öne sürmüş, orta bir yol tutarak, yersiz öne sürümlerden sakınıp olası sonuçlarla karşılaşılabileceğini kabul etmek gerektiği düşüncesini savunmuştur. [14]

Kesinlik içermediği gerekçesiyle, bilim dışı bir kavram çağrışımı yapan olasılığı, şüpheci Hume ile birlikte anınca sorunsal olma yönü biraz daha ön plana çıkar. “İşi şansa bırakmak”, herhangi bir şeyin var olması için bir nedeni zorunlu görmek ve bunu tecrübe ile edindiğini öne sürmek, ya da neden ile sonuç denilen iki ayrı olgu arasında zorunlu bir bağlantı olduğu iddiasında bulunmak “şüphe ile” karşılanması gereken sorunlardır. Öyle ise, zorunlu olduğunu öne süremeyeceğimiz bu felsefi problemler için “olası” nitelemesinde bulunmalıyız, der Hume.

4.

BİLGİ VE OLASILIK

Hume’un olasılıkla ilgili değerlendirmeleri, Treatise’in Birinci Kitap III. Bölümü’nde Bilgi ve Olasılık Hakkında, Enquiry’de ise, “Olasılık Üzerine” başlıklarıyla yer almaktadır. Özellikle Treatise’de bu başlık altında incelenen konular, hem çeşitli tartışmalara yol açmaları, hem de bilgi sorununda ele alınan temel problemleri içermeleri açısından son derece önemlidirler. Başlıklardan birkaç tanesini örnek vermek gerekirse şunlar sayılabilir: Olasılık, Neden ve etki düşüncesi, Niçin Her Zaman Bir Neden Zorunludur? Duyuların ve Zihnin İzlenimleri, İzlenimden Düşünceye Sonuç Çıkarma, Düşüncenin ya da İnancın Doğası, İnancın Nedenleri, Şansların Olasılığı, Nedenlerin Olasılığı, Felsefi Olmayan Olasılık, Zorunlu Bağlantı Düşüncesi vs. Her biri ayrı bir bildiri konusu olacak kadar geniş tartışmalara zemin oluşturacak bu başlıkları burada ele alma olanağı olmadığı için, yalnızca olasılığın ilkece diğer sorunlarla ilgisi üzerinde duracak, Hume’un bugün bile tartışılmaya devam eden olasılıkla ilgili yorumlarını aktarmaya çalışacağız.

Hume felsefede yedi tür ilişkinin bulunduğunu belirtir. Bu ilişki türleri de kendi aralarında iki gruba ayrılırlar. Birinci grupta yer alanlar İdealar üzerine,[15) ikinci grupta yer alanlar ise deneyim üzerine dayanırlar. Birinci grupta yer alanlar, benzerlik, karşıtlık, nitelikte dereceler, miktarda ya da sayıda orantılar olmak üzere dört tanedirler. Bu ilişki türlerinde sonuca ulaşmak son derece kolaydır, şöyle ki: nesneler birbirlerini andırdığında andırım hem göze, hem zihne çarpar ve çok nadir olarak ikinci bir yoklamayı gerektirir. Aykırılık ve niteliğin derecesi için de durum bundan farklı değildir. Örneğin hiç kimse, var oluş ve yok oluşun birbirlerinin karşıtı olup, birinin diğerini yok ettiğinden kuşku duymaz. Nicelik (miktar) ve sayı üzerinde yapılan orantı hesaplamalarında durum öncekilere göre daha da kolaydır. Bir bakışta sayılar ve betiler arasında bir üstünlük ya da astlık görebiliriz, özellikle de aradaki fark büyük olduğu zaman.

İnsan aklının bütün soruşturmaları temelde iki türe ayrıldığına göre, her bir disiplinin bu iki türden hangisinin özelliklerini taşıdığını saptamak gerekir. Hume’a göre, cebir ve aritmetik kesin bilimlerden sayılır. Ancak, her ne kadar hayal gücünün ve

duyumların zayıf yargılarından çok üstün olsa da, geometri, ya da betilerin orantılarını sağlayan sanat kesinlik ve sağınlığa erişemez. Normalde pozitif bilimler arasında yer alması gereken geometri gibi bir disiplini de, duyu yanılmalarına yol açabilecek özellikler taşıması nedeniyle olası bilgi veren alanlar arasında saymak gerekir.[16] Çünkü geometrik şekillerin ilk bilgileri görünüşlerinden elde edilir, bu da onların sağın bilgiler olmadığının kanıtıdır. Ancak cebir ve aritmetik için böyle bir yanılma söz konusu olamaz. [17]

Tam bu noktada, Hume’un uslamlamalarının rasyonalizm-ampirizm bağlamında bir güçlük taşıdığına işaret etmek gerekir. Hume’un cebir ve aritmetik için pekin, sağın bilgi kaynağı demesinin tek nedeni, sonuna kadar uslamlamada bulunulsa bile en ufak bir yanılma görülemeyeceklerindendir. Bu da matematik bilgilerin bütünüyle rasyonel bir temeli olduğunu göstermektedir. Ampirik felsefeyi başarıyla uygulayan Hume’un matematiksel bilgileri akılda temeli olan kesin bilgiler olarak nitelemesinde bir güçlük yatmaktadır. O da, hemen her yerde deneyimden elde edilen bir izlenim arayan Hume’un matematiğe bu sağınlığı hangi deneysel izlenimin verdiği sorusunu yanıtsız bırakması ve bu konuda eleştirilerin hedef olmasıdır. [18]

Hume, matematikçiler objeleri kaynak yaparak oluşturdukları idealar için imgelemi işin içine karıştırmazken, felsefeciler kimi saçmalıkları örtmek için, kaynağını izlenimden almayan çeşitli uydurma idealarla kafa karıştırırlar der. Eğer Hume matematiğe ve matematikçilere güvenini her zaman korumuşsa ki bunu söylemek güçtür, bu tutumu onun pozitivist yönüne bir örnek sayılabilir. Ona göre bütün idealarımız duyularımızla elde ettiğimiz izlenimlerimizin birer kopyasıdır. Bir nesnenin bilgisine sahip olduğumuzu öne sürmemiz için onun duyulardan elde edilen izlenime dayanması gerekir. [19] Ama ona göre felsefeciler bu tür bir kaynağa dayanmıyorlar.

Yukarıda değinilen, benzerlik, karşıtlık, nitelikte dereceler, nicelikler ve sayıda orantılar gibi dört ilişki türü bilimin temelini oluşturur. [20] İdeaya bağlı olmayan, ideanın varlığı ya da yokluğu onun varlığı ve yokluğu ile orantılı olmayan, özdeşlik, zamanda ve yerde durumlar ile nedensellik gibi ikinci gruba giren ilişki türleri ayrıca ele alınmalıdır. Bunlar “idea ilişkileri” gibi kesin akıl yürütmeler değil, belki daha zayıf akıl yürütmeler sınıfına girerler. Hatta bunlara akıl yürütme değil de algı dense daha iyi olur, der Hume.

Çünkü bu ilişki türlerine göre verilen yargılarda, karşılaştırılan nesnelerin bazen biri, çoğu kez de bütün taraflarıyla birlikte bulunur ve duyu organları tarafından doğrudan algılanırlar. “Bu düşünme yoluna göre, özdeşlik, uzay ve zaman ilişkileri üzerine yapabileceğimiz herhangi bir gözlemi akıl yürütme olarak almamamız gerekir; çünkü bunların hiçbirinde anlık gerçek var oluşu ya da nesnelerin durumunu ortaya çıkarabilmek için duyuların doğrudan algıladıklarının ötesine geçemez. Böyle bir bağlantıyı üreten ve böylece bir nesnenin var oluş ya da eylem tarafından izlendiği ya da öncelendiği güvencesini verebilen yalnızca nedenselliktir (causation).

Nedensellik çözümlemesi, yalnızca olasılık konusunun değil, belki de Hume’un felsefesinin en dikkat çekici yönlerinden birini oluşturur. Nedir bu nedensellik? Nesnelerde bitişiklik ya da ayrılık dediğimiz durumların hangi neden tarafından birleştirilip-ayrıldığını, nasıl bileceğiz? Bizi, neden ve sonuç adı verilen ve gerek öncelik-sonralık (zaman) bakımından, gerekse birliktelik (mekan) bakımından biri diğerinden ayrılmaz olduğu sanılan farklı olguların, zorunlu olarak birbirine bağlı olduğu çıkarımına götüren hangi gerekçe ya da gerekçelerdir? Bu sorulara verilebilecek tek yanıtın nedensellik çerçevesinde olacağı tartışma götürmez. Hume bu genel değerlendirmeye karşı çıkar ve “bizi görmediğimiz ya da duyumsamadığımız varoluşlar”a götüren nedensellik açıklamasının çözümlendiğinde hiç de insanların kurduğu bağlantının zorunlu olmadığının görüleceğini savunur.[21] Hume’a göre, hem uzay ve zaman ilişkilerinde hem de özdeşlik konusunda bizleri algının ötesinde “varoluşlar” a götüren bu nedenselliğin kökeninin bütün yönleriyle incelenmesi gerekir! Mademki bu kadar önemli nedensellik kavramı, öyleyse onun kökünü bulmak zorundayız, der Hume. Eğer, üzerine akıl yürütmelerde bulunduğumuz ideayı, eksiksiz olarak izlenimini bulup anlamazsak, doğru bir uslamlamada bulunamayız. Hume neden ve etki denilen iki nesneyi bütün ayrıntılarına kadar incelesek de, nedensellik denilen üçüncü bir nesneye ulaşamayacağımız düşüncesindedir. “O zaman nedensellik ideası nesneler arasındaki bir ilişkiden türetilmiş olmalıdır” diyerek, insanları böyle bir “gizli güç”(secret power) olduğunu söylemeye iten nedenler üzerinde durur Hume. Uzak nesneler de birbirlerini üretiyor gözükür ama, biraz incelendiğinde kendi aralarında bitişik olan bir nedenler zinciri ile bağlı oldukları bulunur. Herhangi bir tikel noktada bu bağlantıyı ortaya çıkaramasak bile var olduğunu kabul ederiz. Öyleyse nedensellik ilişkisinin esasını teşkil eden kabullerden birisi bitişikliktir (contiguity). Bitişiklik kadar evrensel olarak kabul

edilmiş olmasa da, nedenle sonuç arasındaki ikinci ilişki, nedendeki etkiye göre zamansal önselliktir (priority). Hume şunları soruyor: Bitişiklik ve ardışıklık ile bir nesnenin bir başkasında ürettiği söylenen şey nedir? Üretim ile kastedilen nedir? Bu terimin, nedenselliğin tanımı ile aynı olmayan bir tanımını verebilir miyiz? Bunun yanıtını veremiyorsak boş bir dairede dönüp dolaşıyoruz demektir.

Hume, neden ile sonuç arasında var olduğu söylenen nedensellik ilişkisinin irdelenmesinde, bitişiklik ve ardışıklıktan daha önemli olan bir kavram üzerinde, zorunlu bağlantı (necessary connexion) kavramı üzerinde durulması gerektiğini düşünmektedir. Zorunlu bağlantı’nın doğasını öğrenmek için, Hume’un ifadesiyle, “nesneyi evirip çevirmek gerekir”. Bu irdelemede Hume’un amacı zorunlu bağlantı ideası’na temel olacak izlenim ya da izlenimler bulabilmektir. Bu izlenim ya da izlenimleri “görünür”de bulunamayacağını Hume baştan belirtir. Definecilerin ilgili bütün toprakları umutla eştikleri gibi her yanı sorgulamak gereği üzerinde duran filozof, zorunlu bağlantı ideası ile doğrudan bağlantısı olduğunu düşündüğü iki soru sorup bunların yanıtlarını arar. Sorulardan birincisi: “Hangi sebeple, var oluşunun bir başlangıcı olan her şeyin bir de nedeninin olmasının zorunlu olduğunu söyleriz? İkinci soru, “Niçin, şu ya da bu tikel nedenlerin, zorunlu olarak, şu ya da bu tikel sonuçları olması gerektiği sonucunu çıkarırız; ve birinden ötekine yaptığımız o çıkarımın ve ona duyduğumuz inancın doğası nedir?”[22] Felsefesinin genel bütünlüğü dikkate alınarak yapılacak bir tahmin, Hume’un aradığı bu izlenim ya da izlenimleri bulamayacağı yönünde olacaktır. Çünkü Hume, en başta koyduğu ilkeye “izlenimi olmayan hiçbir nesnenin ideası da yoktur” ilkesine bağlı kalacak, çok eleştirilse de, nedenin zorunluluğu, nedensellik ve zorunlu bağlantı iddialarının alışkanlıktan ve deneyimden öte bir anlamı olmadığını söyleyecektir. Bu da Hume’un, anılan ilkelerle elde edilen bilgilerin zorunlu olmadığı yönünde ısrar etmesine yarayacaktır. Daha açık ifade etmek gerekirse, Hume, “var olmaya başlayan her şeyin varoluşunun bir nedeni olmalıdır” maksiminin bile hiçbir kanıta ve uslamlamaya dayanmadan kabul edildiğini, kabul edilmesi istendiğini, ancak en ufak bir araştırma ile bunun sezgisel bir pekinliğinin olmadığının anlaşılacağını öne sürer.[23]

Hume, izlenimden ideaya geçişte, hep birliktelikler, yan yana olmalar bizleri doğal bir uslamlamaya oradan da kimi çıkarımlar yapmaya belirler der. Söz konusu

çıkarımın temelinde yatan ve yukarıda sayılan birlikteliklerden üretilen “aynı nedenin her zaman aynı sonucu verdiği” inancını sorgulayan Hume, inancı, “bulunan bir izlenim ile ilişkili ya da çağrışımlı bir diri düşünce olarak” tanımlar. [24] “İnanç düşünceye fazladan bir şey eklemez, ama onu kavrama yolumuzu değiştirir ve onu daha güçlü ve diri kılar”. Yeni bir akıl yürütme ya da karar olmaksızın, yalnızca bir tekrarlamadan çıkan şeylere alışkanlık denildiğine göre inancın alışkanlıktan doğduğunu söyleyebiliriz, der Hume. [25] Başka bir yerde ise inancın düşüncelerin çağrışımından doğduğunu ifade eder. [26]