• Sonuç bulunamadı

Nolu Askeri Ceza ve Tutukevindeki baskılara gelince:

Belgede TOPLU YAZILAR Mazlum Doğan (sayfa 63-70)

ve devrimci kamuoyuna duyurumuzdur

Diyarbakır 2 Nolu Askeri Ceza ve Tutukevindeki baskılara gelince:

1) İki aydan daha uzun bir süre tek kaşıkla 2 kişi, bir tabakta 3 kişi yemek yedik. Tüm isteklerimize ve ısrarlarımıza rağmen cezaevi yönetimi gerekli kaşık ve tabak eksikliklerini gidermiyor. Bizim

paramızla dışarıdan alarak gidermemize de olanak tanımıyordu.

Amaç baskı uygulamaktır. Ve bu eksiklikler hala tüm olarak gide-rilmemişse, olanaksızlıktan dolayı değil, tamamen baskı altında tutma, sinirlerimizi tahrip etme amacından dolayıdır. Yoksa ordunun gücü birkaç adet tabak, kaşık almaya yetmeyeceğinden değildir.

Ordunun ve Türk maliyesinin bu “ağır!” yükün altından kalkmadı-ğını varsaysak bile bu eksikliklerin tarafımızdan giderilmesi için olanak tanınmaması, gerçek amacı hemencecik açığa çıkarmaktadır.

Sandalye ve masa eksikliklerinin giderilmemesi de aynı amaçtan kaynaklanmaktadır. Biz de sandalye ve masa eksikliliğini çift var-diye yemeğe oturarak çözmeye çalışmaktayız. Yemek ve ekmek ihtiyacın çok altında çıkarılmaktadır. Bu durum karşısında dışarıdan ekmek aldırmak istiyoruz. Ancak uzun bir süre almamakta direndi-ler. Şimdi haftada 2 gün alıyorlar, ancak bugüne kadar yazılan mik-tarda ekmek gelmiş değildir. Sürekli olarak ya hiç gelmemekte, ya da getirilmemektedir. Dışarıdan ziyaretçilerimizin getirdiği ya da getirebileceği yiyecekler zaten hiçbir zaman kabul edilmemiştir.

Kısaca yiyecek maddeleri bir silah olarak kullanılmaktadır. Dışarı-dan çay, kuru çay ve şekerin dahi getirilmesi, içeride tutuklular ta-rafından çay yapılması, kesinlikle engellenerek çayhaneden 3-4 defa çay alma zorunda bırakılarak, zaman zaman da “tüp bitti” di-yerek çay içmemiz bile engellenmektedir.

2) Yemeklerde topraktan tutun, civcivden fareye kadar, her türden yabancı maddeyi bulmamız olanaklıdır. Hayatta duymadığımız ve görmediğimiz bir durumla karşılaştık burada: Yemekte akrep çıktı, durumu gören biz tutuklular gönül rahatlığı ile, bu yemekleri nasıl yeriz? Bu soruya doğal koşullarda verilecek yanıt çok farlıdır. Pra-tikte yanıtımız: Yiyoruz ve yemeye devam edeceğiz, yemekler ya tuzsuz, ya da çok tuzlu getirilmektedir. Kısaca bir insanın yiyeme-yeceği türdendir.

3) Havalandırmamız 50’şer dakika olmak üzere günde 2 defadır.

Ancak havalandırma gereksinmemiz ve hakkımızı kullandırmamak için ellerinden gelen her türlü çabayı harcamaktadırlar. Sayım esna-sındaki davranışlarımız havalandırmada folklor oynamamız gibi ne-denler bahane edilerek havalandırma hakkımız elimizden alınmakta, buna süreklilik kazandırılmaya çalışılmaktadır. Bir süre önce

ger-çekleştirilen “toplu tutuklama işkence ve baskıları protesto” eyle-mine, çok küçük bir tutuklu kesiminin katıldığı biçiminde basına yansımasını sağlamadaki bu çabaları da bu amaçlarının açık bir ifa-desidir. Ceza ve tutukevi yönetimi tüm arama yapılan günlerde hak-kımızı gasp etmeyi bir alışkanlık, daha doğrusu bir ilke haline getir-mişlerdir. Havalandırma hakkımızı kullanacağız dediğimiz zaman da “siz bu gün cezalısınız, yarın da havalandırılmayacaksınız” di-yerek ilkelerini uygulamaktadırlar.

4) Tüm koğuşlar kapasitelerinin çok üstünde tutuklu ile doldu-rulmuştur. Hiçbir zaman bölgedeki askeri ceza ve tutukevlerinde kişi başına bir yatak düşmemiştir. Ya iki kişiye bir, ya da üç kişiye iki yatak düşmüştür ve düşmektedir. Koğuşlarda kapasitelerinin çok üstünde ranza konmuş olmasına rağmen, bu kadar yatak sıkıntısı ve insan fazlalığı vardır. Eğer koğuşlardaki ranzalar, koğuş kapasi-tesine denk olsa üç, dört kişiye ancak bir yatak düşecektir. Bu da baskı ve sindirme amacının hayata geçirilmesini sağlayan başka alandaki uygulamadır.

5) Sağlık sorunu burada başlı başına bir sorun olup, tüm tutuk-luların sağlığını tehdit etmektedir, doktora çıkarılanlar ancak acil hasta olanlardır. Çünkü idarenin, doktora çıkmak için koyduğu koşul budur. Doktora çıkanların değil tedavi, doğru dürüst muayene edildiklerini söylemek, ancak bakar kör olmak, ya da gerçekleri açıktan açığa çarpıtmaktır. Doktora çıkanlara sorulan tek soru, hiçbir zaman sağlık ile ilgili olmamıştır. İlk sorular tutuklunun ni-teliğini, suçunu, siyasi görüşünü öğrenmeye yöneliktir. Zaman za-man faşistlerin “komünistleri” tespit etmekte başvurdukları “İs-lam’ın şartı kaçtır? Otuz iki farzı say” gibi soru ve yöntemlerle, burada sık sık karşılaşılmaktadır. Hoşlarına gitmeyen yanıtları al-dıkları zaman da, azarlamaktan, hakaret ve tehdit etmekten de geri kalmamaktadırlar. Bu durum tutukluların da, zorunlu olmadıkça gitmemelerine yol açmaktadır. Oysa tüm zorlu hastalıklara karşı başarılı tedavi, erken teşhis çabası bir yana, teşhisin maddi temelleri bile ortadan kaldırılmaktadır. Doktorun karşısına çıktığınızda, te-daviye değil sorguya gittiğinizi sanırsınız.

Sağlıkla ilgili olarak askeri hastaneye sevk edilenler, oralarda da aynı davranışlarla zaman zaman karşılaştıklarını söylemektedirler.

Hastaneye gidenlere uygulanan en klasik, süreklilik arz eden baskı yöntemi, kapalı cezaevi arabalarında hastaları askerlere dövdürt-mektir, hastalara hakaret edilerek, gerekli ilaç bulunmaması gerek-çesiyle verilmemektedir.

Derler ki, bir Avrupa sağlık heyeti Türkiye’de bazı araştırmalarda bulunmuş ve şu sonuca varmıştır “Avrupa’da insanlar rastlantı so-nucu ölüyor, Türkiye’de insanlar ise rastlantı soso-nucu yaşıyor.” Böl-gemizdeki insanlar da ister dışarıda, ister içerde olsun, rastlantı so-nucu yaşıyorlar.

6) Haftada bir gün olan görüşme ve ziyaret günlerinde, ülkenin çok uzak köşelerinden büyük zorluklara katlanarak, yakınlarıyla gö-rüşmeye gelenler olsun, bir hafta ve daha uzun sürelerle ziyaretçile-rinin gelmesini bekleyen biz tutuklular olsun, görüşme süresinin çok kısa olması nedeniyle, birbirimizle daha görüşmeden ayrılmak zorunda bırakılmaktayız. Oysa görüşme süresinin 10-15 dakikaya çıkarılmasının olanakları da vardır, ancak bu olanakların tutuklu ve ziyaretçilerin lehine kullanma yönünde en ufak bir çabaya girişil-memektedir, yeni olanakların artırılmasından vazgeçtik, varolan ola-naklar hiç olmazsa yeterince kullanılsa. Ne gezer, yurdun çeşitli yö-relerinde, büyük fedakarlıklar pahası görüşme gününe yetişmiş olan ziyaretçiler, kışın soğuktan yağmur ve kar altında; yazın tuzlu ve kavurucu sıcaklar altında, sabahın erken saatlerinden, akşam mesai bitimine kadar ayakta bekletilir ve büyük bir kesimine “ziyaret saati bitti, artık bu hafta görüşemezsiniz, bir dahaki haftaya gelirsiniz”

denilerek, asgari düzeyde de olsa, görüşme olanağı tanınmamakta, varolan olanakların kullanılması, bilinçli olarak engellenmektedir.

Görüşme öncesi ve sonrasında, ziyaretçilerin iteklenmeleri, ziyaret-çilere hakaret edilmeler ve hatta dövülmeleri göz önüne getirilecek olursa, baskıların boyutu ve hedeflenen toplum kesimi daha iyi can-landırılabilir. Anlaşılacağı üzere, baskı yalnızca tutuklu ve hüküm-lülere değil, çeşitli araç ve yöntemlerle tutuklu ve hükümlülerin ai-lelerine ve yakınlarına da yapılmaktadır. Yakınlarıyla görüşemeyen bu insanlar bir dahaki görüşmeye kadar merak ve kızgınlıkla geçi-rirler günlerini, hele çok uzaklardan görüşme günleri gelip de “ya-kınınız sizinle görüşmek istemiyor” denilerek, geri gönderilenlerin durumunu ve bundan haberdar olan tutuklunun psikolojisini, varın

siz değerlendirin. Evet aynen böyle “yakınınız sizinle görüşmek is-temiyor” denilmektedir.

7) En az iki haftada bir götürülmemiz gerekirken, şubat 1980’den Mayıs 1980’in ortalarına kadar ancak üç defa banyoya götürüldük.

Tabii onlara da banyo denilebilirse! Kurna başında üç-dört kişiye bir tas, giyinme ve soyunma da dahil olmak üzere, 20 dakikada yı-kanma hakkı verilmektedir, suyun yeterince akmadığı da bunlara eklenecek olursa, tüm kirlerimizden arınmış, pırıl pırıl bir ayna gibi banyodan çıktığımız “gerçeği” daha iyi kavranmış olacaktır. Bu

“gerçekten” değil midir ki, ortalığı haşereler kaplamış, koğuşlar kokmakta ve koğuşlara girmek için cezaevi yöneticilerince azami çaba harcanmaktadır. Kaldı ki, sözü edilen “gerçek” gerecekten de gerçek ola! Arabistan çöllerindeki Bedevilerin susuzluklarının da ötesinde olan tutukluların su sorunu, tuvalet sorunu çözümlenmeden, çamaşırları yıkama olanağı yaratılmadan ne kiri, pisliği ve haşerenin kökü kurutula bilir, ne de yöneticilerin, koğuşlara girme ve korkaklık, çekingenlikleri giderilebilir. İçme suyunun bile sık sık bulunamadığı, ceza ve tutukevinde, “çamaşırlarınızı yıkayın, temizliğinize dikkat edin” vahiler yoluyla mucizeler yarat demektir. Ve bizler irademiz ve sağ duyumuzla, mucizeler yaratma doğrultusunda güvenilir adım-larla yürüyoruz. İki aydan fazladır havalandırma alanını zehirlenme alanına çeviren, üstü idarece açılan lağım kanallarının patlak ve akıntısını gözlememize, koklamamıza, susuzluk nedeni ile, içine düşen topları gazete ile silmemize, gece de aynı mikropları teneffüs etmemize rağmen, hala dimdik ayakta olmamız bir mucize değil midir? Lağım patlağının giderilmesi ve su sorununun çözümlenme-sinin gecikmesi, sıcakların bastırması ile birlikte çeşitli salgın has-talıkların baş göstermesinin tehlikelerini taşımaktadır.

8) Suçsuz ve günahsız insanlar, ne idüğü belirsiz kişilerin iftira-larına uğrayarak, sebepsiz yere gözaltına alınarak, gözleri bağlı iken işkenceler sonucu zorla imzalatılan düzmece ifadelerle tutuklanan yüzlerce kişi, davaları açılıp mahkemeye gidecek olurlarsa, tahliye olmaları gerektiği halde, mahkemeler açılmamakta, davalar hızlan-dırılmamakta ve sorunlarımızın hiçbirine el atılmamaktadır. Bir yıl-dan fazla bir süredir, tutuklu olmasına rağmen hala mahkeme önüne çıkmamış olan onlarca tutuklu vardır. Mahkemeye çıkarmadan, ikide

bir incelemeye göndermek yöntemi ile işi sürüncemede bırakmak, sinirleri çok olumsuz yönde etkilemektedir. Mahkemeyi sürüncemede bırakmak taktiği zamanın sübjektif olarak uzamasını beraberinde getirdiğinden, tam bir baskı ve işkence aracı olarak iş görmektedir.

Buradaki tüm tutuklular sonlarının ne olacağını, ne ceza alacaklarını bir an önce bilmek istiyorlar. İster tamamen günahsız oldukları için mahkemeye çıktıklarında beraat olacaklar olsun, ister mevcut yasa-lara karşı belli suçlar işlemiş, ancak işkenceler sonucu imzalatılan düzmece ifadelerle, bu suçları ağırlaştırılanlar olsun ve isterse tu-tukluluk halinde alacağı cezayı çekememiş olanlar olsun, hepsi de mahkemelerin bir an önce açılmasını istemekte ve beklemektedirler.

Ve yanılmıyorsak bölgemizde uygulanan bekletme yöntemi, tüm Türkiye’de uygulanmaktadır.

9) Tutukluların sorunları arasında, bir sıralama yapılacak olursa, hiç kuşkusuz genel olarak okuma, özel olarak bilimsel kitap sorunu, birinci sırayı alacaktır. Yüzde 90’ı aydın olan tutuklular kitlesi, ekmek ve su kadar karşılanması zorunlu olan okuma gereksinmele-rinin, Günaydın, Tercüman, Hürriyet, Milliyet ve Cumhuriyet gaze-teleri dışında, katı bir şekilde engellenmesi, son yılların aydın dü-şünce, aydın kafa ve kitap düşmanlığının en açık belirtisi ve dolaysız ispatıdır. En insani ve demokratik hakkımız olan okuma hakkımızın ve kitapların cezaevine sokulması engellenerek, elimizden kitapların alınması ve verilmemekte direnilmesi; sözde demokrasi şampiyon-luğu yapanların maskelerini tamamen düşürmüştür.

Bölgedeki baskı, işkence, toplu tutuklamalar ve diğer uygulamalar göz önüne getirildiğinde görülecektir ki, hiçbir zaman demokratik bir ortam oluşmamıştır ve demokrasi düşmanları güçleri varoldukça demokrasinin oluşmasına olanak tanımayacaklardır. Nasıl olduysa bir ara idare aracılığı ile cezaevine bir roman aldık; aradan daha bir ay geçmemişti ki, kendi aldırdıkları ve içeri bıraktıkları tüm kitap-larımızı tekrar geri alarak, bir daha vermediler. Ceza ve tutukevi yönetimine yönelik tüm istek ve ısrarlarımız, adli müşavirliğe yazılı başvurmalarımızın tümü, bugüne kadar yanıtsız kalmıştır. Bundan sonra da hep yanıtsız bırakılmak istenilmektedir.

Korku o derece karanlık kafaların yüreğine işlemiş ki, aydın şüncelerin yayılması, aydın kafaların yetiştirilmemesi kendi

dü-zenlerinin devamını tehdit eden ilerici, yurtsever, demokrat ve dev-rimciler üzerine uygulamayı amaçladıkları baskıyı gerçekleştirmek için, işi politika dergisini dahi içeri sokmamaya kadar ileri götürmüş bulunuyorlar. Hiç kuşku yok ki ellerinden gelse kendilerini zararlı olmayacak ortamı bulurlarsa, elimizdeki gazeteleri dahi engelleye-cekler. Böylesi bir ortamın oluşturulması için elerinden gelen tüm çabayı harcıyorlar.

Daha şimdiden dışarıdakilere benzer tarzda, hatta daha barbarca arama görünümü altında talan operasyonlarına başladılar. 19 Mayıs 1980 günü Diyarbakır 2 nolu askeri ceza ve tutukevinin tüm koğuş-ları, siyasi polisin, daha doğrusu işkencecilerin desteğinde, çama-şırları ortalığa saçarak, ranzalar üzerinde hiçbir şey bırakmayacak tarzda tüm yatak ve battaniyeler gelişi güzel ortalığa dökülerek, üzerine basılarak, kirlenmeleri sağlanmıştır. Diğer taraftan bir tu-tuklunun 11.500, birinin 2.000 lirasını, bir diğerinin 39 paket samsun sigarasını ve daha birçok malzemeyi gasp ettiler. İnsanca düşünen, insanca yaşam kavgasını veren tüm insanlara sorarız: Bu gaspçı, ta-lancılar mıdır adaletin savunucuları, onları yönetenler midir, yoksa onların davranışlarını denetlemekten sorumlu görülmesine karşın, bugüne kadar bu görevini hiç yerine getirmeyen “adalet” yetkilileri midir? Kuşkusuz sorumuzun yöneldiği tüm insanların yanıtı, “hayır onlar adaletin savunucuları olamazlar” biçiminde olacaktır. Ve başlı başına, bu talancı ve gaspçı kesimin, adaletin savunucuları olarak karşımıza çıkmaları dahi, bizlere ne türde, ne oranda baskı uygu-landığını kavratmaya yetecektir.

Bu arada bölgede tüm baskı, işkence ve kanunsuzluklar, gemi azıya almışken kendisinden çok şey beklenen Diyarbakır barosunun ölü toprağı serpilmişçesine tüm gelişmeler karşısında sessiz ve il-gisiz kalması, acımızı ve şaşkınlığımızı bin kat artırmaktadır. Ba-ronun bir bütün olarak yasaları ayakları altına alan, insanlık dışı baskı ve işkencelere karşı tavır alması, kamuoyu oluşturarak bu baskı ve işkencelerin asgariye indirilmesi savaşımında bulunması bir yana, bölgedeki siyasi davaları bile almaktan çekinmektedirler.

Diyarbakır Barosu’nun ve bu baroya kayıtlı avukatların büyük bir kesiminin bu tavırları, demokratik mücadeleye inançsızlıklarından mı, kaypaklıklarından mı, korkaklıklarından mıdır; yoksa bölgedeki

yasa tanımaz baskı ve işkence uygulayan yöneticilerin vahşetinden midir? Kesin nedeni bilmiyoruz, ya biri, ya öteki, ya da ikisinin bir karışımıdır, bu şekilde tavır almalarını sağlayan, hangi nedenden kaynaklanırsa kaynaklansın, Diyarbakır Barosu’nun tavrı Türkiye Barolar Birliği’nin tarihi geleneğine ve demokratik anlayışına ters düşmektedir.

“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışı hiç kimseyi kur-tarmamıştır, kurtaramayacaktır.

Bugün bize ise yarın bu anlayışın sahiplerinedir.

Konumuzu öz olarak dile getirmeye çalıştık. Amacımız sizleri bilgilendirip işkence ve baskıları yayınlayarak kamuoyu oluşturma, işkence ve baskıları ortadan kaldırma, ya da asgariye indirme sava-şımızda olanaklarınıza katkıda bulunmaktır.

Bir gün mutlaka işkence ve baskı uygulayanlar yenilecek, işkence ve baskılar son bulacaktır!

Son söz gerçek adaletin olacaktır!

Başarı dileklerimizle

Diyarbakır 2 Nolu Askeri Ceza ve Tutukevi

Belgede TOPLU YAZILAR Mazlum Doğan (sayfa 63-70)