• Sonuç bulunamadı

Feodal dönemde Kürtler ve Kürdistan

Belgede TOPLU YAZILAR Mazlum Doğan (sayfa 162-173)

l. Kürtler ve Kürdistan

3. Feodal dönemde Kürtler ve Kürdistan

a)Arap egemenliği dönemi:

Kölecilikten feodal bir imparatorluğa doğru ve Sasani İmpara-torluğu’nun Kuzey Suriye’den geçen ticari yolları denetimlerine al-malarından dolayı büyük bir sıkıntıya düşen Arap tacirleri içine düş-tükleri bunalımdan kurtulmak için VII. yüzyılın başından itibaren İslamiyet altında yeni bir ideoloji yaratarak bu ideolojinin önderli-ğinde güçlü bir istila ve fetih hareketi başlattılar.

Aynı zamanda Ortadoğu’da feodalizmin gelişme çağını da baş-latan Araplar, çok geçmeden bütün bölgeyi, bu arada ticari yolların kesiştiği Suriye’yi de denetimleri altına alarak Bizans ve Sasani İmparatorluklarına üstünlük sağladılar. Şunu da kabul etmek gerekir ki, İslam fetihçi bir karakterde olmasına rağmen, köleci egemenlik altında bulunan halklar tarafından sevinçle karşılandı. Fakat kısa bir süre sonra daha ilerici bir ideoloji ve üretim tarzını temsil et-mesine rağmen, Arapların İslamlık maskesi altında gizlemeye ça-lıştıkları talanları açığa çıkınca, halklar Arap istilası ve İslam ideo-lojisine karşı da büyük bir direnme içine girdiler. Hatta bir kesimi başka türlü baş edemeyince, kendi ulusal dinleriyle İslamlığı ka-rıştırarak oluşturdukları çeşitli mezhep sapkınlıklarını bir milli di-renme ideolojisi haline getirip Arap-İslam fetihlerine karşı diren-meye çalıştılar. Ancak feodalitenin o dönemde ilerici bir karakterde olmaması, feodalleşme eğilimi içinde olan kent ve kırdaki sömürücü sınıfların İslamlığı çıkarlarına uygun bir ideolojik biçim olarak gör-meleri ve bu nedenle de Arap istilacılarıyla işbirliğine yönelgör-meleri direnmelerin yenilgiyle sonuçlanmasına yol açtı. İslamlıkla kurulan feodal sömürgeci nitelikli Arap imparatorlukları, XI. yüzyıla kadar

sayıca büyük bir halk grubunu egemenlikleri altına alarak, Arap-laşma ve feodalleşmeyi egemen kılıp, çeşitli halkların milli geliş-melerini engellediler, hatta bir kesimini tümden Araplaştırarak ta-rihten silmeyi başardılar.

Ortadoğu’da Arap hakimiyeti altında geliştirilen feodal sömür-geciliğin, üzerinde etkisini en çok hissettirdiği halklardan biri de Kürtlerdir. Bunda, feodal gelişme için elverişli şartlar sağlayan ve-rimli toprakların Kürdistan’da bulunması ve Kürtlerle Arapların coğrafi yakınlığı kadar, köleciliğin baskısı altında bulunan Kürt halk kitlelerinin İslamlığa duyduğu sempati ve feodalleşmeye başlayan Kürt aşiret reisleri ve köle sahiplerinin İslamlığı çıkarlarına uygun görmeleri de büyük rolü oynadı. Bizanslıların Kadisiye’de yenil-mesinden sonra, kısa bir sürede Suriye’yi istila eden Araplar, 640 yıllarında Kürdistan sınırlarına dayandılar. Kürtlerin önceleri Arap-lara karşı direnerek, bu uğurda epey kan dökmelerine rağmen yuka-rıdaki nedenlerden Arap istilasının gerçekleşmesi pek uzun sürmedi.

Böylece özellikle Güney Kürdistan’daki verimli ovalarda Arap ege-menliği altında feodalleşme güçlü bir ivme kazandı. İstilacılar fet-hettikleri alanlarda, kendilerine bağımlı Arap ve Kürt asıllı feodal emirlikler örgütleyerek, feodal Arap sömürgeciliğin kurumlaştırıl-masıyla toplumun feodalleşmesini birlikte yürüttüler, yani Kürdis-tan’da feodalleşme, sömürgeleşme ve Araplaşma birbirini tamam-layarak paralel bir gelişme gösterdi.

Bu nedenle Arap İslam sömürgeciliği altında oluşan feodal toplum yapısı içinde Arap ve Araplaşma yanlısı güçlü bir işbirlikçi uşak ta-baka oluştu. Tarihi boyunca yabancı egemenlere kölece hizmet eden bu hain ve uşak feodal tabaka Kürt milli değerlerini hor görerek. O güne kadar büyük bir zenginlik içinde gelişen Kürt dilini ve kültürünü terk edip, Arap dil ve kültürünün taşıyıcılığını yapmaya başladı.

Tabii yabancılara karşı direnmeyi değil, teslimiyeti ve uşaklığı tercih edenlerin ideolojik ve politik alanda bağımsızlıkçı bir tavır içine girmesi ise hiç mi hiç mümkün olmazdı. Ve nitekim herhangi bir milli biçime sokulmaksızın –Araplardan olmadığı gibi– Kürdistan’a aynen yansıtıldı.

Yabancıların Kürdistan’daki ajanı olma rolünü adeta gönüllü ola-rak üstlenen Kürt aşiret reisleri, topola-rak ağaları ve din adamları,

iha-netlerini halka ‘yüce İslam dini’nin bir gereği olarak yansıtmaya çalıştılar, ve itiraf edelim ki, bunda hayli de başarılı oldular. Bu sa-yede Allah’a kulluğu, halifelere ve feodallere kullukla bağdaştırıp özdeşleştirdiler.

Sürekli bir hal alan yabancı işgal ve talan nedeniyle oldukça za-yıflayan bir ekonomik temelde, bağımsızlıkçı bir ideoloji ve politika yürütmek istilacıların gücü de dikkate alındığında elbette hayli zor bir işli. Fakat Kürt egemenliklerinin zor dahi olsa, asla imkansız bir şey olmayan bağımsızlıkçılık yerine, teslimiyet ve uşaklığı tercih etmelerindeki temel neden yabancı hakimiyet altında ve onlar eliyle feodalleşmeleri ile sınıfsal çıkarıdır. Çünkü emir ya da bey olmanın yolu, Arap halifelerine uşaklık etmekten ve Araplaşmaktan geçi-yordu. Öyle ki, dönemin aşiret reisleri, toprak ağaları ve din adamları Araplaşma ve uşaklaşmada birbirleriyle tam bir yarış halindeydiler.

Bu yüzden pekçoğu Kürtlüklerini inkar edip soyunu Araplara da-yandırmak için en olmadık hikaye ve yalanları uyduruyordu.

Özetle, köleci çağda hiç olmasa ideolojik olarak milli kalabilen Kürtler, feodal dönemde toplumsal yapılarına sokulan hain feodaller grubunun yabancıların tam bir ajanı gibi hareket etmeleri yüzünden, bu alandaki bağımsızlıklarını da yitirerek kendilerine yabancılaşma yoluna girdiler. Doğal olarak bunda Kürt halk kitlelerinin bir günahı yoktur. Egemenliği ellerinde tutan sınıfların ihanetine uğrayan bir halkın, ortaçağ koşullarında bağımsız bir ideolojik ve siyasal yapı oluşturarak yabancılara karşı direnmesine, dirense bile başarıya ulaş-masına olanak yoktu. Nitekim, Kürdistan’m toplumsal bünyesine dahil edilen yabancılaştırıcı ve uyuşturucu İslam ideolojisi hain Kürt feodalleri ve uşak aydın (din adamları) tabakasının engelleyici ça-basına rağmen, 739 yılında Güney Kürdistan’da (Gurgany bölge-sinde) tarihte ilk defa kızıl renkli bir flama (Sorkh alem) kullanan kölelerin ve serflerin başlattığı isyan, Arap halifesi ve diğer feodaller tarafından tam bir soykırıma varan katliamla vahşice bastırıldı.

b)Yabancı egemenliğin zayıf olduğu dönem:

Kürdistan’da feodalizm VII. yüzyıldan XVIII. yüzyıla kadar koyu bir Arap egemenliğinin altında gelişti. Bu tarihten itibaren güneyde Arap Abbasi İmparatorluğu’nun güçsüz günlerini yaşıyor olması,

kuzeyde Gürcü ve Ermenilerin Kafkas ötesine sıkışması, doğuda henüz yeni bir istilacı kavimin belirmemesi, nispi de olsa feodalizmin bağımsız olarak gelişebilmesine elverişli dış koşulları yarattı. Bu durumdan yararlanan bazı Kürt beyleri bağımsızlıklarını ilan ettiler.

Örneğin bu dönemde merkezi Meya farkın (Silvan) olan Mervani Kürt devleti, Van’dan Urfa’ya kadar olan geniş bir alan üzerinde yüzyıldan fazla süren bir zaman içinde bağımsız yaşadı. Aynı dö-nemde Kürt dili ve kültürü de Arap dili ve kültürünün baskısından sıyrılıp bağımsız bir gelişme içine girdi. Bu sayede Fegi-Teyrani gibi ulusal ozanlar yetişti.

Fakat XI. yüzyıldan itibaren Ortadoğu üzerinde akıncı ve talancı bir yapıda olan Türk-Oğuz boylarının yeni bir istilacı güç olarak belirmesi Kürtlerin de bağımsız gelişmesini sekteye uğrattı. Ana-yurtları Orta Asya olan barbar Türk boyları, VII. yüzyıldan itibaren artan nüfus, kuraklık ve Çin baskısı nedeniyle Hindistan ve batıya doğru göç etmeye başladılar. Göçebe bir yaşam sürdüren savaşçı Türk boylarının batıya doğru akın eden büyük bir kesimi Hazar de-nizinin güneyinden sarkarak İran üzerinden Ortadoğu ve Avrupa’ya doğru akına geçtiler. Ancak kendilerinden önce İran’ı hakimiyetleri altında olan Araplarla karşılaştılar.

Önceleri Araplarla çatışarak ideolojilerine karşı direnen barbar Türk boyları IX. ve X. yüzyıllarda kitleler halinde İslamlığı benim-semeye başladılar. Çünkü, fetihçi ve talancı bir yapıya sahip olan Türkler, tümüyle İslamiyeti benimsemiş olan Ortadoğu halklarınca tepkiyle karşılanıyorlardı. Ayrıca batıya geçip Hıristiyan halklara karşı fetih ve talan hareketlerine girişmeleri için de İslamiyet en uy-gun ideolojik kılıflı İslam’ın fetihçi karakteri, kendilerinin savaşçı ve talankar yapılarıyla birleşince Türkler, Ortadoğu’dan Avrupa iç-lerine kadar hakim olacak yeni bir istilacı kavim olarak yavaş yavaş tarih sahnesindeki yerlerini aldılar.

Sürekli bir askeri örgütlenme içinde olan ve yeni güçlerle beslenen Türkler, önceleri Arap halifelerinin paralı askerleri durumundayken sonraları halifelerinin güçlerini yitirmeleri nedeniyle imparatorluk içinde etkinlik kazanmaya başladılar. Giderek fetihçi karakterini en iyi kendileri temsil ettiklerinden Türkler Ortadoğu’nun yeni efendileri olma yoluna girdiler. Böylece XI. ve XII. yüzyıllar arasında

Orta-doğu’nun en büyük siyasi gücü haline gelen Türklerin bir kesimi devlet örgütlenmesi içinde görev alırken, bir kesimi de yerli halkların ya da “Diyar-ı Rum” dedikleri Anadolu’ya geçerek gayrı Müslüm halkların topraklarını müsadere ederek bağımsız beylikler oluştur-dular. Fakat bu ikinciler, siyasi ve askeri üstünlüğü ellerinde tuttukları halde, sosyal ve kültürel olarak yerleşik halklardan daha geri bir yapı içinde olduklarından eriyip yok olmaktan kutulamadılar. Kısaca bu dönemde “yenenler yenildiler”.

Genel olarak tüm Ortadoğu’da yaşanan bu süreç, en yoğun olarak Kürdistan’da yaşandı. Kürdistan’da yerleşik yaşamın ve feodalizmin köklü olması, kabile ve aşiretlerin savaşçı karakteri XI. yüzyıldan itibaren Kürdistan üzerinde etkinlik kurmak isteyen Türklerin XVI.

yüzyıla kadar Kürtler karşısında kesin bir üstünlük kurup, onları merkezi otorite altına almalarına olanak vermedi. Büyük Selçuklu Türkleri döneminde bir eyalet haline getirilen Kürdistan’da kurulan egemenlik kurumlaşmadığı gibi sıkı bir merkezi otorite olmaktan da uzaktı. Selçuklulardan sonra bir kasırga gibi gelip geçen Moğol istilası da kalıcı bir iz bırakmadı. Kürdistan’da XI. yüzyıldan XVI.

yüzyıla kadar, kurulan Türk devletleri ise, çoğu kez birer beylik ol-maktan öteye gidemediler. Mahalli olarak kurulan bu beylikler sa-vaşçı Kürt aşiretlerinin sürekli saldırıları karşısında uzun ömürlü olamadıkları gibi, Türk nüfusu da kısa bir sürede yoğun Kürt nüfusu içinde eriyerek Kürtleşmekten kurtulamadılar. Moğol istilasından farksız Timur istilasını saymazsak Kürdistan’da yerleşerek Ak Ko-yunlular, Kara KoKo-yunlular, Artukoğulları, Atabekler ve diğer Türk beyliklerinde durum böyledir. Zira, askeri ve siyasi alanda Kürtlerle Türkler arasında ciddi bir fark olmadığı halde, sosyal ve kültürel olarak üstünlük Kürtlerden yanaydı.

Özetle, Kürdistan’da VII. yüzyıldan IX. yüzyıla kadar Arap ege-menliği altında oluşan feodal toplumsal yapı, IX. yüzyıldan XI.

yüzyıla kadar sınırlı da olsa bağımsız bir gelişme gösterdi. XI. yüz-yıldan XVI. yüzyıla kadar Türkler ve Moğollar daimi bir çatışma içerisinde olgunlaştı. Feodalizmin doğup geliştiği bu dönemler, Kürtlerin tarihinde ilerici bir sayfayı teşkil eder. Köleci dönemde başlayan yurtlaşma ve halklaşma hareketi, feodalizmin gelişme ve olgunlaşma döneminde hızlanarak Kürt ve Kürdistan kavramları

yaygınlık kazandı. Ortadoğu’nun kilit noktasında yaşayan bir halk olarak siyasi etkinlikleri artan Kürtler, çeşitli askeri ve siyasi olay-larda önemli bir rol oynadı. Bu dönemlerde Selahaddini Eyyubi gibi askeri ve siyasi dehalar yetişti. Ancak bu önemli öğeler, Kürt-lerin gelişmeleri ve yabancı baskıdan kurtulmak için, son derece gerekli olan merkezi bir siyasal organizasyonun oluşmasıyla ta-mamlanamadı. Bununla birlikte XVI. yüzyılda Kürdistan Türklerle İranlılar arasında bölünmeden önce, Kürtler adeta bağımsız devletler gibi hareket eden beylikler ve emirlikler halinde olup, toplumsal gelişme düzeyleri bakımından, dönemin diğer birçok halklarından daha ileri bir durumdaydılar. Arapça daha çok hakim tabaka arasında yaygın olmasına rağmen, Türk dili ve kültürünün bir etkisi yoktu.

Geniş halk tabakalarıysa iletişim aracı olarak yalnızca Kürtçe’yi kullanıyorlardı. Öyle ki Kürt dili ve edebiyatı dönemin sonuna doğru, Ahmede Xane gibi bir ozan, Mem-ü-Zin gibi güçlü bir ulusal destan yaratabilecek güçteydi.

c) Türk ve İran egemenliği altında Kürdistan:

Ortadoğu’da üzerinde Müslüman halkların yaşadıkları toprakları yurtlaştıramayan ve bu halklar arasında eriyerek yok olmaktan kur-tulamayan Türkler, XI. yüzyıldan sonra üzerinde yoğun olarak Hı-ristiyan halkları yaşadıkları Anadolu’ya akın etmeye başladılar. Kat-liam ve soykırımlara varan uygulamalar ve artan güçlerle Hıristiyan halklar Müslümanlığı kabule zorlayıp Türk nüfusu egemen kılındı.

Anadolu’nun yurtlaştırılmasıyla Türklerin yerleşik yaşama ve feo-dalizme geçişleri at başı gittiğinden, göçebe Türkmen aşiretleriyle de daimi bir çatışma içinde olan feodal Anadolu Selçuklu devletinin Moğollar tarafından yıkılmasından sonra, bu devletin kapsamına aldığı topraklar üzerinde bir dizi feodal beylik türedi.

Anadolu’da kurulan Türk beylikleri birbirleriyle hakimiyet kav-gasına girdikleri sırada, aynı süreç Kürdistan, İran ve Ortadoğu’nun diğer ülkelerinde de sürmekteydi. XV. yüzyılın başlarında geçici olarak Timur’un istilasıyla kesintiye uğrayan bu süreç, XVI. yüzyılın başlarında Anadolu’da Osmanlıların, İran’da Safavilerin, Mısır’da ise Memlüklülerin öbür feodal beylik ve emirlikleri tasfiye ederek merkezi feodal birer beylik kurmalarıyla sonuçlandı. Kürdistan’da

ise, sürekli bir şekilde uğranılan istila ve talan nedeniyle, halk eko-nomik olarak zayıf düşmüş, üzerinde yeni istila ve hakimiyet plan-larının kurularak yürürlüğe konulduğu XVI. yüzyıl başlarında mer-kezi feodal bir devlet oluşturulamamıştır. Oysa bu dönemde güçlü bir feodal bey çıkıp diğer Kürt feodal beylerini egemenliği altına alabilseydi; ya da Kürt egemenleri birbirleriyle yarış halinde uşaklık edebilecekleri dış güçler arayacaklarına kendi aralarında birleşebil-selerdi, Kürdistan ve Kürtlerin tarihi sürekli baş aşağı giden bir eğri çizmeyebilirdi. Yazık ki Kürt feodallerinin yabancı egemenlik altında ve yabancılara uşaklık temelinde doğup büyüdüğü dikkate alınırsa, onlardan böyle bir şey istemenin yanlış olduğu anlaşılır.

XVI. yüzyıl başlarında Kürdistan’ı hakimiyetleri altına almak is-teyen ve bunun için aralarında çatışan üç güç vardı. Anadolu birliğini oluşturarak Maraş-Kayseri hattına ulaşan Osmanlı-Türk devleti; Gü-ney Kürdistan’ı da kendi etkisi altına alan Mısır-Memluk devleti ve 1502 yılında kurularak Kürdistan’ın büyük bir kesimi üzerinde ha-kimiyet kuran İran-Safavi devleti. Yayılmacı bir karakter taşıyan bu üç feodal devlete daha çok artık değer elde etmek için dışa açılarak daha geniş bir alanda hakimiyet kurma çabasında olduklarından, batıdan doğuya, kuzeyden güneye doğru geçen ve ortaçağda büyük bir artık değerin aktığı kervan yollarının kesiştiği, artık değer sağla-mak için gerekli olan verimli topraklara, ve bölge hakimiyeti için vazgeçilmez stratejik ve coğrafi konuma sahip olan Kürdistan’ı de-netim altına almak istiyordu. Kürdistan’ı hakimiyeti altına alan İpek ve Baharat yollarını da denetimi altına alacak; Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarına açılabilecekti.

Osmanlılar, tampon bir bölge olarak düşündükleri Kürdistan’ı hakimiyetleri altına alabilmek için, Safaviler ve Memlüklülere karşı giriştikleri mücadelede Kürt feodallerinin desteğini de almak ama-cıyla, adeta onlara içte serbest, dışta bağımlı bir devlet statüsü vererek büyük bir kesimini yanlarına çekmeyi başardılar. Değişik İslam mezheplerinin kılıfı altında gizlenmeye çalışan Kürdistan üze-rinde egemenlik kurma mücadelesinde Sünni Kürt feodallerinin bü-yük çoğunluğunun desteğini alan Osmanlıların önce İranlıları yen-mesi, sonra da Memlüklü devletinin varlığına son vererek, Kürdistan’ın Doğu’da kalan bir parçası dışında kalan tüm topraklarını

egemenliği altına alması zor olmadı.

Ancak, Kürt halkının önemli bir kesimi ne Kürt feodallerinin iha-netini, ne de Osmanlı sultanını kabul etmedi. Daha 1517 yılında Maraş-Sivas-Adıyaman-Malatya kesiminde Osmanlı tarihçilerinin

“Kızılbaş ayaklanması” dedikleri büyük bir isyan patlak verdi. İsyan Osmanlılarca ve Kürt feodalleri tarafından bastırıldı. Ama Kürt hal-kının Alevi-Sünni şeklindeki suni bölünmesi, bu tarihten sonra, Os-manlı ve İran egemenlerinin de teşvikiyle giderek keskinleşerek de-vam etti. Osmanlı ve İran egemenleri Kürtlerin mezhepsel bölünmesini tarih içerisinde hep teşvik ederek, bu bölünmeden so-nuna kadar yararlandılar. Bu politikadan zararlı çıkan ise, her dö-nemde Kürt halkı oldu. Öyle ki “Kürt’ü Kürt’e kırdırma politikası”

yabancı egemenlerin değişmeyen bir silahı olarak kaldı ve son Maraş katliamında gördüğümüz gibi, hala da Türkiye Cumhuriyeti tarafın-dan ustaca kullanılmaktadır.

Feodalizmin dünya çapında gerileme çağma girdiği, buna karşılık Batı Avrupa’da kapitalizmin yeni bir üretim biçimi olarak gelişmeye başladığı bir dönemde oluşturularak hızla hakimiyet alanlarını ge-nişleten; egemenliği altına aldığı ülkelerde kurduğu baskı ve ger-çekleştirdiği talanlarla üretim güçlerinin gelişmesini engelleyen merkezi-feodal Osmanlı İmparatorluğu tarihi olarak gerici bir dev-lettir. Ona gerici bir karakter kazandıran şey, ilerleyen Batı Avrupa kapitalizmi karşısında Doğu Avrupa, Ortadoğu ve hatta kuzey Af-rika’da feodal toplum yapısını ayakta tutması; yalnızca iç dinamiz-miyle değil, dıştan gelen kapitalist etkilere karşı da tarihsel olarak XV. yüzyıldan itibaren gerileme sürecine giren feodalizmi yaşat-maya çalışmasıdır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yukarıda belirtilen olumsuz ve etkisini üzerinde en çok duyan halklardan birisi de şüphesiz ki Kürtlerdir.

1639 Kasr-i Şirin Antlaşması’yla Kürdistan’ın resmen ve hukuken İranlılar ve Osmanlılar tarafından paylaşılması ve her parça üzerinde egemenlik kuran işgalci devletin feodal-sömürgeciliği kurumlaştır-maya başlaması Kürtlerin tarihindeki kötüye gidişi daha da hızlan-dırdı. Osmanlı egemenliği altında kalan Kürdistan parçası üzerindeki feodallerin özerklikleri yavaş yavaş ellerinden alınarak Kürdistan eyaletleri kazalara, kazalar da sancaklara bölünerek, başlarına,

mer-kezden Osmanlı-Türk beyleri gönderilip merkezi otorite kurumlaş-tırılmaya başlandı.

Böylece özerk yapılarını adım adım yitirmeye başlayan Kürt feo-dalleri otoritenin sarsılmakta olduğunu görünce Osmanlılara karşı direnme içerisine girdiler. Direnmeler zaman zaman dev boyutlara varmasına rağmen, başarıya ulaşamadıkları gibi, yabancı hakimiyet ve sömürgeciliğin iyice kurumlaşmasına yol açtılar. Fakat Kürt ege-menleri özerk yapılarıyla otoritelerini koruma, ya da yitirilen özerk-liği doğal bir hakları olarak tekrar elde etmek için, açık veya gizli, ama sürekli olarak mücadele ede geldiler. Aşağıda yeniden anlata-cağımız XIX. yüzyıl isyanlarının çoğu gibi XX. yüzyılda Güney, Doğu ve Orta-Kuzey-Batı Kürdistan’da Kürt egemenlerince başla-tılan ayaklanma ve yürütülen mücadeleler, hep Kürt egemenlerinin otoritelerini korumak ya da yitirilen özerkliği yeniden kazanmak içindir. Bugün Irak ve İran KDP’leriyle UDG adı altında birleşen gerici, yoz, reformist-teslimiyetçilerin uğruna savaştıkları şey de özerklikten başka bir şey değildir. Kürt egemenlerinin dün olduğu gibi, bugün de hep sömürgecilerin takdir ve desteğini kazanma uğraşı sürdürmektedir.

d) 19. yüzyılda Kürdistan üzerinde mücadele

Osmanlı toplum yapısı daha XIV. yüzyıldan itibaren durgunluk evresine girmişti. XVIII. yüzyılda ise gelişen Avrupa kapitalizmi karşısında, hızla gerileme sürecine girdi. Ekonomik temeldeki de-ğişmeyle birlikte, özellikle XIX. yüzyılın yarısından itibaren impa-ratorluğun askeri ve hukuksal yapısı da değişmeye başladı.

Osmanlı toplum yapısı daha XIV. yüzyıldan itibaren durgunluk evresine girmişti. XVIII. yüzyılda ise gelişen Avrupa kapitalizmi karşısında, hızla gerileme sürecine girdi. Ekonomik temeldeki de-ğişmeyle birlikte, özellikle XIX. yüzyılın yarısından itibaren impa-ratorluğun askeri ve hukuksal yapısı da değişmeye başladı.

Belgede TOPLU YAZILAR Mazlum Doğan (sayfa 162-173)