• Sonuç bulunamadı

Nisan 1564 tarihinde vefat etmiştir (Yurdaydın, 2003: 143).

Türklerde Devlet Anlayışı

İslam Öncesi dönemde Türkler her şeye kadir olan bir Tanrı’ya ve bu Tanrı’nın cihan hâkimiyetini kendilerine ihsan ettiğine inanıyorlardı (Turan, 1990: 168). Bu inanca göre, ha- kanın atanması Tanrı’nın elinde olduğundan, bu konuda mutlak bir hüküm ortaya koymak ya da tahttaki sultana meydan okumak Tanrı’nın iradesine karşı gelme anlamı taşımaktaydı. Taht ilâhi takdire açıktı. Tanrı “Kut”1 vermişse yani Tanrı kimi dilediyse tahta o geçerdi (Ünal,

2013: 22). Dolayısıyla “Kut” telakkisi bağlamında hakanın oğullarının taht üzerinde aynı de- recede hak sahibi oldukları kuralına sadık kalınmıştır. Bunun yanı sıra, Türk hukuk kurallarına göre “Devlet hanedan üyelerinin ortak malıdır.” Bu sebeple eski Türk Devlet hukukunda em- redici, maddi kuvvete sahip olacak kişi veya kişilerin saltanata geliş yöntemini kesin olarak ortaya koyan kurallar belirlenmemiştir (Taneri, 1993: 106).

Türk devletlerinde oğulların ve kardeşlerin aynı derecede tahta geçme hakkına sahip olduklarını dolayısıyla muayyen kuralların olmadığını gösteren çok sayıda örnek bulunmakta- dır. Asya Hunlarında şehzadeler (teginler) arasında liyakat ön planda tutularak iktidar hakkı şehzadelerden yalnız birine verilmeyip mücadeleye açık bir hale getirilmiştir. (Kafesoğlu, 1986: 258-259). Göktürklerde de bu anlamda hanlık Tanrı’ya bırakılmış bir talih işi olarak görülmüştür. Bilge Kağan amcası öldükten sonra kendisi için şöyle söyler: “Tanrı irade ettiği için ve kendi talihim olduğu için Hakan (mevkiine) oturdum” (Orkun, 1994: 27). Burada ha- kanın atamasının yine Tanrı’nın iradesine bağlı olduğu anlaşılmaktadır.

Orhon kitabelerinde Bilge Kağan’ın ağzından nakledilen dikkate değer şu ifadeye yer verilmiştir: “Tengri yarlıkadukın üçün (ö)züm kutım bar üçün kagan olurtım” (Orkun, 1994: 37). Burada Bilge Kağan, hanlığını Tanrı’nın inayetine ve şahsındaki “Kut”a dayandırmakta- dır. Bunun yanı sıra, Kutadgu Bilig’de Öğdülmüş hükümdara şöyle der:

“Bu beylik mesnedine sen isteyerek gelmedin onu Tanrı kendi fazlı ile sana ihsan etti. Lütfe- derek sana bu beyliği verdi ey bilgisi geniş olan insan, buna şükret” (Oğuzoğlu, 2005: 124).

1 Devlet, baht, talih, uğur, saadet gibi anlamlara gelmektedir. bk. Kaşgarlı Mahmut, Divanü Lûgati’t Türk, C.IV, çev. B.

134

Bu ifadeden Kanun ve Töreyi temsil eden hükümdarın, “Kut”a yani siyasal egemenliğe muhtaç olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Eski Türk devlet anlayışında ”Kut’’sözcüğü ile hükümdar siyasal egemenliği daima elinde tutmak istemiştir.

Anadolu Selçuklularında devletin başına kimin geçeceği konusunda bazı temayüllerin varlığından söz edilse de genel olarak diğer Türk devletleriyle aynı devlet anlayışından söz etmek mümkündür. Dolayısıyla “devlet toprakları hanedanın üyelerinin ortak mülküdür” ilkesi geçerli olurken, sultan ülke topraklarını oğulları arasında paylaştırmaktaydı (Göde, 1992: 179). Sultan, oğullarından birini merkezde hüküm süren sultana tabi olmak üzere veliaht seçip diğer oğullarını melik sıfatı ile ülkenin çeşitli yerlerinin idaresine tayin etse de hâkim devlet anlayı- şına göre, sultanın ölümünden sonra veliahtlık kardeşleri taht üzerindeki hak iddiasından alı- koymazdı. Bu durum şehzadeler arasında yaşanan taht kavgalarının temel sebebini oluşturmuş- tur (Göde, 1992: 179). Bu anlayış Osmanlı Devleti’nin XVII. yüzyılına kadar devam etmiş ve diğer Türk devletleri için de geçerli olmuştur.

Osmanlı devlet ve hükümranlık anlayışı temelde bir yanıyla Orta Asya Türk gelene- ğine, diğer yanıyla da İslam devlet geleneğine dayanmaktadır (Öz, 2010: 57).

İslam devlet ve veraset geleneğinde sultanın âkıl ve baliğ bir erkek olması gerekmek- tedir. Bu durum Türk devlet geleneğinde de “Devlet hanedanın erkek üyelerinin ortak maldır” ilkesi ile bağdaşmaktadır. Bu ilkeden hareketle taht için kardeşler arasında verilen mücadeleler birinin başa geçmesi diğerlerinin bertaraf edilmesi ile sonuçlanmıştır

Bu bağlamda Sultan II.Bayezid’in oğulları arasındaki taht rekabeti sürecinde Şehzade Selim sahip olduğu liyakat ile şehzade Ahmed ve Korkut’a üstün gelmesi ve bu durumun pa- dişah tarafından da müşahede edilmiş olması üzerine Sultan Bayezid Selim’i saltanata davet ederek tahtı kendisine bırakmıştır (Söylemez, 2012: 84).

Yine Kanuni Sultan Süleyman tahtı ele geçirme yolunda çaba sarf eden oğlu Bayezid’e “Geleceğe ilişkin her şeyi Allah’a bırakmalısın; çünkü hükümdarlıkları ve yönetimlerini dü- zenleyen, kişiler değil, Allah’ın iradesidir. Allah ülkenin benden sonra senin olmasını iste- mişse, yaşayan hiç kimse onu engelleyemez.’’ demiştir (İnalcık, 2010: 65).

Vefat eden sultanın yerine kimin geçmesi gerektiğini belirleyen bir saltanat veraset ka- nununun olmaması, Osmanlı siyasî hayatında istikrarsızlığa sebebiyet veren mücadelelere yol açmıştır. Taht üzerinde eşit derecede hak sahibi olan şehzadeler arasındaki bu mücadeleler ge- nellikle babalarının yaşlılığı zamanında baş göstermiştir. Bu taht çekişmeleri neticesinde yenik

135

düşen şehzadelerin genellikle düşman topraklarına sığınması, Osmanlı İmparatorluğu’nu böyle zamanlarda savaş tehlikesi ile karşı karşıya bırakmıştır (İnalcık, 2015: 114). Bu nedenle Fatih “Ve her kimesneye evlâdumdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içün katl itmek münâsibdür. Ekser-i ulemâ dahi tecvîz itmişdür. Anunla âmil olalar” (Kânûnname, 2003: 18) hükmüyle fiili bir durumu kanunlaştırmıştır.

“Allah kime nasip ederse’’ anlayışının Osmanlı Devleti’nin çeşitli dönemlerinde halk tarafından da benimsendiği görülmektedir. Örneğin, Fetret döneminde Çelebi Mehmed kardeşi Musa Çelebi’ye karşı verdiği taht mücadelesinde Edirne önlerine geldiğinde, halk kendisine şehri teslim etmeyeceğini, kim kazanırsa ona kapıları açacağını söylemiştir (Oğuzoğlu, 2005: 124).

Netice itibariyle, Türk devletlerinde, saltanatın intikalinde sultanın kendisinden sonra kimin tahta geçeceği konusunda herhangi bir usul belirlenmemiştir. Tahtın ilâhî takdire açık tutulması telakkisi hâkim unsur olmuştur. Asırlarca süren ve sık sık taht kavgalarına yol açan bu anlayış, İslam devlet geleneği ile sentezlenerek Osmanlı Devleti’nin XVII. yüzyılın başla- rına kadar tahta geçişte belirleyici unsur olmuştur.

Matrakçı Nasuh’a Göre Devlet Anlayışı

XV. yüzyıl Osmanlı tarih yazıcılığının gelişim dönemidir. Bu yüzyılın ortalarından iti- baren tarihçiler ekseriyetle siyasi temelde olmak üzere Osmanlı tarihi alanında eserler kaleme alırken ayrıca Osmanlı devlet anlayışına dair fikirler ortaya koymaya çalışmışlardır. XVI. yüz- yıl ile birlikte ise söz konusu eserlerde bu konuya daha fazla yer verildiği görülmektedir. Eser- lerinde bu konuda görüş beyan eden tarihçilerden birisi de Matrakçı Nasuh’tur.

Matrakçı olarak şöhret bulan Nasuh, matrak oyunu ustalığı, silah kullanımı üzerine ki-

tap yazacak kadar bilgisi ve iyi bir ressam olmasının yanı sıra tarih alanında da önemli eserler vermiştir. Bugün muhtelif kütüphanelerde yazma nüshaları bulunan ve II. Bayezid, Yavuz Sul- tan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman devirleri üzerinde duran eserleri, Osmanlı tarihinin söz konusu dönemleri için önemli birer kaynak niteliği taşımaktadır. Nasuh’un eserlerine konu olan mekân ve malzemeyi resmetmiş olması eserlerin kıymetini artırırken aynı zamanda söz konusu eserlerde devrin olayları çerçevesinde Osmanlı devlet anlayışına dair görüşünü ortaya koymuştur.

Matrakçı Nasuh, Orta Asya Türk devletlerinden Osmanlı Devleti’nin XVII. yüzyılının başlarına kadar tahta geçişte belirli bir veraset geleneğinin yerleşmeyip temel esas olarak daima

136

tahtın ilâhî takdire açık tutulması telakkisine uygun görüşler ileri sürerken bu düşüncelerini ayet ve hadislere de dayandırarak bunun İslam dini açısından da meşru olduğunu ortaya koy- maya çalışmıştır.

Bu bağlamda, Sultan Bayezid ile Cem Sultan arasındaki taht mücadelesinde; Cem'in Bursa’yı zapt edip, adına hutbe okutması, sikke kestirmesi ve buna paralel olarak bazı münec- cimlerin Cem Sultan hakkında "padişah olur" demeleri karşısında, Nasuh, söz konusu anlayış çerçevesinde:

“Sipâh u ra˓iyyetden ve kişver u memleketden istimdâd idinmek olmaz ki; gül-i kamrânî, gü- listân-ı emânîde nesim-i inâyet-i Rabbanî ve şemîm-i hidâyet-ı âsmânî birle açılur sâyir esbâb işbu miyânede behânedür.” (Nasuh, British Museum, v. 2a-2b)

“Askerden, halktan ve ülkelerden yardım dilemekle olmaz ki; arzular bahçesinin mutlu gülü yaratıcının yardım yeli ve göğün (Allah’ın) hidayetinin kokusuyla açılır, bu konuda diğer se- bepler bahanedir” şeklindeki görüşünü dile getirerek ve bu konuda “vallahu yenṣuru men-

yeşâu (Allah kimi dilerse ona yardım eder)” (Kur’an, Rûm: 5) ayetine atıfta bulunmak suretiyle

saltanatın Allah’ın takdirinde olduğunu belirtmiştir. Nasuh’un bu görüşünün Fatih Kanunna- mesi’nde ki “Saltanat her kimesneye müyesser ola ’’ ibaresiyle bağdaşmaktadır.

Nasuh, Sultân Selim'in saltanat mücadelesinde ise yine eninde sonunda Allah'ın insan için yazdığından başkasının olamayacağını vurgulamaktadır.

Şehzade selim bulunduğu Trabzon sancağından ayrılarak Kefe’ye gelmiş oradan da Edirne yakınlarındaki Çukurçayır mevkiinde babasının ordusuyla karşılaşınca karşılık verme- den geri dönmüş ve Tunca Nehri’nin kenarında durumu takip etmeye başlamıştı. Saltanata gönderdiği elçi vasıtasıyla kendisine Rumeli’de bir sancak verilmesini istemişti. Şehzade Se- lim ile saltanat arasında yapılan sancak görüşmelerinde II. Bayezid ve vezirler Selim’e Bosna, Semendire veya Mora sancaklarından birisini seçmesini teklif etmeyi kararlaştırdılar (Söyle- mez, 2012: 69-71) . Matrakçı Nasuh’a göre; Şehzade Selim’in saltanata geçmesine karşı olan vezirler ve diğer devlet erkânı Selim’in tahtı ele geçirmemesi için her türlü engeli çıkarmaya çalışıyorlardı. Selim’in saltanata geçmesi durumunda kendilerinin itibar ve iktidardan düşe- ceklerini biliyorlardı. Bu şüpheciler ileri sürdükleri bu fesat düşüncelerinin gerçekleşeceğini sanıp Şehzade Selim’in kendisine tevcih olunan sancağa gideceğini ve böylece saltanatına en- gel olacaklarını sanıyorlardı. Saltanat meselesinin çok önemli olduğunu, zeval bulmayan (son- suz) mülkün sahibi olan Allah’ın sadece ezeli iradesine bağlı olduğundan gafillerdi. Nasuh:

137

“Tu’ti’l-mülke men teşau (Sen mülkü dilediğine verirsin)” (Kur’an: Al-i İmrân: 26) ayetini zik- rederek Şehzade Selim’e muhalif olan devlet erkânının ayetinin anlamını kavramaya nefsanî kuruntular ve şeytani vesveseler engel olduğunu belirtmektedir. Bunların İslam şeriatının na- musunu korumak asla hatırlarına gelmezdi. Kendi cüzi menfaatleri sebebiyle Müslüman halkın külli menfaatlerinden yüz çevirdiklerini (Nasuh, British Museum: v. 45a-45b) ifade etmekte- dir.

Sultan II. Bayezid hastalanıp devlet işlerini yürütemez duruma geldiğinde vezirlerin de telkiniyle saltanatı Şehzade Ahmed’e bırakmak niyetindeydi. Ancak Şehzade Ahmed’in liya- katsizliği ve buna mukabil Selim’in liyakatinin anlaşılması üzerine Sultan II. Bayezid tahtı Selime devretme düşüncesi hâsıl oldu. Osmanlı Sultanının Ahmed’den vazgeçip Selim’e mey- letmesinin meşruluğunu Nasuh Al-i İmran suresindeki “tu’tî’l-mülke men teşâu ve tenzi’u’l-

mülke mimmen teşâu (Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın)”

(Kur’an, Al-i İmran: 26) ayetini zikrederek mülkün Allah’ın elinde olduğunu, onu dilediğine verebileceğini ve dilediğinden de geri alabileceğini ifade etmektedir. Nasuh yine bu bağlamda , “es-sulṭânu ẓillullahi fi’l-arżıi (Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir.)” Hadisini zik- rederek nasıl ki mutlak mülk Allah’ın ise ve onu dilediğine vermekte ve dilediğinden almakta mutlak irade sahibi ise ve Sultan da Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğuna göre Sultan II. Bayezid de Osmanlı tahtını önceleri şehzade Ahmed’e verme eğilimi göstermiş olsa bile, şeh- zade Selim’in liyakatinin ön plana çıkması üzerine bu niyetini değiştirerek saltanatı Selim’e vermesi normal karşılanmalıdır (Nasuh, British Museum: v.79a) şeklinde görüş beyan etmiştir. Nasuh, Allah tarafından insana verilen saltanatın aynı zamanda yüce bir emanet olarak düşünülmesi gerektiğini dolayısıyla bu yüce emanete sahip olabilecek ehliyetli kişilerin salta- nata geçmesi gerektiğini ifade etmektedir. Nasuh’a göre, söz konusu emanetin ehil kişiye ve- rilmesi aynı zamanda halkın haklarını muhafaza etmek ve düzeni sağlamak demek olup bu emanetin korunmasında gösterilecek bir kusur ise âlimlerle cahillerin karıştırılması sonucunu doğuracaktır. Bu anlamda “Emanet kaybolduğu zaman kıyameti bekle” hadisini dile getirerek durumun fetret işareti ve kıyametin alameti olacağını ifade etmektedir (Nasuh, TSMK: v.82a). Yine Nasuh, Şehzade Ahmed’in saltanata layık olmadığı görüşünü dile getirirken de ”Yüce bir emanet olan devlet başkanlığını birkaç çapulcunun hakkından gelemeyen Şehzade Ahmed’e vermek, bu emanete hıyanet olur” şeklinde görüş beyan etmektedir (Nasuh, British Museum: v.72b). Dolayısıyla emanetin liyakat sahibi kişilerin elinde olması gerektiği vurgusu yapılmak- tadır.

138

Matrakçı Nasuh padişah olacak kişinin vasıflarını Sultan II. Bayezid’in ağzından man- zum olarak şöyle ifade etmektedir:

Degül çûn pir işi kâr-ı cüvânî Cihan mülkini neyler pîr-i fânî

Ki; çekmez pîr şehlik yâyı derr -saht Gerek bu tahta bir şah-ı civan-baht

Ki; ola zur -i bazuyile çûn pil Akıdur rûd-i tiġi her yaña Nîl

Hücûmundan adüvv ola hirasân Sadâsından tola Hind ü Horâsân

Ola şimşirile her dem cihân -gîr İde bir demde bin beg mülki tashîr

Beg olsun ol Selîm şâh-ı cüvân-baht Ki; zinde bulâ andan tâc ile taht

Ola kim seyl -i şimşîriyle ânun

Söyine fitnesi odı cihânuñ (Nasuh, British Museum: v. 85b)

Nasuh, bu şekilde Osmanlı tahtına geçecek şehzadenin güçlü, dirayetli, fetihler yapacak, düşmanı sindirecek ve cihanda fitne ateşinin söndürüp huzur ve sükûneti sağlayarak yapıda olması gerektiğini dile getirmektedir. Bu anlayış Türk devlet başkanlarının halkını mutlu, ülke- sini mamur ve devletini güçlü kılmak” olarak üç temel görevine ve bunun yanı sıra “Türk cihan hâkimiyeti mefkûresine” de işaret etmektedir.

139

Sonuç

Osmanlı tarihinin II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman devirle- rini ihtiva eden önemli ölçüde kaynak eserler bırakmış olması Matrakçı Nasuh’u 16. yüzyılın en önemli ilim adamlarından biri haline getirmektedir. Nasuh’un matrak oyunundaki mahareti, silahşorluk alanında kitap yazacak kadar bilgi ve beceriye sahip bir silahşor olmasının yanı sıra katıldığı seferlerin tüm safhalarını resmedecek kadar usta bir sanatçı olması, Nasuh’un çok yönlü bir münevver olduğunu göstermektedir.

Nasuh, Osmanlı devlet anlayışına dair görüşünü ortaya koyarken eski Türk devlet anla- yışına bağlı kalmıştır. Bu anlayışa göre; hanedanın tüm erkek üyeleri taht üzerinde eşit derecede hak sahibiydi. Dolayısıyla gerek Osmanlı’da gerekse daha önceki Türk devletlerinde, saltanatın intikalinde sultandan sonra kimin başa geçeceği konusunda herhangi bir usul belirlenmemiştir. Zaman zaman veliaht tayin edilmesi, büyük veya küçük oğulların tercihi gibi temayüller ortaya çıksa da genel kanaat ve uygulama tahtın takdir-i ilâhîye bağlı olduğu şeklindedir. Tarihi süreç içerisinde şehzadeler arasında meydana gelen taht mücadelelerinde sonucun bu şekilde gerçek- leştiği müşahede edilmiştir. Bu durum 17. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı Devleti’nde tahta geçişte hâkim anlayış olmuştur.

Nasuh, bu anlayıştan hareketle ilgili ayet ve hadislere de başvurarak Allah’ın mülkü dilediğine verip dilediğinden geri alması nasıl ki kendi iradesinde ise Osmanlı sultanın da ön- ceden verdiği söz ya da temayülüne karşın sonradan bundan vazgeçip saltanatı daha liyakatli şehzadeyi tercih edebileceğini belirtmektedir. Ayrıca yüce bir emanet olarak gördüğü saltanatın korunması hususunda gerekli ihtimam gösterilmediği zaman nasıl bir sonucun ortaya çıkacağını devrin olaylarından örnekler vererek ifade etmiştir. Saltanat konusunda “emanet ve liyakatin” önemini vurgulayan Nasuh, muhtelif ayet ve hadislere ile de görüşlerini desteklemiştir.

Sonuç olarak Matrakçı Nasuh’un eserlerinde üzerinde durduğu devlet anlayışının Türk- İslam devlet anlayışından farklılık göstermediğini; devletin başına geçecek şahsın Kut’lu ve liyakatli olması ve neticede de mutlak sonucun Allah’ın takdirine bağlı olduğunu vurguladığı görülmektedir.

140

KAYNAKÇA