• Sonuç bulunamadı

HİDÂYET KULİNOVİÇ’İN SIRÂT-I MÜSTAKĪM GAZETESİ / SEBÎLÜ’R REŞÂD MECMÛASI’NDA BOSNA’YA DAİR YAZILAR

4- Metinlerin Transkripsiyonu:

- 1 -

Sırât-ı Müstakīm, 14 Cemâziye’l-evvel [1329] pençşenbih 5 Mayıs 327. (18 Mayıs 1911),

Aded: 141, Cild: 6, Sahife: 174-175.

Bosna Müslimânları

Sırât-ı Müstakīm cerîde-i muhteremesine

Akvâm-ı İslâmiye’yi birbirine tanıtmak husûsunda üç senedir gösterdiğiniz gayret ve faʻâliyetin bir sitâyişhân-ı sâkiti idim.

Bugüne kadar bütün akvâm-ı İslâmiyye’nin ahvâl-i ictimâʻiyye ve ʽirfâniyesinden İslâm kārîlerinizi haberdâr itdiniz. Yalnız biz zavallı Boşnaklar tanınmak niʻmetinden mahrûm kal- dık.

Boşnakların bu son yarım asırlık hayatlarını kavmimizin ʻulemâsından biri yazmalı idi. Fakat onların sükûtu bana ziyâdesiyle te’sîr itdiğinden bu bâbda birkaç satır yazı yazmağa ken- dimde cür’et gördüm. Bir şâʻir-i millîmizin didiği gibi: “biz küçüğüz ama vatan-ı İslâmiye’ye

14 Detaylı bilgi için bkz. Ayşe Zişan Furat, Gayr-i Müslim İdare AltındaMüslümanların Din Eğitimi. Avusturya-

175

büyük adamlar yetiştirdik”. Biz ʽumûm Boşnaklar dâ’imâ bununla iftihâr ideriz… Sadede ge- lelim:

Bosna’nın Avusturya tarafından işgāli üzerine Boşnakları bir mevt-i muvakkat istilâ it- mişdi. Vakıʻâ hükûmet her tarafta muntazam mekâtib-i ibtidâ’iyye ve iʻdâdiyye te’sîsinden geri kalmamış idiyse de Peygamber ve dini aleyhinde yazılar dolu kitâblar okutan mekteblere salâbet-i dîniyye ile meşhûr olan Boşnakların çocuklarını göndermeyecekleri derkâr idi.

İşte bu hâl bizim yirmi sene kadar uzun bir müddet zarfında tamâmen hâl-i menâmda kalmamızda bâʻis oldu.

Boşnaklar hükûmetin açtığı mekâtibden o derece nefret idiyorlardı ki böyle bir mektebe çocuğunu virmek âʻdetâ büyük bir cesârete mutavakkıf idi. Maʻa-mâfih baʻzı devr-endiş adam- larımız bütün bu müşkilâtı göze alarak çocuklarını mektebe virdiler. Şimdi biz birçok müş- kilâtla mektebe virilen bu gençlerden istifâde idiyoruz. Memleketimizin seviye-i ʽirfânını terfîʻ idenlerden en birincisi diyetmeclisi re’îs-i hâzırı “Başagiç Safvet” Bey’dir. Bu zât-ı muhterem tahsîl-i ʽâlîsini ikmâl ider itmez kalemine sarıldı. Kulûb-ı milletde hissiyât-ı vatanperverâne uyanması içün birçok şiirler yazdı. Bu şiirler bi’l-âhere ayrıca kitâb şeklinde de tabʻ idilmiştir. Bugün milletin eyâdi-i ihtirâmında dolaşıyor. Bu zâtın semere-i faʻâliyeti olarak daha birçok gençler yetişdi. İşte bu gençler Gayret risâle-i mevkūtesiyle ʽirfân-ı millînin temel taşlarını koy- mağa çalışıyorlar. Bunlar arasında en ziyâde nazar-ı dikkat ve takdîri celb iden Müftiç Hâzim Efendi nâmında bir gençtir. Bu zât ʽilmiyye sınıfına mensûbdur.

Medreselerin seyyi’âtından ne kadar bahs olunursa olunsun iddiʻâ iderim ki aynı med- rese biz Boşnaklara en büyük dimâğlar yetiştirmiştir. Bu zât medreselerde uzun müddet tahsîl- i ulûm itdikten sonra bi’l-imtihân memleketimizin “nüvvâb” mektebine dâhil oldu. Daha mek- teb sıralarında iken mehâfil-i edebiyyenin nazar-ı dikkatini celb idecek derecede izhâr-ı dehâya iktidâr gösterdi. Bu muhterem genç ale’l-husûs küçük hikâye yazmak vâdisinde pek ziyâde muvaffak olmuşdur. Daha mektebde iken yazmış olduğu “Kaz” noveli şâyân-ı takdîr görülmüş ve hatta Almanca ve Fransızcaya bile tercüme idilmişdir.

Fakat o zamanki muvaffakiyeti sırf sanʻat-ı kalemiyye cihetinden idi. Mektebden neş’et idüb de milletiyle daha fazla temâsda bulununca muvaffakiyeti arttı. O zaman bu sanʻatkâr üslûbu tahlîlât-ı rûhiyye ile de tetevvüc itdi. “Gayret”in son nüshasında yazmış olduğu “Müte- vahhiş Koyunlar” tahlîlât-ı rûhiyye nokta-i nazarından pek ziyâde güzeldir. Ve hatta ben daha ileriye giderek dirim ki Boşnakların hayât-ı hâzıraları hakkında bir fikr-i muhtasar idinmek içün

176

bu hikâyeyi okumak kâfidir. Osmânlı kārilerimize bu zevki te’mîn içün ber-vech-i âtî tercüme idiyorum.

Mütevahhiş Koyunlar

Bosna’nın işgālinden evvel doğmuşdu. Vatan ve milletinin mâzîsini bilmiyordu. Fakat onu kendisine milleti içün nefret ilkā iden kitaplardan, yabancılardan bi’l-âhere öğrendi.

Ebeveyni iyi ahlaklı Müslimânlar idi. Baʻzı dostlarının nasîhatleri üzerine onu büyük bir tereddütle mektebe virdiler.

Mektebe korka korka gider, sınıfları mutarrid bir sûrette geçerdi. Çünkü onun mektebe gitmekten maksadı bu idi. Babası kendisine mektebe gitmekten ne beklediğini söyleyemeyecek derece câhildi.

Mektebde o halîta-i hissiyât-ı mütezâdede kendisine söylenen şeyleri kemâl-i dikkatle dinlerdi ve bu dikkati sâyesinde artık bütün eski âdâtın fenâ olduğunu öğrendi ve mâhiyetini henüz öğrenemediği “medeniyet”in taht-ı te’sîrinde munkârız olacağına iʽtikāe itmeğe başladı. Bütün bu sözleri dinleye dinleye yeniliğin iyiliğini idrâke henüz başlamıştı. Bulunduğu mektebde her şeyin bir program daʻiresinde cereyân itdiğini görüyordu. Bu hâlât kendisini ye- niliğe doğru cezb şeşdhıuıen,

Muhîtinin rûhunda hâsıl eylediği te’sîrlerle sinni ilerliyordu. Ahvâli kendisine îzâh ve tefsîr ile mukāyese itdirecek bir büyüğü yokdu. Zavallı çocuk aslına artık küsmüş idi. Artık elbise-i milliyesi hoşuna gitmiyordu. Kendisini dev aynasında görmeye başlamışdı.

Zavallı baba oğlunun bu tebeddülü karşusında büsbütün şaşırmışdı. Fakat nasıl hareket ideceğini kestiremediğinden ehibbâsının nasîhatlerine mürâcaʻat itdi. Bir kısım “çocuğunu mektepden çıkar” diyerek nasîhatde bulundular.

Çocuk da bu nâsihlerle temâsda bulundu. Kısm-ı evvel ile işini çabuk bitirmişdi. Onlar- dan nefretle ebediyyen ayrıldı. Diğerleri onun çok hoşuna gitmişdi. Onlar dost oldu. Çünkü onlar hoşlanacağı bir tarzda teşvîkātda bulundular ve yenilik mezâyâsını sayarak meth itdiler.

Bu yabancılar çocuğu daha ziyâde cezbe muvaffak oldular. Çünkü onun iʻdâdiye tahsîline mübâşeret içün parası yokdu. Onların tavassutuyla hükûmet ona bir mikdâr para tahsîs itdi. Çocuk veli-niʻmetlerini perestiş derecesinde seviyordu. Çünkü “el-insân abîdü’l-ihsân”dı.

177

Kendisine idilen muʻâvenetle millet parasıyla olduğunu anlayacak derecede seviye-i ʽirfânı yükselmemişti.

Her sene muntazaman iʻdâdiyeye gider ve müddet-i taʻtîliyeyi memleketinde geçirirdi. Artık yalnız veliniʻmetlerinin evlâdlarıyla konuşurdu. Çünkü diğerleri pek adi! Şimdi yaka ve boyun bağı takmadan sokağa çıkmağa utanıyordu.

İlk senenin müddet-i taʻtîliyesi esnâsında ebeveyninin ibrâmları üzerine akraba ve taʻal- lukātını ziyâret itmişdi. Fakat sonraları buna tahammül idemez oldu. Oraya gidüb birtakım ʽâdi- likleri dinlemekden ne çıkar?

Kısm-ı âʽzamı me’mûrîn-i mahalliyeden olan ehibbâsıyla tenezzüh itmekden çok hoş- lanırdı. Onlara yaklaşmak, addidilmek, adetleriyle itʽiyâd itmek kendisi içün bir büyük zevk teşkîl iderdi. Kendisiyle milleti arasında gittikçe derinleşen bir uçurum var idi. Bunu doldura- cak, bu uzaklaşan evlâdı anasına döndürecek bir adam mefkūd idi.

İʽdâdiyeyi ikmâl itdi. Tahsîl-i âlîsini ikmâl içün Avrupa’ya gitdi. Gözleri bedâyi-i Garb’tan kamaşmıştı. Artık vatanı ve milleti onun içün pek zelîl ve dûn bir derekeye sükût itmişlerdi. Artık o Boşnak hayatının ölüm olduğuna tamamen kâniʽ oldu.

Mekâtib-i ʽâliyyedeki tarz-ı tedrîs onun büsbütün gözünü açdı. Tahsîl-i ʽâlîsini ikmâl iden bu doktor beyden artık bize ʽâ’id bir şey aramayınız. Çünkü kendisi tamâmen bir Garblı hâlinde vatanına dönmüşdür. Zavallı millet evvelâ seviniyor. Sonra bu hâ’in evlâdının ha- rekâtını görerek tahsîlden de, mekâtibden de nefrete başlıyor.

Fakat kabâhat gençde değil, onu yetiştiren muhîttedir. Eğer ıslâh-ı ahvâlı arzu idersek “Gayret”e itdiğimiz yardım nisbetinde hâceler cemʽiyyetine de muʻavenet idelim.

Dârülfünûn-ı Osmânî Dîniyye Şuʽbesi Müdâvimlerinden Bosnalı Hidâyet

- 2-

Sebîlü’r-reşâd, 27 Cemaziyelahir 1330 pencşenbih 31 Mayıs 1328 (13 Haziran 1912),

Aded: 197-15, Cild 8- 1, Sahife: 288-290.

Bosna Müslimânları I

178

Ahvâl-i ʻulemâ

1328 senesinin ilkbaharı esnâsında Bosna müntesibîn-i ʽilmiyyesinin geçirmiş olduğu iki safha-i mühimmeyi bütün Müslümân kardaşlarımızın nazargâh-ı ıttılâʻına ʻarz itmek isterim. Evvelâ bunu mûcib olan esbâbı bir mukaddime ile îzâh ideyim: Bosna-Hersek’in Avus- turya tarafından istilâsı üzerine hükûmet-i müşârün-ileyha -bütün umûra vazʻ-ı yed itdiği gibi- evkāf-ı İslâmiyye’yi dahi nezâreti altına almış ve istediği gibi yirmi sekiz sene kullanmışdır. Memleketimiz Müslümânlarının intibâhı üzerine hükûmetden vukūʻ bulan mutâlebâtı meyânında evkāf ve maʻârif-i İslâmiyye’nin istiklâli mes’elesi mühim bir mevkıʻ işgāl idi- yordu. On sene kadar devâm iden mücâhede neticesinde Müslimânlar evkāf ve maʻârif-i İslâmiyye muhtâriyetine nâ’il oldular. Bu muhtâriyetin hudûdu İslâm ve hükûmet murahhasları arasında vukūʻ bulan ictimâʻlarda kabul idilen “evkāf ve maʻârif-i İslâmiyye muhtâriyeti nizâmnâmesi” ile taʻyîn idilmişdir. Tabîʽîdir ki bu muvaffakiyet bütün Müslimânları derece-i nihâyede memnûn itmişdir. Bununla Müslimânlar artık isbât-ı rüşd iderek kendi mallarına vazʻ- ı yed itmiş oluyorlar.

Umûr-ı evkāf ve maʻârifin tedvîri içün iki hey’et-i müntahaba icrâ-yı faʻâliyet ider; bun- ların birisi evkāfın umûr-ı mâliyyesi hakkında mukarrerâtda bulunur, diğeri ise mukarrerâtı şerʻ-i şerîfe muvafık bulduğu halde kabûl ve maʻârif-i İslâmiyye’nin yoluna konulması içün lâzım gelen kararları bade’l-müzâkere ittihâz ider.

Umûr-ı mâliyyenin tedvîri vazîfesiyle mükellef olan hey’et her sancakdan gönderilen dörder mebʻûsdan teşekkül ider. İkinci hey’et ise her kazânın tâbiʻ oldukları sancağa göndere- cekleri iki murahhasdan teşekkül iden hey’etin Saraybosna’ya gönderecekleri ʽilmiyyeye mensûb iki murahhas ile teşkîl olunur. Bosna-Hersek’in altı sancağı hâvi olmasına nazaran on iki ʽâlimden teşekkül iden bu hey’ete “Hâcegân Meclisi” dinilir. Bu son meclis “reʻîsü’l- ʻulemâ” ile dört refîkini intihâb ider. Re’îsül-ʻulemâ ve rüfekāsı ve intihâb itdiği altı müfti umûr-ı mâliyeyi tedvîr iden hey’etin aʻzâ-yı tabîʻiyyesi add idilirler. Her iki meclis reʻîsü’l- ʻulemânın riyâseti altında ictimâʻ ider.

Evkāfın umûr-ı mâliyyesi, meclis-i evkāfın intihâb itdiği hey’et-i idâre tarafından rü’yet idilir. Hey’et-i idâreye riyâset iden zât “evkāf müdiri” nâmı altında tedvîr-i umûr ider.

Bizdeki teşkîlât-ı ʽilmiyye hakkında şu muhtasar maʻlûmâtdan sonra iki hey’etin münâsebât-ı mütekābilesini tedkīk idelim: birinci intihâbâtda mevkıʻ-ı iktidâra geçen bu iki hey’et arasında daha ibtidâ-yı faʻâliyetde ihtilâf hâsıl olmağa başlamışdır.

179

İlk ihtilâf reʻîsü’l-ʻulemânın, taʻyînine kānûnen vazîfedâr olduğu üç müftiliğe –evvelki- lerin vefâtına mebni- diğerlerini taʻyîn itmemesinden ileri geliyordu. Tabaka-i münevverenin bu tekâsüle hiddet itmeleri ber-vech-i zîr esbâbdan neş’et idiyordu:

Re’îsü’l-ʻulemâ, bir müftilik mahalli açılınca, üç ay zarfında diğer birisini makām-ı iftâya taʻyîne, muhtâriyet nizâmnâmesinin madde-i mahsûsası mûcebince mecbûrdur. Hükûmet her ne kadar bu nizâmnâmenin kâfili sıfatıyla re’îsi buna icbâr idebilir idiyse de, bu sûretle İslâmların birçok umûr-ı milliyelerini te’hîre uğratabildiğinden hiç ses çıkarmıyordu, her müf- tinin, nizâmnâmenin mevâdd-ı mahsûsasıyla muʻayyen vezâ’ifi vardır. Makām-ı mezkûrda eğer ondan me’sûl idilecek zevât bulunmazlarsa umûr-ı mezkûrenin son derecede mutazarrır olacak- ları muhakkakdır.

İkinci ihtilâf evkāfın büyükce bir istikrazı hakkında vukūʻ bulmuşdur. Ehemmiyetine mebni onu bir parça mufassal olarak îzâh ideceğim: Bosna’nın birçok taraflarında vakfın hâlî emlâki vardır. Vakf bu mahallerden hiç bir fâ’ide görmediği halde hükûmete bunlar içün ağır virgüler virmek mecbûriyetinde bulunuyor. Hâlbuki o mahallere binâlar inşâ edilse kendilerine yatırılan sermâyeye –bütün rüsûmu edâdan sonra- % 10 ila 12 vâridât te’mîn iderlerdi. İşte bu iktisâdî düşünceler evkāf meclisini beş milyon kronluk bir istikraz kararına kadar getürdü. Fakat ʻulemâ meclisi: “şerîʻata muhâlifdir” diyerek ibrâz-ı muhâlefet itdiler. Maʻa-hazâ bu mes’ele fetvâhâneden istiftâ idilerek terakkīperverlerin arzusu vechle hall idilmişdir.

Yukarıdaki müftilerin ʻadem-i taʻyîni mes’elesinde re’îsin de bir takım esbâb-ı indiyyesi vardır. Çünkü bu üç mevkıʻ açık kaldıkça onları gāye-i âmâl idinen ʻulemâ –menfaʻatleri muk- tezâsı olarak- re’îse hoş görünmeğe, ona –velev vicdânlarına muhâlif olsun- tarafdâr olmağa mecbûrdurlar. Re’îs de bi’l-mukābele müftileri taʻyîn itmeyerek bunu emel idinen ʻulemâyı kendisine karşu beyne’l-havf ve’r-recâ hâle koymağa menfaʻati iktizâsından add ideceği şüb- hesizdir. Fakat bu esbâbın vatanperverâne olmadığını yukarıdaki satırları okuyanların derhal kabûl idecekleri bence muhakkakdır.

Üçüncü ihtilâf nisvânın tarz-ı terbiyesi mes’elesinde zuhûr itmişdir. Yegâne bu mes’elede reʻîsü’l-ʻulemâyı haklı görüyorum. Bu mes’elede kûteh-bîn terakkīperverler son de- rece saçmaladılar. ʽİlmiyyenin irticâʽı hakkında uzun ve müheyyic makāleler neşr itdiler. Makālelerinde her ne kadar, o kadar açığa çıkamıyor idiyseler de husûsi mahfellerde hâcelerin memleketden tard idilmeyince terakkīnin ʻadem-i imkânından bahs idiyorlardı. Cehâletlerin- den, Otuz bir Mart’ı tertîb idenlerin ʽilmiyye olduğunu zann iderek, makālelerine “İkinci Bir

180

Otuz bir Mart” nâmlarını virdiler. Bereket virsün ki idâre-i örfiyyenin ikāmesi ellerinde değildi, yoksa zavallı hâcelerin hali hakikaten yaman olurdu.

Zükûr ve nisvân mekteblerinin programlarını tertîb içün toplanan hey’et mantıki cevab- lar virmekden geri kalmadı, ʽilmiyyeye vukūʻ bulan bu tecavüzden bütün efrâd-ı millet dil-gîr oldu. Re’îsü’l-ʻulemâya her tarafdan hemfikir bulunduğuna dair yüzlerce telgraflar vürud itdi. Atâletinden dolayı enzâr-ı ammeden sükûta başlayan reʻîsü’l-ʻulemâ, bu mes’ele sâyesinde ol- dukça te’mîn-i mevkıʻ itmeğe başladı. Bu güne kadar birisi ʽilmiyye cemʻiyyetinin teşkîlinden bahs itmiş olsaydı herkes gülerdi.

Fakat bu tecâvüzler Bosna müntesibîn-i ʽilmiyyesinin intihâbına sebeb oldu. Bu teca- vüzleri bir hafta geçmemiş idi ki gazetelerde bütün meslekdâşlar cemʻiyyet-i mezkûrenin teşkîli içün bir hey’et-i mürettebe tarafından daʻvet idiliyordu. Terakkīperverân mehâfilinde bu haber, hayret ve istihfâfı mûcib oldu: “Ya! Hâceler de adam olacakmış!” avâzeleri her yerde işidili- yordu. Zavallı ʽilmiyye müşkil bir mevkıʻde idi. Çünkü karşusunda öyle muhâlifleri var idi ki terakkī ve hayr-hâhîde imtiyâzlı olmak iddiʽâsında bulunuyorlar. ʽÂcizleri de meslekdâşların bu ictimâʻında bulundu. Hey’et-i mürettebenin tanzîm itdiği program huzzâr önünde okundu. Programın esâsı meslekdâşların terfih-i ahvâli, hayat-ı İslâmiyye’nin indirâsdan vikāyesi ve evkāf-ı İslâmiyye’nin mâ-vazʻ lehine sarfı içün cemʻiyyetin sarf-ı dikkat itmesi gibi mevâdd-ı mühimmeyi hâvidir.

Burada tesâdüf itdiğim bir hâlet-i rûhiyyeyi kayd itmekden kendimi alamıyorum. Mezkûr ictimâʻda isbât-ı vücûd içün mahall-i ictimâʻa yaklaşdığım zaman –fesli diyerek- beni kabul itmemek istediler. Fakat hüviyyet varakamı göstererek zorla kendimi kabûl itdirdim. Bu vakʽada feslilere karşu bir ʻadem-i emniyet, bir maʻnâ-yı iğbirâr-ı istişmâm idiliyor.

Maʻlûm ya! Her yerde hükmü câri bir kāʻide vardır: “Her amel aksü’l-ameli mûcib olur” işte benim başıma gelen bu vakʽayı ancak bu sûretde tefsîr idebiliriz. Az kaldı bu aksü’l-amel kāʻidesinin kurbânı ben olacakdım.

Program teferruʻâtda baʻzı mevâddın tebdîli ile huzzâr tarafından kabul idildi. Hey’et-i mürettebeye hükûmete tasdîk itdirmek vazîfesi virildi. Program mâddesinin ne râddeye geldi- ğini bilemem. Yalnız diyebilirim ki cemʻiyyet rüşeym hâlindedir. Temenni iderim ki inkişâfât- ı lâzımesini idrâk içün mâhir ellere tevdîʻ idilsün. Fakat ne çâre ki ʻâlem-i İslâm’ın bir maraz-ı rûhîsi var, korkarım ki bizim Bosna cemʻiyyet-i ʽilmiyyesi de bunun kurbanı olmasun. Biz her yeni başlanılan işde büyük bir faʻâliyet gösterir, fakat bi’l-âhere atâlet-ı sâbıkamıza ricʻat ideriz. Bu müdhiş bir hastalıkdır. Akıllı geçinenlerimizin ilk tedâvisine gayret idecekleri bir maraz-ı

181

maʽnevîdir. Bir millet ne kadar hamiyyet-mend olursa kendisinde fikr taʻkīb olmadıkdan sonra hiç bir hareketi muvaffakiyetle neticelenmez. Bu hastalık ale’l-husûs ʽilmiyye sınıfında hâd bir dereceyi bulmuşdur.

Zavallı hâcelerin her fikr teşebbüs ve taʻkībi nem-nâk medrese odalarının mütefessih havâsında çürüyüb gidiyor. Onlardan baʽzıları mükemmel bir ʽâlim çıkıyorlarsa da nazarî bir adam olmakdan öteye gidemiyorlar. Bu mâddi asrda ise nazariyâtın para itmediği cihânın maʻlûmudur. Temenni iderim ki cemʻiyyet-i mezkûrenin hey’et-i idâresinde amelî bir adam bulunsun da cemʻiyyetden beklenilen fâ’ide hâsıl olsun.

Bir de en ziyâde şâyân-ı dikkat olan cihet müstakbel hâcelerin cesâret-i medeniyyeye sâhib olarak yetişdirilmeleridir. İctimâʻda nazar-ı dikkatimi celb iden nukātdan birisi de budur. Meselâ: şöhret-i şâyiʻa ashâbı tarafından serd idilen maʻnâsız bir fikr genç meslekdâşlar tara- fından duçâr-ı itirâz olursa simâlarda bir ʻadem-i hoşnudî nümâyân olur. Öyle ʻulemâ ister ki kendi fikrini bilâ-pervâ herkese karşu söylemek cesâretinde bulunabileceği gibi, en muhâlif bir fikri dinlemek hürriyetperverliğinde de bulunsun. Maʻa’t-te’essüf bu cihetler pek nâkısdır. Fa- kat bundan me’yûs olmak iktizâ itmez. Bu ictimâʻda memleketimizin birçok ʻulemâsıyla tanış- dım. Aralarında İslâmiyyet daʻiresinde hürriyetperver ve azm ve cesâret sâhibi birkaç âlime tesadüf itdim.

Makālemin baş tarafında söylediğim iki hâdise-i mühimmenin birisi işte cemʻiyyet-i ʽilmiyyenin teşkîli mes’elesidir. Zann idersem bunu ehemmiyetli telakki itmekde siz de benim ile hem-fikirsiniz. Benim fikrimce ʻâlem-i İslâm’ın istikbâli, ʽilmiyyesinin ehemmiyet-i zamâni derece-i derki ile mütenâsıbdır. Bu cemʻiyyet vakıʽâ bir lüzûm-ı tedâfüʻî üzerine teşkîl olun- muşdur; fakat bir cemʻiyyetin müntesiblerini muvaffakıyetle müdâfaʻa idebilmesi içün esliha-i cedîde ile mücehhez olması icâb ider. İşte bu lüzûm ve icâb iledir ki ʽilmiyye mehâfilinde es- liha-i cedîde olan ulûm ve fünûnun lüzûmu, ona herkesin muhtâc olduğu fikri girer. Bu teneb- büh meslekdâşlara taʽmîm-i maʻârif lüzûmunu ve bu sahada icrâ-yı faʻâliyeti mûcib olur. İl- miyye bu seviye-i refîʻaya yükseldikden sonra ötesi kolaydır. Onlar o zamân ʻâlem-i İslâm’ın rehber-i terakkī ve necâtı olurlar. Bütün parlak temenniler, hamiyyetmendâne emeller ancak onların faʻâliyetleri sâyesinde tahakkuk ider.

182

- 3 –

Sebîlü’r-reşâd, 5 Receb 1330 pencşenbih 7 Mayıs 1328 (20 Haziran 1912), Aded: 198-16,

Cild: 8- 1, Sahife: 307-308.

Bosna Müslimânları II

Ahvâl-i ʻulemâ

Birinci makāledeki yazılarımla iki hey’et arasındaki ihtilâfları ve onlardan birisinin mûcib olduğu hâdiseyi muhtasaran ʻarz itdim. Şimdi diğer ihtilâflarla onların mûcib olduğu ikinci hâdiseyi beyân ideyim:

Dördüncü nokta-i ihtilâf, zîrde yazacağım mes’ele-i mühimmeden zuhûr itmişdir: Bizim memleketde iki nevʻ mektebler vardır: bunlardan birincisi her milletin otonomisi idâresinde bulunan mekâtib-i husûsiye-i ibtidâ’iyye, ikincisi muhtelifü’d-derece resmi mekteb- lerdir. Riyâset-i ʽilmiyye bu mekteblerde okunacak ders kitablarını tertîb ve muʻallimleri hükûmete tavsiye itmek vazîfesiyle mükellefdir. Ale’l-husûs bu cihet resmi iʻdâdiyye mekteb- lerinde son derece mühimdir. Zîrâ bu mekteblerdeki İslâm gencleri eğer hakīkī bir terbiye-i dîniyye altında tutulmazlarsa istikbâl-i İslâm içün muzırr bir sûretde yetişdirilmeleri ihtimâli çokdur. İşte reʻîsü’l-ʻulemâ böyle mühim bir vazîfede tekâsül ile atâletden son derecesini gös- termişdir. Daha ufak bir hata lâzım idi ki efkâr-ı umûmiyyede ʻadem-i memnûniyet tam maʻnâsıyla tezâhür itsün.

Son hata pek de evvelkilerden geri kalmaz... Reʻîsü’l-ʻulemâya bir şey hakkında şikâyet içün gelen hey’eti mûmâ-ileyh kabûl itmek istemiyor ve murahhasları vâsıtasıyla bütün hey’eti bir reʻîsü’l-ʻulemânın ağzına yakışmayan elfâz-ı galîza ile tahkīr idiyor.

İş mahkemeye havâle idilir. Mahkeme bunun İslâm otonomisine müteʻallik olduğunu söyleyerek redd ider. Mes’ele “Hâcegân Meclisine” havâle idilir.

Meclis-i mezkûr dört kişiye karşu on altı rey ile re’îs ve iki refîkine ʻadem-i emniyet beyân ider ve onları istiʻfâya daʻvet ider. Bakalım re’îs kendiliğinden istifâ iderek hey’eti daha yüksek makāmlara şikâyete mecbûr itmeyecek mi? Eğer bütün hatalarını bir dereceye kadar unutdurmak isterse çekileceği muhakkakdır. Ümid itmeyiz ki mûmâ-ileyh kendisine ʻadem-i emniyet beyân iden bir milletin riyâset-i ʽilmiyyesinde bulunmakda ısrâr iderek Hâcegân Mec- lisinin mutâlebâtına muvafakat itmesün. Bu artık hatâ olmakdan çıkarak umûr-ı milliyemize

183

başkalarının karışmasını mûcib olacak, bir cürm, bir cinâyet hâlini kesb ider. Ahbârını vaʻad