• Sonuç bulunamadı

1. HAYATI-EDEBİYAT ÇEVRESİ ESERLERİ

4.3. Modern İnsanın Algı Problemi

Cemal Şakar; öykü kurgusunu “İslam Dini” ve “Modernizm” kavramları üzerinde yapılandırır. Öykülerin ana ekseninde bu iki kavram arasında gezinen kahramanlar ve onların katıldıkları vakalar vardır. Yazar modernliği bir engel olarak görür ve bu engeli olumsuzlar. Çünkü modernizm, dini hayattan kovmaktadır. Din ve gelenek yüzyıllar boyunca iç içe geçtiğinden gelenek de kahramanların hayatından kovulur: “Gelenekle

modernlik arasında var olduğu iddia edilen farklılıkların temelinde, dinlerin geleneksel toplumlarda sahip olduğu konumların ve değişmelere adapte olamayan dogmatik yapısının neden olduğu ileri sürülmektedir. Geleneksel toplumlarda din yaygın değer olarak günlük yaşamın bütün kodlarını etkilemekte ve toplumsal kurumlar dine göre organize olmaktadır. Dinsel inançlar ve insanın davranışlarında etkili dinsel söylemler, özü itibariyle nihaî, mutlak ilkeleri bünyelerinde taşıdığı için, dünyadaki gelişmelere karşı mensuplarını pasif bir tutum seçmeye motive ederler. Modern toplum gelenekten ve dinsel yaşamdan özgürleşme ve bireyselleşmeyi gündeme getirir (Perşembe, 2003).”

Modernliği benimsemeyen birey çevresinden ayrı düşerek yalnızlaşır. Bu yalnızlık onun kendi benine dönmesine sebep olur. Bu esnada tasavvufi kaynaktan beslenen kahramanlar kendilerini gerçekleştirme yoluna gider. Bazı öykülerde değişim gerçekleşirken bazılarında değişimin sancısı/arafı yaşanır.

Çemberler adlı öykü incelendiğinde; kahraman, modern hayatı kendisini

sınırlayan çemberler olarak görmesi, dışarıda kendisini hapiste, hapisteki halini özgür hissetmesi bu savı destekleyen bir örnektir. Modern hayata dair neşeneler ve kahramanın bu nesnelerle etkileşimi arttıkça, kahraman kendisini daralmakta olan bir çember içerisine kısılmış hisseder. Bu kısılmışlık onda ruhsal bir girdap yaratır. Modern iş hayatının en belirgin simgelerinden olan gökdelenler ve bu gökdelenlerin penceresiz bir kafes şeklinde tasarlanmış olması, klimaların aynı havayı döndürmesi sosyal hayattaki gerçekliğin öyküdeki karşılığıdır:

“Yaklaştıkça cam binalarınıza pis bir koku duymaya başlamış ama önemsememiştim. Alışırım zannetmiştim. Birinci kat, ikinci kat, üçüncü kat; sekreterler, sekreterler, sekreterler; koku gittikçe kesifleşiyordu. Nefes alamaz olmuştum; o zamanlar ne zaman nefes alamaz olunca küçük pencereme atardım kendimi: bir avuç masmavi göğü vaat eden, beni alıp yükselten, yüreğimi genişleten. Şimdi her yer camdandı ama pencere yoktu(s.53).”

Modern birey; bunalmış, bilinçli bir yalnızlığı seçmiş ve kendine özgü bir dünya oluşturmuştur. Yazarın yarattığı kahramanlar modern hayata tutunamayınca yalnızlaşmayı tercih eder. Klasik dizgeyi kırmak, anlatıya çok boyutluluk katmak ve yaşanan ruhsal yıkımın boyutlarını göstermek için kahramanlar kendi içlerinde bölünme yaşar. Kahramanların yalnızlığını besleyen kaynaklar ise; tüketim toplumunun oksijeni olan eşya, gizil bir dünyanın kapılarını açan kitaplar ve romantik bir ruh dünyası gibi etkenlerdir. Yalnızlaşan birey kurgulamaya yönelir. Zamanla kurgulanan, yaratılan hayali karakter – çoğu zaman benlik bölünmesi şeklinde ikinci bir karakter - yazarın bu yalnızlığını daha üst seviyelere taşır.

Alemdağı’nda Var Bir Panco bu anlayışa uygun olarak verilmiş bir öykü

örneğidir. Anlatıcı yazar; kendi odasında aldığı bir bibloyu canlı zannedecek, onunla bir arkadaşlık kuracak kadar izole bir hayat sürer. Yaşanan bu hayat gerçek hayatla o kadar iç içe geçer ki başkarakter içinde bulunduğu mekânın ayrımında bile değildir:

“- Abi! Ne çıkıp gelmesi. Ben arkadaşımla sinemaya gidiyordum; dakikalarca beni süzerek yanımda yürüdün: Tuttun bir de sokak ortasında Panco, Panco! Diye bağırmaya başladın…Sonra, yanına geldim, yaklaştıkça içim bir tuhaf oldu; bana, insanlara sanki çok uzaklardan, başka bir dünyadan sesleniyor gibiydin, ellerinde bir biblo… Yok dostunu öldüren Hidayet; yok Faik Bey’in oğlu, inanmış gibi yaptım… seni

dinlemezsem, sana çok büyük bir kötülük yapacakmışım gibi bir hisse kapıldım: hepsi bu(s.58).”

Öykülerde işlenen modern yalnızlık ve bu hayattan kaçma isteği; kimi zaman fantastik bir dünyanın kapılarını açar kimi zaman da dini ritüeller ve tasavvufla arınma yoluna götürür. Nesneye, hayata istemediği bir şekilde bağlı olan kahramanlar gitmekle kalmak arasında bir arafta yaşarlar. Geleneğin modern bir yorumu olan karakterler ‘masiva’dan kaçtıkları oranda ferahlarlar:

“İlk kez uzun bir yola çıkıyordu. Bir otobüsteydi. Ellerini açmadan dua ediyordu… Artık hiçbir şeyin önemi kalmıyordu. Eşya bir hicap haline geliyordu. Anlıyordu, burada bir şeyleri terk ettikçe, ötede bir şeyler kazandığını. Belini büken yükler sanki üzerinden kalkıyor ve kalbi açılıp ferahlıyordu(s.76).”

Ancak kahramanın ferahlığı uzun sürmez. Çünkü yaşadığı hayatı bırakıp gidecek bir iradeye sahip değildir. Yolu bilir, gitmeyi dener lakin bu gidiş sadece muhayyel bir yolculuk olur: “Kalktı. Ceplerini yokladı; evinin anahtarları duruyordu; cüzdanı da

yerindeydi. Her şey yerli yerindeydi. Güven içinde terminalden dışarı yöneldi. Hiçbir şeyi terk etmemişti; terk edemiyordu. Terk edemedikleri hep sırtında yük olarak duruyordu… - Abi yine mi gidemedin(s.77-8)”

Son yüzyılda “tüketicinin nesneyle ilişkisi değişmiştir. Tüketici, sağladığı fayda

bağlamında bir nesneye değil, bütünsel anlamı bağlamında bir nesneler kümesine yönelir.” Bu nesneler kümesi basit görünüyor olsa da karmaşık ve sinsi bir çember olarak

günlük yaşamda varlığını sürdürür. “Drugstore(alışveriş merkezi), mal kategorilerini yan

yana dizmez, göstergelerin alaşımını, tüketici bir gösterge bütünlüğünün kısmi alanları olarak görülen tüm mal kategorilerinin alaşımını uygular. Kültür merkezi, drugstore’da alışveriş merkezinin büyüleyici parçasına dönüşür. Bundan, drugstore’da kültürün ‘para karşılığı satılıp bayağılaştırıldığını’ anlamamalıyız: Bu, fazla basit olurdu. Kültür drugstore’da kültürelleştirilir. Eşanlı olarak, metaların kendisi de (giysi, yiyecek, lokanta vb) orada kültürelleştirilir, çünkü oyunsal ve ayrıcalıklı maddelere, lüks aksesuarlara, tüketim mallarının oluşturduğu genel takımın öğelerinden birine dönüştürülür

(Baudrillard, 2008: 18-9).

Modern insan, tüketim nesnelerinin karşılığında dinî hassasiyetlerinden vazgeçince zaman içinde ruhsal bir boşluğa düşer. Bu boşluğu daha fazla alışverişle doldurma çabası içine girer. Ancak bu çılgınlık onu daha yalnız daha mutsuz bir bireye

dönüştürür. Fısıltı öyküsünün başkarakteri kendisinin tüketmeye teşvik eden bir ‘fısıltı’ nın esiridir. Kahramanın yaşadığı ruhsal sıkıntının kaynağını nesnede araması onun durumunu daha fazla kötüleştirir: “Kadın her nesneyi elliyor, hepsinden şifa umuyor,

kokluyor, takıyor takıştırıyor, karşısında bir şaman görüyor, umutsuzca bakıyor ona, bir umut der gibi, nasıl yardımcı olabilir dükkan sahibi bilemiyor. Kadın bilemeyişler arasında yerlere bakıyor, göklere dönüyor(s.89).” Aradığı şifayı dükkanda bulamayan

kadını Fısıltı alışveriş merkezine yönlendirir. Fısıltı tüketiminin simgesi olarak öyküde var olurken, kahramanın iradesini yönetebilmesi toplumda ulaştığı gücün boyutunu da gözler önüne serer:

“…bir fısıltı, bir heves, bir kahve içsindi, belki ton balıklı bir salata önce. Önce salata, onca kalabalık arasında, ama bir kuğu canım… Yine inceden bir bel ağrısı… Vitrinlere bakmasın mı… Bak diyen fısıltı… Baktı. Bildiği, tanıdığı, alıştığı markalar arasındaydı… alışveriş merkezinin tam ortasında elinde belinde poşetler, poşetlerden görünmez bir haldeyken, boynunda kredi kartlarıyla…(s.91)

Kadınlar tüketim endüstrisinin öncelikli hedefleridir. Kadınlara yönelik ürün yelpazesinin geniş olması, kadınların gelenek ve dinden tüketim uğruna daha hızlı vazgeçişi, her geçen gün sosyal ve iş hayatında daha aktif hale gelmesi, hemcinsleriyle rekabete girmesi ile bünyesinde barındırdığı hedonik tüketime yatkınlığı, onu üreticiler için açık bir hedef haline getirir. Bu toplum düzeninde kadın alabildiği ve çevresindekilerden üstün olduğu sürece mutludur. Bir Tip öyküsünün kahramanı bu açıklamalara uygun bir “beyaz yakalı”dır:

“Tam koltuğuna kurulmuştu ki telefonu çaldı; danışmanı arıyordu; kargosu gelmiş. Cristian Dior’dan 121.50 TL’ye aldığı, Dior Hyptonic Posion EDT 50 ML parfümün gelmiş olabileceğini düşündü. Kargocunun yanında en az 7-8 bayan vardı. Onları süzdü. Kendini beğendi. Birisinin paketi epey büyüktü. Dikkatlice baktı; pakette Adil Işık’ın logosunu tanıdı; abiye bir elbise olabilirdi. Diğerlerini önemsemedi. Ne aldığını soran arkadaşına parfümün markasını abartılı bir vurguyla söyledi. Arkadaşı Kenzo kullanıyormuş; hemen belleğini yokladı; aşağı-yukarı aynı paraydı. Ama içine bir kurt düştü(s.97).”

“Modernizm, günlük hayatın rutinleşmesi, dinî değerlere olan inancın zayıflaması, yaşam tarzlarının farklılaşması ve bireyselleşmesi, kentleşmenin üst düzeye çıkması, hayatın her alanına bilim ve tekniğin yerleştirilmesi, kapitalizmin ekonomik hayat üzerinde bitmek tükenmek bilmeyen bir devinimle devam etmesi süreci olarak ifade

edilebilmektedir.” (Kırılmaz & Ayparçası, 2016: 34) Modern hayat toplumun her kesimi

için farklı bir anlama gelir. Kişi bu hayat ve gereklerine uyduğu sürece yapay bir tatmin yaşar. Ancak tüketmeye gücü olmayanlar ve geleneğin yaşatıldığı yerlerden gelenler; kente uyum sağlayamaz ve içlerinde öfke biriktirir. Tutunamamanın verdiği acıyla yaşamaya çalışırlar; Ömer Hayyam Canisi adlı öykünün kahramanı da bu çizgide bir yaşam sürerken; onunla aynı şartlarda yaşayan insanların durumunu da anlatması bakımında dikkate değerdir. Kahraman için kent yaşanılacak bir yerden öte elem verici bir mekândır:

“Ama ne İstanbul! Kocaman bir yalnızlık işte. Kocaman yalnızlıktan çok daha fazlası. Bütün acılardan, ayrılıklardan, hüzünlerden, aşklardan, dostluklardan geçmiş; kanı çekilmiş, ruhu uçmuş, bir ceset işte; ruhsuz donmuş kaskatı olmuş; her şey gelmiş kalbine oturmuş; her şey gelmiş yüzüne vurmuş; korkunç; korkutucu; korkmayan; duymayan; görmeyen biriydi ve sokaklar acı, en acı bir dille konuşurdu onunla(s.20).”

Cemaat yapısından cemiyet kültürüne yönelen toplumda ilişkilerin yüzeyselleşerek gösterişin ön plana çıkması kaçınılmazdır. Nitekim böyle bir toplumda her hareket “-mış gibi” yapılır. Mama öyküsünde kamptaki çocuğa mama yediren kahramanın yardım etmekten çok mamanın markasını ön plana çıkarması ve objektiflerine poz vermesi bu toplumsal değişimin sonucudur:

“Kadının sağ elinde, o yörede bulunmayan bir mama kaşığı, çok pahalı olmayanlardan. Mama, kaşıkta tüm doyuruculuğu, besleyiciliğiyle duruyor… Medya ordusu tel örgünün dışında. Sadece kendi kameramanı ve fotoğrafçısı işbaşında. Her şey rüzgârda dalgalanan satenin yarattığı büyülü bir atmosferde yaşanıyor gibi; gerçeklik duygusu geri çekilmiş. Mama kutusu tam önlerinde; markası okunabiliyor(s.26)”

Hayatını kentin kenar mahallelerinde yaşayanlar, şartların eşitsizliğinden modern yaşama tutunamamanın acısından mutsuz ve isyankar bir algıyla yaşama bakarlar. Hayatta kalabilmek ile izzetli olabilmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalırlar ve seçtikleri yaşamın acısını çekerler: “Çatlak camda ikizlenen görüntüler. Şehre bakıyor.

Çatılar. Çatılar. Çatılar. Yemeden, içmeden, yatmadan, kalkmadan. Bağırmak istiyor. Sesi bekar odalarından yükselen sesi bastırsın istiyor. Üç kuruş için mi?(s.75).”

Günümüz insanı her şeyin farkında olup hiçbir şey yapmayan, bir kurtarıcı bekleyen pasif bir konumdadır. Yenilgiyi baştan kabul ederek rahatsız olduğu durumu değiştirmeye çalışmaktansa kendi içine kapanarak bunaltıyı, öfkeyi seçer. Küçük Şeyler

Düeti öyküsünde başkarakter mevcut savaşlardan, düzenden ve ölümlerden rahatsızdır.

Ancak bu durumu değiştirmek ya da duruma çözüm aramaktansa yerinde durarak isyan eder: “Bırak onları. Duyma. Kapat kendini. Biraz daha gayret, saflaş. Saflaşınca daha

net duyacaksın çocukların sesini, ihtiyarların, kadınların… Olmaz. Hemen, şimdi sövme Amerika’ya, İsrail’e, Rusya’ya, Çin’e. Büyüt öfkeni. Büyüt kendinle(s.89).”

Modern insanın hayatı algılayış şeklinin tüketim ve metropol hayatı üzerinden verildiği görülür. Cemal Şakar’ın son öykülerinde yarattığı kahramanların, modern düzeni umutsuz bir şekilde kabul ettikleri görülür.