• Sonuç bulunamadı

1. HAYATI-EDEBİYAT ÇEVRESİ ESERLERİ

4.8. İnanç-İnançsızlık

İnanç ve inançsızlık kavramları soyut ve sınırları belirlenmemiş iki kavramadır. Kişiden kişiye, ideolojiden ideolojiye göre değişen bu kavramların bu tezde ele alınacağı mecra; dinsel inanış yönüyledir. İnsan var olduğu günden beri hayata geliş şeklini, bir yaratıcının olup olmadığını anlamaya çalışır. Bu anlam arayışı insanları dinlere veya nesnelere yöneltir. Maddi bir delil olsun veya olmasın insanlar inanma güdüsüyle hareket eder.

Öykülerde inanç meselesi; inanmayı reddetme durumunda bireylerin ve toplumların karşılaştıkları azap, yönüyle ele alınır. Bu bölümde bulunan her öykü bir veya birkaç ayet tefsiriyle desteklendiğinden verilmek istenen mesaj açıktır: İnanmazsan

cezalandırılırsın. İslam inancına göre insanların dünyaya geliş amacı kulluktur. Geriye kalan bütün her şey ikinci dereceden önemlidir. İnsanların önceliğini ikincil öneme sahip amaçlar oluşturduğu takdirde, Kur’an’da verilen hükümlere göre ya bu dünyada ya da öte dünyada cezalandırılacaklardır.

Tezahür, İstiğna, Misak, Saika, Dönüş, Diriliş, Sâmiri, Ahkâf, Ahzap, Hâmân, Tubbe, Habeta, Râ’inâ, Hecera, İnas, Şerik, Yankı, Perde, Mülk, Zulüm ve Gaflet

öykülerinde yeryüzünde farklı zamanlarda yaşamış ve inanmayı reddetmiş kavimlerin başlarına gelen azap ve felaketler anlatılır:

“- Yaptığımız atalarımızın yaptığından başka bir şey değil. Hem, bu yüzden azaba uğrayacağımızı da sanmıyoruz diyorlardı. Büyük bir kibir ve güvenle, helak edilecekleri azabı çağırdıklarından haberi bile yoktu(Ahkâf s.23).”

“Onlar, Allah’ı bırakıp cansız sembollere sığınıyorlardı; böyle yapmakla isyankar bir Şeytan’a sığınmış oluyorlardı(İnas s.38).”

İnanmayı reddeden kavim ve toplulukların ortak özellikleri, dünyada belli bir güç elde etmeleridir. Bu güç karşısında kapıldıkları kibir kendilerini yenilmez olarak görmelerine yol açar. Kendi güçlerine olan hayranlıklarına, gönderilen elçinin buyrukları ters düştüğünden inançsızlığı seçerler.

“O, Rabbinden ne zaman Tek Tanrı olarak söz etse nefretle sırtlarını dönüp gidiyorlardı. Babaları, dedeleri geliyordu akıllarına; binlerce yıldır sahip oldukları gelenek; geleneğin onlara bahşettiği yücelik, şeref, istikbar… Hayır, hiçbir güç önünde boyun eğemezlerdi, eğmeyeceklerdi; kendileri boyun eğilesi değil miydi! (Perde s.48)”

Toplumun iki temel taşı olan gelenek ve din zaman içerisinde iç içe geçmiştir. Dünya üzerinde her toplumun kendine özgü bir geleneği ve bağlı olduğu bir inanç sistemi vardır. Bu sistemlerde zulüm, sapkınlık, aşırılık ve benzeri davranışlar olduğunda; Allah elçiler vasıtasıyla onların durumunu düzeltmek ister. Ancak insanlar alıştıkları düzen onların geleneği olduğundan bu düzeni her ne pahasına olursa olsun koruma eğilimi gösterir:

“Küfre saplanmışlardı. Nelerin üzerini örttüklerinin farkında bile değillerdi. Tüm maddi ve manevi kaygıları bir kenara bırakarak, sadece kendi çıkarlarını öne sürüyorlardı. –Mal, mülk elbette bana verilecekti, diyecek kadar küfr içindeydiler…

Sadece düzeni sürdürebilmek için tanrı edindikleri; ahirette kendilerine yönelik tüm tapınmaları reddedip onların aleyhine zillet ve utanç delili olacaktı(Mülk s.49).”

Öykülerin diğer bir kısmında ise inanmayanların, öte dünyada düştükleri kötü durum ve yaşadıkları pişmanlığın işlenmesi, inanmayanlar için bir uyarı mahiyetini taşır. Bu grupta dünya hayatında elçilerin sözlerini dinlemeyen insanların çıkmaza düşmeleri anlatılır: “Can damarlarından yakalanmış; kaçacak bir yer bulamayınca korkuyla

büzülüp kalmışlardı. -Tamam, biz şimdi ahirete inandık, diye yalvarıp duruyorlardı. Ama çok geçti ve dünya hayatı geride kalmıştı. Oysa dünyadayken kavrayışlarının ötesinde olanlara dil uzatıyorlardı(Şek s.26).” İnancın olmaması durumunda oluşan olayları

ayetleri zemin alarak işleyen bu öyküler; edebiyatımızda bir ilk olma hüviyetini taşır. Yazar ayetlerle birlikte insanların vermiş oldukları ilk söz ile bu güne kadar dünyaya gelen bütün güçlü ve güçsüz insanların öldüğünü hatırlatır.

Dua adlı küçürek öyküde bu tema inanç bağlamında işlenir. Yalnız ve münzevi

olan kahramanın, ilahi bir karşılık bekleyerek dua etmesi ve bu esnada yaşadığı teslimiyetin inanç üzerindeki etkisine vurgu yapılır: “Bir işaret görmek için etrafına

bakınacakken, birden, bu isteğinin ne kadar edebe mugayir olduğunu anladı; mahcup oldu… Kalktı. Odasına döndü. Yine pencerenin kenarına oturdu. Badem ağacı çiçeklenmişti(s.71).”

Minnet öyküsünde kahraman benliği ve inancı arasında tereddüttedir. Şükrüne ve

emeğine karşı ona bahşedilen üzümlerden, ihtiyaç sahibine verdikten sonra içinde bir haz biriktirmesi, verdiğinin hesabını yapması onun inancına gölge düşürür. Kahramanın kapıldığı kibir benliğinde huzursuzluk olarak yer alır: “İşine geri dönerken, bugünün de

payını verdiği için mutlanmıştı… Asmaların arasına daldı, bu yılda ne kadar çok vermişti Allah. Şükretti. Şükretti. İçinde bir huzursuzluk… Üç salkım üzüm için minnet altında kalan hayırcı geldi aklına(s.65).”

İnanç temasının bir başka işleniş şekline Zenginlik öyküsünde rastlanır. Maddi anlamda fakir olan inşaat işçisinin, inancıyla zenginleşmesi, asıl zenginliğin maddi anlamda değil, manevi anlamda olduğunu anlatır. İnanç zenginliği kahraman ve ailesine satın alınamayacak bir mutluluk sağlar: “Kadın mutlandı. –Baba, dedi çocuk; biz zengin

miyiz? –Zengin olan Allah’tır. Bize ihtiyacımız olanı, ihtiyacı olanla paylaşmak yakışır. Bu da bizim zenginliğimizdir(s.64)”

Tezhip öyküsünde inanç temasının kişinin kabiliyeti ve ruhuna inanması şeklinde

yer aldığı görülür. Tezhip öğrencisi kendine inanmadan yaptığı işte başarılı olamazken, hocasının ona aşıladığı inançla yaşadığı başarısızlığı aştığına dikkat çekilir. Öyküde yer alan Hilye-i Şerif’in ancak inançla yazılabileceği, inanınca etki edebileceği vurgusu yapılır:

““Anlamayacak bir şey yok. Dediğim gibi, bu bir Hilye-i Şerif.” –Tamam, dedi, o

belli zaten. Kırgınlığını, şikayetçi bir üslupla belirginleştirmek istiyordu. –Son bir kez daha deneyeceğiz, dedi ve kalkıp elindeki levhayı kitaplarla destekleyerek masanın üzerine dikti… yeteri kadar baktık; şimdi gözlerini kapat; yüreğin tamamlasın tezhibi(s.62).”

İnanç ve gelenek yüzyıllar içerisinde iç içe geçerek toplumsal bir güç oluşturmuştur. İnsanlar çoğu zaman bu inanç karışımlı geleneğe karşı koyamaz. Kavuşma adlı öyküde esaretten kurtulan kadının tecavüz sonucu hamile kalması ve köyünde gördüğü toplumsal baskı işlenir. Kocanın, karısını öldürmesi ve buna kimsenin engel olmayışı, geleneğin namus temizleme inancı üzerindeki etkisini gözler önüne serer: “En

son inenlerden biriydi. Karnı burnundaydı. Gözlerini yerden kaldıramıyordu. Cesaretini toplayıp etrafa bakındığında kocasını gördü; başı eğik, omuzları düşük; eve doğru yollanmıştı… Sokağın başındaki evine girdi. Evlerinden yükselen iki el silah sesi, kalabalığın uğultuları arasında yitip gitti(s.68).”

Yazar öykülerinde inanç temasını işlerken, inancı ve inanmayı yüceltir. Aynı zamanda inançsızlık ve inanç eksikliğinde kahramanların yaşadığı içsel huzursuzluğun üzerinde durulur. Ayrıca Kavuşma öyküsünde inancın gelenekle birleşen yönüne dikkat çekilir.