• Sonuç bulunamadı

1.2. Halk Hikâyes

1.2.1. Mistik Aşk Hikâyeler

Mistik aşk hikâyelerine genel olarak dini veya tasavvufi bir inanç ve bu inanca dayalı olaylar kaynaklık eder.

Şeyh Abdülfettah Efendi ona ayağını bastığı toprağın, soluduğu havanın, içtiği suyun, ısındığı ateşin hikâyesini anlattı. Anlattığına göre:

Bu tekkeye adını veren Horoz Baba, Horasani bir derviş olup asırlar evvel, İstanbul’un fethine katılmıştı. Rivayete göre, muhasara devam ederken, horoz gibi

kanatlarını açıp düşmanın üzerine dalarak cesaretleri kırılan askerleri peşinden sürüklemişti. O kadar çok faydası görülmüş, o kadar çok takdir toplamıştı ki, İstanbul zaptedildiğinde hünkâr ona kıymetli hediyeler ihsan etmek istemişti. Lakin Horoz Baba, bu hediyelerin hiçbirini kabul etmeyip, gidip bir çınar ağacının altına oturmuştu. Hünkâr bu çınar ağacının etrafında bir tekke inşa edilmesini buyurarak, burayı Horoz Baba’ya tahsis etmişti. İşte Hezarpare Horoz Baba tekkesinin kuruluş hikâyesi böyle idi. (P:127)

Bir abdal bir şehre gelmiş. Buranın halkı yabancılara hiç güvenmezmiş. “Defol!” diye bağırmışlar dervişe. “Hiçbirimiz seni tanımıyoruz!”

Derviş sükûnetle yanıt vermiş. “Ben kendimi tanıyorum ya, önemli olan o. İnan olsun, şayet öbür türlü olsaydı, yani siz beni bilseydinîz ama ben kendimi bilmeseydim, çok daha fena olurdu.” (Aşk:196)

Daha geçen gün Şems-i Tebrizî’nin pazarda toplananlara bir hikâye anlattığını işittim. Demiş ki peygamber halefi, eshab-ı kiramdan damadı Hazreti Ali bir gün bir kâfirle meyhanede cenk ediyormuş. Ali tam zülfikârı adamın kalbine daldıracakken birdenbire kâfir başını kaldırıp nefretle suratına tükürmüş. Ali hemen kılıcını bırakmış, derin bir nefes alarak yürüyüp gitmiş. Kâfir şaşkına dönmüş. Ali’nin peşinden koşup, “dur bi dakka! Neden beni serbest bıraktın?” diye sormuş.

“Çünkü sana çok kızgınım” demiş Hazreti Ali.

Kâfir hayret içinde sormuş: “E o halde neden beni öldürmezsin?”

“Sen benim yüzüme tükürünce gururuma dokundu, çok öfkelendim. Nefsim tahrik oldu, intikam almak istedim. Şayet seni öldürseydim nefsime yenik düşmüş olurdum. Bu da hata olurdu.”

Ali böylece adamı azat etmiş. Kâfir öyle duygulanmış ki o günden sonra kendinİ Ali’nin hizmetine adamış; zamanla, kendi arzu ve iradesiyle Müslüman olmuş. (Aşk:237/238)

“Günün birinde genç bir kadın bir dervişe kaderin nasıl işlediğini sormuş. Derviş demiş ki “Gel benimle, beraber görelim.” Az gitmiş, uz gitmişler, bir nümayişe denk gelmişler. Meğer ahali bir katili asmak için meydana götürüyormuş.” Derviş genç kadına sormuş: “Şimdi bu adamı idam edecekler. Peki, bu sonuca sebep olan hadise nedir? Birisi bu adama önceden para verdi, o da gitti cinayet silahı satın aldı. Bu mu asılmasına sebep? Yoksa suçu işlerken kimse onu durdurmadığı için mi darağacına gidiyor? Veya suçu işledikten sonra yakalandığı için mi? İdamına yol açan sebep gerçekleştirdiği eylemin öncesinde mi, esnasında mı, yoksa sonrasında mı saklı sence?” (Aşk:275/276)

“Bu ulu evliya, evliya olmadan evvel bir derviş imiş. Fatih Sultan Mehmet hazretleri, İstanbul şehrini kuşattığında o da hemen koşup yardıma gelmiş. Toplarla gürül gürül dövmüşler surları. Günlerce cenk etmişler ama bir türlü teslim alamamışlar Bizans keferesini. İşte o zaman bizim bu derviş, padişahın huzuruna çıkmış. Demiş ki ‘sultanım bana müsaade edin, şu surlarda kocaman bir gedik açayım, sonra askerlerimiz o boşluktan girip tavuk budu koparır gibi kırıversinler keferenin boynunu.’ Padişah bakmış: babayani, hırpani bir derviş. Ne gelir ki böylesinin elinden? İnanmamış ona, huzurundan kovmuş. Aradan haftalar geçmiş, bir türlü alamıyorlar İstanbul’u. Koskoca Osmanlı ordusu yorgunluktan, susuzluktan bitap düşmüş artık. İşte o zaman padişah bu dervişi hatırlamış, yanına çağırtmış. Demiş ‘işte sana müsaade, git bakalım.’ Derviş çok sevinmiş, hemen elini eteğini öpmüş Fatih Sultan Mehmet hazretlerinin. Gitmiş öteki dervişlerle helalleşmiş. Ondan sonra surların etrafında şöyle bir yürümüş, nereyi seçeyim diye düşünmüş. Sonunda bir yerde karar kılmış. Orada surlar daha kalınmış, üstelik daha çok asker varmış. Çünkü Bizans kralının sarayı hemen duvarın arkasındaymış. Derviş demiş ki, ‘haydi şimdi beni fırlatın o yandaki surların üzerine.’ Şaşırmışlar tabii ama gene de dediğini yapmışlar. Topun içine koyup fırlatmışlar dervişi.”

“Hadi ya. Öldürdüler adamı!” dedi 7,5 yaşındaki dipsiz bir gülümsemeyle.

“Ölmemiş. Senin benim gibi değil ki o, boş yere evliya olmamış herhalde. Fırlatmışlar dervişi. O hızla gitmiş surların üstüne, yapışıvermiş. Düşmemiş yani. Ellerini ayaklarını iyice açmış, böyle örümcek gibi tutunuvermiş o duvarlara.

Surların üstü kum gibi Bizans askeri kaynıyormuş. Dervişi görünce zehirli oklar atmışlar. Bir tanesi bile isabet etmemiş. Ateşli oklar yağdırmışlar bu sefer. Oklar nereye düşse, orada yangın çıkmış. Otları tutuşturmuşlar, ağaçları yakmışlar, kıyamet gibi cayır cayır yanmış ortalık ama bir şeycik olmamış dervişe. Saçının teli bile tutuşmamış. Semender gibi durmuş alevlerin içinde. Uzaktan bakıp bakıp, Fatih’in askerlerine gülümsemiş. Akşama kadar dualar etmiş. Akşam güneş batarken, namazını da kılmış.”

“Duvara yapışmışsa nasıl namaz kılıyor ki?” diye cırladı 7,5 yaşındaki.

“Gözleriyle kılmış namazını,” dedi Hacı Hacı dik dik bakarak. “Sonra namazı bitince demiş ki ‘Allahım al şu canımı, beni boşluğa çevir!’ Allah duasını kabul etmiş, hemen bir şimşek çakmış gökyüzünde. Hani Bizans’ın yağmur gibi okları, o kadar yakın mesafeden üstüne üstüne fırlatılmıştı da, bir tanesi bile isabet etmemişti. Ama şimdi ta nerdeki şimşek, gökyüzünden gelmiş, tam isabet etmiş üstüne. Kül olmuş derviş. O zaman, onun durduğu yerde böyle kocaman bir oyuk oluşmuş duvarda. Fatih’in cengâverleri gözlerine inanamamışlar. Günlerdir açamadıkları delik, dervişin sayesinde böyle birdenbire açılıvermiş surların üzerinde. Hemen o boşluktan içeri dalmışlar; kâfirlerin kumandanını kılıçtan geçirip, şehri almışlar. Kadınlara, çocuklara, aksakallı papazlara dokunmamışlar. Sonra Fatih Sultan Mehmet hazretleri İstanbul’a yerleştikten sonra işte bu dervişin fedakârlığını unutmamış. Ona bir türbe yaptırmak istemiş. Lakin dervişin cesedi yokmuş. ‘Cesedi olmayınca mezarı nasıl olacak, neyi gömeceğiz?’ diye homurdanmış askerler.”

“Gıyabında cenaze namazı kılmışlar, sonra da boş tabutu omuzlarına almışlar,” diye devam etti Hacı Hacı çayından bir yudum almak için ara verdiği sözlerine. “Yürümeye başlamışlar ama ne yana gidecekler? Bir türlü karar verememişler nereye gömeceklerine. Fakat birden tabut kuş gibi kanatlanmasın mı? Önlerinden gitmeye başlamış kendi kendine. Tabut önde, cemaat arkada dereler tepeler aşmışlar. Böyle yürüye yürüye İstanbul’un yedi tepesinin altısını inip çıkmışlar. Yedinci tepeye geldiklerinde bir de bakmışlar ki ileride boş bir mezar var. Derince kazılmış, içi boş, ağzı açık bir mezar. Tabut o yöne seğirtmiş hemen, tam

mezarın üstüne gelince, alçalmış alçalmış, bir karış yükseklikte asılı kalmış. O zaman mezarın içinden bir uğultu yükselmiş.”

“O zaman tabutu bu boş mezarın içine indirivermişler. Üzerine bir de türbe yapmışlar. Boşluk Dede kalmış evliyanın ismi. Gelen geçen hayır duasını eksik etmemiş üzerinden.” (BP:122/123/124)