• Sonuç bulunamadı

ÖMER SEYFETTİN’İN HİKÂYELERİNDE TÜRK KİMLİĞİ

3.1. Ömer Seyfettin’in Hikâyelerinde Türk Kimliğinin Özellikleri

3.1.1. Türk Kimliğinin Temsilinde Davranış Modelleri

3.1.1.1. Millî İdeallere Sahip Olma

Millî ideal sahibi olmak, kendi kimliğinin farkında olmak ve milletin yüce emellerine göre hareket etmek, hayatını ve düşüncelerini millî ideallere göre idame ettirmek, Ömer Seyfettin’in hikâyelerindeki millî tiplerin en başta gelen somut özelliğidir.

Millî tipler, Türk milliyetçiliği ve Turan idealine göre hareket ederler, dış dünyayı millî çerçeveden değerlendirerek seçimler yaparlar ve hayatlarını millî varoluşa bağlı şekilde sürdürürler. Millî ideallere göre yaşayan kişiler, Türk ana-babadan dünyaya gelmiş olmak, Türkçe konuşmak, tarihinden haberdar olmak ve milletini yüceltmek arzusunda olmak

177

özelliklerine sahiptirler ve ayrıca dinî duyarlılığa da sahip, dini gereği gibi yaşayan, taassuba düşmeyen ve tevekkül eden kimselerdir.

Ömer Seyfettin, millî ideale sahip kimseleri, her bakımdan yücelterek anlatır.

Onların insanüstü özellikleri millete ilham vermek için aşırıya kaçarak aktarılır. Diğer yandan Ömer Seyfettin’e göre mefkûresiz, yani ideal sahibi olmayan bir kimse, insan bile sayılamaz.

İdealistlerin özellikleri hikâyenin bağlamına göre değişir. Bazı tipler ahlâkî yönleriyle belirginleşirken, bazıları daha çok zihinsel boyutlarıyla ortaya çıkarlar.

Bazılarıysa davranışlarını millî ülkü uğrunda kendi varlıklarını feda etmek biçiminde yansıtırlar.

Ömer Seyfettin hikâyelerini Türk toplumu üzerinde millî kimlik inşa etmek kaygısıyla yazdığı için millî ideallerin önemi, ideal sahibi olmayan kimselerin tanımlanmasında daha belirgin şekilde ortaya konulur. Mefkûresi olmayan insanların düştüğü manevî boşluk hissi, bunun ne denli önemli olduğunu vurgulamak için belirgin kılınır. “Hürriyet Gecesi” hikâyesinde yazar, millî mefkûresi olmadan yaşayan bir yazarın, 10 Temmuz gecesinde bir ihtiyarın telkinleri yardımıyla milliyet bilincinin eksikliğini fark ederek yaşadığı aydınlanmayı, kendi kimliği ararken “ben neyim?” sorusunu sormasını şöyle aktarır:

“Evet onun dediği gibi ben ne idim? Bir fert... Ne kadar yaşayabilirdim?

Altmış, yetmiş, doksan, haydi yüz sene... Fakat insaniyetin bir kısmı olan millete ezelî bir hayat mukadderdi! Bu hayatın ruhunu, idealini, kutsî temayülünü yaşamak

178

insanlıktı. Uzvî hazlar, zevk, neşe, şehvet, biraz devam edince hemen elem hâline geçen birtakım fâni yorgunluklardan başka bir şey miydi?”499

Yazarın bahsettiği düzlemde millî aidiyet bilinci, fani insanın varlığını, geçici zevklerini, heveslerini, hazlarını öteleyerek, ebedî surette yaşayacak olan millet varlığına adaması, kendi varlığını “fert” olarak yok sayması, gururunu ve kibrini bertaraf etmesi, hayatın temelini bulması anlamına gelecektir. Ömer Seyfettin, kendini milletinin menfaatlerine ve amaçlarına adama düşüncesine kutsiyet atfeder. Millî farkındalığın ilk sorusu olan “ben kimim/neyim?” sorusunu kendine soran genç yazar, varlığının geçiciliği karşısında kendini sonsuza kadar yaşamasını arzuladığı milletine adayarak hayatına bir anlam yükleyebilir. Bu sebepten Ömer Seyfettin’in millî idealist tipleri geçici arzularına yenilmeyen, fikir bakımından güçlü ve iradeli kimseler olarak tasarlanmıştır.

İdeal sahibi olmayan bir insanın kendini sorgulaması, yazarın sık sık hikâyelerinde yer verdiği bir zihinsel süreçtir. Millî idealizmin eksikliğinin oluşturduğu boşluk hissi, Ömer Seyfettin’in tiplerinde ruh hezeyanlarına sebep olur. “Nakarat” hikâyesinde zabit, düştüğü ahlâkî ikilem karşısında kendini sorgularken kimlik bunalımına düşer ve kendi kendine konuşurken şu ifadeleri sarf eder:

“İnsanın hayvandan farkı ne? Mukaddes, âli, yüksek bir fikre sahip olması değil mi? İşte anladım; bende şimdiye kadar böyle insanı bir fikir yokmuş. Her şeyi uzviyetimle tadarak, şehvetimin hayaliyle sezerek, hayvani temayüllerimle arzu ederek yaşamışım.”500

Aynı zamanda “Çanakkale’den Sonra” ve “İlk Düşen Ak” hikâyelerinde de şuursuzluktan, millî ülküye kavuşma ruhsal sancılardan sonra gerçekleşir. Millî aidiyet

499 Ömer Seyfettin, “Hürriyet Gecesi”, Bütün Hikâyeleri, hzl. Nâzım Hikmet Polat, YKY, İstanbul, 2009, s.477. Buradan itibaren adı geçen kitap BH kısaltmasıyla anılacak, hikâyeler dipnotta “hikâye adı”, BH, sayfa numarası şeklinde verilecektir.

500 “Nakarat”, BH, s. 809.

179

arayışı, başlı başına toplumda benimsenen diğer değerler sistemiyle çatışma içine girmekten ziyade, milletin diğer milletlerle mücadelesinde, milliyetsiz kozmopolitlere karşı ve millet olgusuna kökten olumsuz yaklaşan veya milliyet düşmanlığı yapanlara karşı duruşu gerektirir. “Çanakkale’den Sonra” hikâyesinde millî kimliğin eksikliğinin acısını çeken kişi, milliyet olmadan dinin anlam ifade etmeyeceğini şöyle ifade eder:

"İşte, hep o ölümü bekliyordu! Zira kendisine “insan” nazarıyla bakmıyordu. İnsan olmak için mutlaka bir içtimaiyetin, bir milliyetin içinde bulunmak lazımdı... Düşünüyordu: Kendisinin bir milliyeti yoktu; bir içtimaiyeti yoktu. Yalnız, hararetini hissedemediği, lisanından ve duasından bir şey anlamadığı müphem bir dini vardı. Mabedinde ulviyet duymuyor, önünde derin bir ezeliyet görmüyor, semasında ilahî bir mefkûrenin nihayetsizliklerine dalamıyor, siyah toprağın üzerinde tıpkı bir hayvan gibi, bir fert gibi kalıyordu.

Bir hayvan gibi …

Hâlbuki o milliyetiyle, diniyle, mabedinin ulviyetiyle, içtimaiyetinin ezeliyetiyle, mefkûresinin nihayetsizliğiyle bir insan, ahlâkî ve manevî bir insan olmak isterdi"501

Yazar, merkezî kişi aracılığıyla okura mefkûre sahibi olmak gerektiğini, tek başına dinî duyarlılığa sahip olmanın yeterli olmayacağını, milliyeti olmayan toplumların esir olacağını söyler. Fert olmak, milletin bir parçası olamamak, kimliğini tanımlayamamış, bilincine ulaşamamış olmak hayvan olmakla eşdeğer görülmektedir. Bu ifadeler, milliyetçiliği insan fıtratının doğal bir parçası olarak kabul eden özcü milliyetçilik kuramcılarının yaklaşımına benzerdir. Dinin tek başına yetersiz görülmesini ifade eden

“lisanından ve duasından bir şey anlaşılmayan müphem din” ifadesi, salt dindarlığın

501 “Çanakkale’den Sonra”, BH, s. 487.

180

milliyetçiliğin karşısında olan bir toplumsal katmanın kimlik biçimine yöneltilmiş bir tür reddiyedir. Ömer Seyfettin esasen din karşıtı bir yazar değildir, hatta yeri geldikçe inanç sahibi, mütevekkil ve ibadetini gereğince yerine getiren insanları yüceltir. Toplumun ihtiyaçlarına cevap vermeyen ve manevi boyutunu oluşturamayan, dolayısıyla bilinç düzeyine erişememiş, anlaşılamayan dinî inanca, bağnaz Müslümanlığa karşı bir tavır içindedir. Aynı ölçüde ideal sahibi olan insanların, dinini kendi kimliğinin gerektirdiği biçimde anlayarak, mantıkla kavrayarak ve hayatına uygulayarak yaşaması gerektiğine inanır. Bundan ötürü Ömer Seyfettin’e göre bireysel irade, ne buyurduğu anlaşılamayan, içine nüfuz edilmemiş dinî inançlar yerine, milliyetçiliğin buyruğu altına verilmeli ve milletin yüce amaçları doğrultusunda tasarruf edilmelidir. Böylece millî ideallerin inançla ilişkisinin de çerçevesini belirlemiş olur.

Ömer Seyfettin ideallerine uygun hareket eden tipleri farklı açılardan yüceltmeyi tercih eder. Onlara ifade ve hareket tarzlarında yücelik atfeder. “Eski Kahramanlar”

serisinde Türk cihan hâkimiyeti düşüncesiyle donanmış kimseleri konu alır, yeni kahramanlarda vatan için kendini feda eden Türk milliyetçiliği ve Turan idealine inanmış kimseleri anlatır. Yer yer düşünce sathına geçerek, zihinsel boyutuyla tip karşılaştırmaları yapar. Millî değerleri benimseyen tipleri, benimsememiş olanların tam karşısına koyar ve onların çatışmasını bir fikir çatışması hâlinde sunar. Millî kimlik unsurlarını haklı çıkaracak kurgusal planlamalara yer verir ve karşıt düşünceleri geçersizleştirir. Milliyetçi düşüncenin yapıtaşlarını, sabit değerlerini ve döneme göre değişkenlerini davranışsal olarak yansıtır.

Millî ideal sahibi olmanın önemi anlatılır ve millî idealistlerin özellikleri belirlenir. “Primo Türk Çocuğu”nda Primo’yu bilinçlendiren Orhan ve bilinçlenerek hayata bakışını değiştiren Primo, “Fon Sadriştayn'ın Oğlu”nda bütün Türk topluğuna kimliğini öğreten millî kahraman Orhan Bey, “Hürriyet Bayrakları”nda anlatıcı konumundaki Türk

181

milliyetçisi zabit, “Memlekete Mektup”taki idealist Türk genci, “Kaç Yerinden”

hikâyesindeki doktor ve gazi, “Bir Çocuk: Aleko”daki kendini millî duygularla feda eden Türk çocuğu Ali millî bilinç ve ülküyle donatılmış yüceltilmiş tiplerdir ve dünyaya millî ülkülerin penceresinden bakar, buna göre davranırlar.

3.1.1.2. Kahramanlık

Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde en fazla öne çıkarılan davranış biçimi kahramanlıktır. Milleti uğruna maddî ve manevî fedakârlığa katlanmak, savaşmak, kendini feda etmek, milleti için kurban olmak, millî gururu kaybetmektense ölmeyi tercih etmek, yüceltilen davranışlardır.

Ömer Seyfettin, kişilerine yüklediği olağanüstü gayretlerde bulunma, mücadelecilik, savaşçılık özelliklerini belirginleştirirken, millî kahramanlığın tarihî boyutunu da inkar etmez. Ancak modern zamanlarda millet uğruna büyük ve faziletli şeyler yapmak, kendi benliğini milletine hasrederek hareket etmek, millî kahramanlığın birincil özelliğidir.

“Minimini vücudu dimdik oldu. Göğsünü ileri çıkardı ve bir kahraman vaziyeti aldı. Babası tekrar onu kucakladı. Öptü. “Sen bir aslansın yavrum, aslan bir Türk. Adın tarihe geçecek” dedi. “Primo bir dakika düşündü. Adını tarihe geçirmek... Bu nasıl olurdu?

“Bir adamın adı tarihe nasıl geçer?”

Babası onun kumral ve kıvırcık saçlarını okşayarak cevap verdi. “Gayet büyük ve âli bir şey yapmakla... Herkes hayretten şaşırtacak bir kahramanlık göstermekle.”502

502 “Primo Türk Çocuğu Nasıl Öldü?”, BH, s. 393-394.

182

Tarihsel boyutlarıyla kahramanlık, Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde geniş ve esaslıca yer tutan bir özelliktir. Kahramanlık hikâyeleri, ekseri tarihî zamanlarda Osmanlı’nın Batıya akınlarını konu alan hikâyelerdir. Milletin yüce amaçlarının kişiye yüklediği sorumluluk duygusunun, yüz yüze gelinen durumlar, ikilemler karşısında millî mefkûreye uygun olarak icra ettiği her türlü hareket, kahramanlık olarak adlandırılır.

Savaşçılık, düşmana karşı koyma, millet düşmanlarını cezalandırma ve hizmetlere karşılık beklememe kahramanlık olarak değerlendirilir. “Ferman” hikâyesinde Tosun Bey savaşçılık yönüyle kahraman vasfını taşır, eylemleri kendi ismi etrafında efsanelere konu olur:

“Tek başına yaptığı şeyler dillere destandı. Muhasaradaki kalelere gece gizlice kurulan ince merdivenlerden çıkmış, yalınkılıç, tek başına, düşman arasına atılmış... Düşman ordugahlarının görünmeden arkasından dolaşarak, cephanelerini ateşe vermiş... Esir olduğu vakit yüzlerce muhafızın arasından kurtularak, kendini beklerken öldürdüğü nöbetçilerin silahları ve atlarıyla dönmüştü. Herkes onu sever, herkes ona hürmet ederdi. Hatta vezirler bile... Çünkü Tosun Bey, bu cesaretiyle yakında beylerbeyi olacak, vezirlik için çok beklemeyecek, ihtimal... Evet ihtimal daha sakalına kır düşmeden padişahın mührüne nail olacaktı. Hem cesur, hem fâzıldı! Seferlerde sedefli curayla kahramanlık destanları söyler; sulh zamanında gayet çelebice hikmetlerle dolu gazeller, kasideler yazardı. Kılıç kabzasının nasırlattığı elinde, kalem yabancı durmuyordu. Halkın ağzında kendisine dair birçok efsaneler dolaşırdı.”503

Kahramanların özellikleri, kahramanlığın niteliğini de belirlemektedir. “Teke Tek”

hikâyesinde epigraf olarak yer alan, İbrahim Paşa’ya atfedilen “Türkler az söyler, çok

503 “Ferman”, BH, s. 494.

183

yaparlar” sözü, tarihî Türk kimliğinin yazarca kahramanlıkla ilişkilendirildiğinin göstergesidir. Tarihî kahramanlar için savaşmaktan, mücadele etmekten geri kalmak başa gelebilecek en kötü şeydir. “Teke Tek” hikâyesinde vurgulanan bu düşünce bir savaşçı için en kötü şeyin yatağa mahkum kalmak ve savaşamamak olduğudur. Aynı temaya “Kaç Yerinden?” hikâyesinde de rastlamak mümkündür. Ferhat Ali Bey, çeşitli savaşlarda farklı zamanlarda kırk dokuz yerinden ölümcül yaralar almıştır, son savaşında da bacağını gülle koparmıştır. Fakat o protez bacakla uçakla harp edebilmek için nezarete dilekçe verir ve isteğinin kabul olunmasıyla sevinir. “İhtiyarlıkta mı, Gençlikte mi?”, “Kütük”, “Vire”,

“Ferman”, “Teselli”, “Başını Vermeyen Şehit” hikâyelerinde kahraman tipleri yiğitlik, cesaret, epik coşku gibi özellikleriyle yüceltilirler. Kahramanlar, karşılarında kendileri gibi cesur, savaşçı, yiğit, dürüst düşmanlarla savaşmayı onur olarak kabul eder, kahramanlık vasfına sahip olmayan düşmana saygı duymazlar:

“Arslan Bey düşmanın cesurunu, kahramanını, yılmazını severdi. Onca harp bir mertlik sanatıydı. Düşman ordusundan kaçıp kendisine iltica edenlere hiç aman vermez, “Hain, her yerde haindir” diye hemen boynunu vurdururdu.”504

Millet uğrunda kendini feda etmek, kahramanlığın en belirgin göstergelerinden biri olarak kabul edilmekle birlikte, millî idealizmin varlık boyutuyla ilişkisini göstermesi bakımından ön plana çıkar. Kendini milletin menfaatleri ve millî değerler sisteminin gerektirdiği üzere yok sayan, dünyadan vazgeçen ve kendi benliğini milletin varlığına adayan kahramanlar yüceltilir, millî kimliğin tutarlılığın ortaya konduğu davranış Primo’nun zihinsel olarak söyleşiminde şöyle ifade edilir:

“Asıl işte bu millî hayatın, an’anâtıyla, mukaddesatıyla, âdetleriyle, şanlarıyla, şöhretleriyle, hâsılı tarihiyle bir ehemmiyet ve kıymeti vardı. Yoksa bir

504 “Kütük”, BH, s. 524-525.

184

insan yetmiş sene miskin, esir ve rezil yaşamakla iftihar edemezdi. Lâkin büyük bir millete, şanlı bir kavme, âli bir vatana mensup olmak ve onun yolunda ölmek...

İftihar olunacak şey bu idi (...) İşte büyük Türklük için o, ehemmiyetsiz, kıymetsiz ferdî hayatını feda edecekti. Bu kıymetsiz, muvakkat hayatı saklasa ne olacaktı.

Hakaretler, küfürler, tokatlar, lânetler içinde ihtiyarlayacak, nihayet bir gün hasta ve kuvvetsiz yatağında bir bunak ve iğrenç bir kocakarı gibi gebermeyecek miydi?”505

Primo, millî bilinç bakımından tekamülünü tamamlamışken, millî varoluşun gereklerini yerine getirmeyenlere karşı kin duymaya başlar. Vatanın ancak savaşılarak, veya düşmana karşı millet uğruna kendini feda etmek yolunda mücadele edilerek kaybedilebileceğini dile getirir. Kendini feda etme, millet için çarpışma, düşmanın kanını dökme millî kimliğin gerekliliklerinden biridir:

“Gözlerini kapıyor, asabî bir kâbus içinde, Selânik’in Türklerin Rumeli’nden kovulduktan sonraki manzarasını görür gibi oluyordu. Kalbi hızla atmağa başlıyordu. Bu kadar rezil ve sefil olduktan sonra yaşamak mümkün müydü? Ayağa kalkar, yumruğunu sıkar, karşısındaki mevhum, bir düşmana söyler gibi “Hayır, hayır, alçaklar, alamayacaksınız. Beş yüz sene evvel bahadır babalarımızın sizi dize getirerek zapt ettiği bu yerleri alamayacaksınız. Bütün Türkler karşınıza çıkacak, vatanlarının her karışını kanlarınızla ıslatacaklar. Şayet onların hepsini öldürüp muvaffak olsanız bile bir mezardan, bir harabeden başka bir şey bulamayacaksınız” diye haykırırdı.”506

Millî kahramanlığın yüceltilmesinde fedakârlığın en üst mertebesi olan bu eylemi gerçekleştirmeyen fertler de korkaklıkla suçlanır. “Primo Türk Çocuğu Nasıl Öldü?”

505 “Primo Türk Çocuğu Nasıl Öldü?”, BH, s. 415.

506 “Primo Türk Çocuğu Nasıl Öldü?”, BH, s. 398.

185

hikâyesinde yazar Primo’nun ağzından, Selânik’in savaşılmadan Yunanlılara teslim edilmesinden sonra kahvehaneleri dolduran, diğer bir cepheye gönderilmemek için İstanbul’a dönmek istemeyen zabitleri korkaklıkla suçlar. Savaşta düşmanla çarpışmadan yenilmek millî gurura yeterince zarar veren bir olaydır, ancak savaşı kaybetmenin, millî gururu ezdirmiş olmanın karşısında yapılacak davranış ise intihar etmektir. İntihar edemeyenlerin ise ortada dolaşmamasını ve arsızlık etmemesi gerektiğini söyletir. Vatan toprağı elden gitmişse, milletin mukaddesatı zarar görmüş, kutsallık yüklenilen tarihî hâkimiyet sona ermişse, düşman yakın zamanda milletin bireylerini kıyıma uğratacağı için, kaderine razı gelip düşman tarafından sindirilerek, eziyet görerek ölmektense, düşmanla savaşa girip onurla ölmek yeğdir:

“Mademki mutlaka ölünecekti, ölünmese bile mademki artık vatan tamamıyla mahvolmuş, beş yüz senelik şan, şeref ve büyüklükle dolu tarih çamurlara atılmış, çiğnenmişti, artık niçin sinmeli, saklanmalı, yaşamağa çalışmalıydı...”507

Kendini feda etmek, Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde milliyet şuurunun olmazsa olmazı durumundadır. “Bir Çocuk: Aleko” hikâyesinde Ali, Rum papazın milliyetçi telkinlerini kendi etnik ve dinî bağlarına uyarlayarak Türk kimliğinin ayırdına vardıktan sonra milletine hizmet etmek ister. Türk kumandan onu İngiliz karargahına ajanlık yapmak üzere gönderir. İngilizlerin verdiği saatli bombayı hemen oracıkta çalıştırarak karargahlarını kendisiyle beraber havaya uçurur. Bu faaliyete girişmeden önce aklında Türklerin onu olumlu karşılamasının muhasebesini yapar. Türklerin aklında, İngilizlere sadece ajan olarak gönderme fikri varken, İngilizlerin Ali'ye bomba vererek Türk karargahına koymasını istemeleri onu ateşler. Bomba patlamadan önce İngilizlere Türk

507 “Primo Türk Çocuğu Nasıl Öldü?”, BH, s. 411.

186

olduğunu haykırır. Kimliğinin farkına varmasının verdiği cesaretle kendini milleti uğrunda feda eder.

“Ferman” hikâyesinde kendi katil fermanını taşıyan Tosun Bey, fermanın içeriğini öğrendikten sonra nefsine uyarak başkaldırmayı, İran’a, oradan da Turan’a giderek savaşmayı ve kahramanlıklarına yenilerini eklemeyi düşünürken, bu düşüncesinden ötürü utanç duyar. İradesine hükmederek düşüncesini gözden geçirir. Kahramanlığın esası varlığını yok saymak olduğu için, bu canı kimin aldığının önemi yoktur ve bundan ötürü Tosun Bey, iradesini padişaha vakfetmiş bir savaşçı olarak kendi ölüm fermanıyla beraber yoluna devam eder:

“O, işte padişahın emrinden dışarı çıkıyor, hatta isyana hazırlanıyordu. Bu büyük ve şenî günahı yapmış gibi kalbinde heyecan ve nedametle karışık zehirli bir sızı duydu. Canını padişah ve devlet uğrunda vermeye ahdetmiş miydi? O halde bu canı kimden, nereye, niçin kaçıracaktı? Artık, birdenbire kuvvetlenmiş iradesinin hükmüne tabi demir elleriyle tuttuğu bu kırmızı keseyi kaldırdı. Dudaklarına dokundurdu. Sonra başına götürdü.”508

Elbette Ömer Seyfettin’in Osmanlı’nın zirvede olduğu dönemleri, devletin millî şuurla yönetildiği, Türklüğün ve İslâm’ın değerlerinin bağdaştırıldığı ve bu sebepten Avrupa’nın içlerine kadar başarılı şekilde ilerlemenin mümkün olabildiği dönemler olarak kabul eder. Askerlerin Türklük bilinci ve İslâmî duyarlılıklarının onları kahramanlık mertebesine ulaştırdığını düşünür.

Şehitlik, kahramanın kendini düşmanla savaşırken feda etmesinin sonucu ulaşılan dinî mertebedir ve kahramanların tamamı şehit olma arzusundadırlar. “Forsa” hikâyesinde uzun yıllar esaret çeken Kaptan Kara Memiş, oğlunun kaptanı olduğu bir Türk gemisi

508 “Ferman”, BH, s. 501.

187

tarafından kurtarıldığında gazaya çıkan askerlerle birlikte savaşmak, şehit olursa da bayrağa sarılmak ister. “Başını Vermeyen Şehit”te de Kuru Kadı, şehit düşen Deli Mehmet’in naaşının yanında, onun alnını öpen bir melek görür ve Deli Hüsrev bunu şehitlik müjdesi olarak yorumlar. Kuru Kadı da bir sonraki muharebede şehit düşer. Tıpkı “Başını Vermeyen Şehit” hikâyesinde olduğu gibi, “Yalnız Efe”de de şehitlikle ilgili bilgi aktarılır.

Yörük Hoca, zalim bir eşkıya olan Eseoğlu'na karşı koymak, tepki göstermek üzere yanına gidince Eseoğlu tarafından öldürülür. Buradan hareketle Ömer Seyfettin, sadece savaşta ölenlerin değil, zulme karşı koyanların da şehit sayılacağı yaklaşımına sahip olduğu söylenebilir. Şehitlikle ilgili ritüellere dikkat çekilir:

“Bütün kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar cami meydanındaki büyük çınarın etrafına toplanmış, ellerinde yağlıklar ağlıyorlardı. Yalnız Kezban ağlamıyordu.

Gömmeyi ikindiye bıraktılar. Cenazeyi yıkamak için eve götürmek istiyorlardı.

İmam “Olmaz!” dedi.

Niçin? Gibi yüzüne baktılar.

“Yörük Hoca şehittir!” diye haykırdı. “Şehit yıkanmaz. Şehidin esvabı üzerinden soyulmaz.””509

Kendini feda etmenin yanı sıra, değerlerini muhafaza etmek için intihar etmek de yüceltilir. “Beyaz Lâle” hikâyesinde Lâle Hanım, iffetli Türk kızı tipi olarak, namusunun kirletilmemesi ve tecavüze uğramamak için Bulgar komitacı Radko'yu bir anlığına kandırır ve kendini camdan aşağı atarak öldürür. İffetini korumak uğruna ölümü seçmesi, kendi değerleri ve inancı uğruna, tecavüze uğramamak için ölmeyi seçen Türk kadınlarının davranış biçimi olarak yansıtılır. İntihar düşüncesi Radko ona saldırdığında “aşağı kapıyı açmasaydı sağ olarak ele geçmeyecek, ölünceye kadar karşı gelerek vücudunu bu namussuz

509 “Yalnız Efe”, BH, s. 1014.

188

zalimin pis dudaklarına kirlettirmeyecekti.”510 diye düşünmesiyle şekillenir. Türk olmasından ötürü saldırıya uğrayan Lâle üzerinden, güçsüz olunan yerde savaşarak can vermek, ölürken de düşmana zarar vermek fikri aşılanır.