• Sonuç bulunamadı

MİLLÎ EDEBİYAT DÖNEMİ ŞİİRİNDE “GÜL” İMGESİ

BÖLÜM 2: CUMHURİYET DÖNEMİNE KADAR TÜRK ŞİİRİNDE

2.6. MİLLÎ EDEBİYAT DÖNEMİ ŞİİRİNDE “GÜL” İMGESİ

20. yy. da Millî Edebiyat dönemine gelene kadar üç önemli safhadan söz edilebilir. Bu adımların ilki “Suskunluk”, ikincisi “Fecr-i Kâzib” (Fecr-i Âti), üçüncüsü ise “Fecr-i Sâdık” (Millî Edebiyat) tır. 1907’ye gelinceye kadar 1900-1907 yılları arasında bir “suskunluk” dönemi yaşanmıştır. Bu suskunluğun birçok sebebi vardır; ancak görünen sebepleri olarak şunları söyleyebiliriz:

1. Dönemin siyâsi otoritesine karşı bir tavır 2. Gizli saklı anlaşmalar

3. Sosyal-psikolojik şartlar

4. Dönemde yetişen kişilerin yetersizliği

Söz konusu “Susku” fırtına öncesi bir sessizliğin duruşunu simgelemektedir. Büyük patlama ise “Yeni Lisan Hareketi” (11 Nisan 1911’de yayımlanan makale Ömer Seyfettin, Ziyâ Gökalp ve Ali Canip Yöntem’e âittir) ile meydana gelecektir. Bu hareketten sonraki edebiyat, “İkinci Meşrutiyet Edebiyatı”, “İkinci Meşrutiyet Sonrası Edebiyat” ve “Millî Edebiyat Akımı” olarak adlandırılmıştır. 1907’ye gelinceye kadar olan susku dönemi, altı yıllık bir zaman dilimini kapsayan “Servet-i Fünûn”cular ile aynı döneme rastlamaktadır. “Servet-i Fünûn” döneminde de sansür olmasına rağmen onlar susturulamamışlardır; çünkü özellikle Cenab’ın sanat değeri yüksek metinleri bu suskuya karşı gelmiştir.

1907’den sonra “Sanat şahsî ve muhteremdir.” sloganıyla bir beyannâme yayımlayan “Fecr-i Âti” ciler, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde tahsil gören gençlerin bir kısmından oluşur. Fakültenin bahçesinde şiir sohbetleri yapan gençler, bu sohbetlerde Hâşim’in “Şi’r-i Kamer”leri ve Hâlid Ziyâ’nın “Mâi ve Siyah” adlı eserleri üzerine söyleşirler. Sözünü ettiğimiz gençler, orijinal ve güçlü eserler ortaya koyamamışlar ve çağlarını tanıyamamışlardır. Bu nedenle boyunları arkaya takılı kalmıştır ve yalancı bir şafak (Fecr-i Kâzib) ortaya koyarak sahneden çekilmişlerdir. Bu dönemin sönmeyen yıldızları Ahmed Hâşim ve Emin Bülend’dir.

117 “Fecr-i Kâzib”den sonra sağlam bir duruşla çağının farkına varan bir edebiyat doğmuştur ki bu da Millî Edebiyattır. Bu dönemin şiir sahasında yetişen önemli şairleri Mehmet Emin Yurdakul, Ziyâ Gökalp ve Cahit Külebi’dir. Bunun dışında Ali Canip Yöntem, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hâlide Nusret Zorlutuna, Ömer Seyfettin gibi isimler de şiir yazmıştır; ancak daha çok nesir türünde başarılı örnekler vermişlerdir. Millî Edebiyat döneminde “gül” nâmına pek bir malzeme bulunmamaktadır. Bunun en önemli sebebi olarak da dönem şairlerinin millî konulara yönelerek fikrî zemine yaslanan şiirler yazmış olmaları gösterilebilir.

Ziya Gökalp (1876-1924)şiirleriyle döneminde önemli bir etki yapsa bile

düşünce yönüyle öne çıkmıştır. Dil ve düşünce yönü kabul gören Gökalp’in şiirleri sanat mecrasında değerlendirilmemiştir; çünkü Gökalp şairlik iddiasıyla ortaya çıkmamıştır. Günün sosyal, siyâsi ve târihî meseleleriyle yakından ilgilenen Gökalp, şiirlerini de bu doğrultuda kaleme almıştır. Halk için edebiyat oluşturma gâyesinden dolayı halkın dilini kullanmayı tercih eder. Bu yönüyle Şinâsi ile akrabalık gösteren Gökalp, Şinâsi’den millî ideali oluşturan millî bir mistik olması dolayısıyla ayrılır. Şinâsi’de Gökalp’e göre millî ideal yokluğu ve mistisizm eksikliği vardır. Manzûmelerinde dil-millet ve din sevgisinin ağırlıklı olarak yer alması şiirlerinin fikrî zeminini kuvvetlendirmiştir. Şiirlerini “Kızıl Elma”, “Yeni Hayat” ve “Altın Işık” kitaplarında toplamıştır.

ÇOBANLA BÜLBÜL

“Çoban kaval çaldı sordu bülbüle; Sürülerim hani, ovam nerede? Bülbül sordu boynu bükük bir güle; Şarkılarım hani yuvam nerede? Ağla çoban, ağla ovan kalmadı Gözyaşı dök, bülbül, yuvan kalmadı.

118 Çoban dedi: “Ülkeler hep gitse de

Kopmaz benden Anadolu ülkesi”253

Şeklinde devam eden şiirin tamamında vatan ve yurt sevgisi mistik bir yaklaşımla işlenmiştir. Şairin “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak” fikirlerini bir arada işleyen Gökalp’in “Çoban ile Bülbül” şiiri de diğer şiirleri gibi sanat yapmak adına değil, vatan ve millet sevgisini yaymak adına önemli bir misaldir.

İlk bakışta Halk Edebiyatı şiirlerinden bir parça gibi gözükse de bir fikri iletmek adına yazılmıştır. Dilinin sadeliği, “gül” ve “bülbül” imgelerinin halk şiirine özel doğallıkla kullanımı bakımından ve en başta halk için yazıldığından bir halk şiiridir denilebilir. Vakur ve ihtişamlı “gül”, Ziyâ Gökalp’in şiirinde menekşe imajıyla karşımıza çıkar; çünkü edebiyatımızın “boynu bükük” çiçeği menekşedir. “Çoban”, “bülbül” ve “gül” arasındaki zincirleme sorgulama tecâhü’l- ârif sanatının en güzel örneklerinden birini teşkil eder. “Çoban”dan “bülbül”e, “bülbül”den de “gül”e doğru bir zincirin halkası gibi ilerleyen sorgulama işleminde soranlar, sorduklarının cevâbını bilirler aslında. Şairin “çoban” ve “bülbül”e “ağla” diye seslenmesi derdini bir anlamda onlarla paylaşmasıdır. Derdine derman arayan şaire bir derman ve mânevî destek olarak, “çoban” ve “bülbül”ün verdiği yanıtlar geri döner. “Çoban” ve “bülbül”ü konuşturan da şair olduğu için diyebiliriz ki şair vatan ve millet sevgisini tabiat varlıkları üzerinden dile getirir. Tıpkı Âkif’in “Bülbül” şiirinde yaptığı gibi.

“Bülbüller sazda, Güller niyazda Derim namazda : El-hamdu-li’llâh..”254

253Nihad Sâmi, Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi,

119 Ziyâ Gökalp’in “Çocuk Duâları” şiirinde geçen bir dörtlükte Yunus Emre söyleyişi ilk bakışta göze çarpar. Özellikle üçüncü dizeyi dördüncü dizeye bağlayan anjambıman tekniği ile sehl-i mümtenîye varan bir söyleyişin izlerine rastlanır. Millî yönünün yanında mistik yönü de bulunan Ziya Gökalp, “gül”ü âşığının karşısında nazlanan bir sevgili olarak Halk şiirine benzer bir söyleyişle dile getirdikten sonra “Derim namazda/Elhamdülillah” dizeleriyleTekke Tasavvuf şiiri sahasına kayar.

Ziyâ Gökalp’in şiirleri: Yeni Hayat, Altın Işık, Kızıl Elma. Fevziye Abdullah

Tansel tarafından “Ziya Gökalp Külliyatı 1, Şiirler ve Halk Masalları” adı altında yayınlanmıştır.

Millî Edebiyatın oluşmasında en büyük payı olan isimlerin başında gelen Mehmet Emin Yurdakul (1869-1944) edebiyatımızdaki bu yerini 1892’de tanıştığı Şeyh Cemaleddin Efganî adlı bir zâtın desteği ile alır. Bazı edebiyat tarihçilerinin görüşlerine göre Millî Edebiyat döneminin en seçkin şairi olduğu bilinmektedir. En önemli eseri “Türkçe Şiirler”, yazıldığı dönem adına önemli bir çıkıştır. Çağının farkında olan ve akıllıca bir duruşun simgesi olan bu çıkış, devrin üstatları tarafından takdir edilmiştir. Muhâtaplar da zekîce davranarak Mehmet Emin’in “Türkçe Şiirleri” ne yönelik geri bildirimlerini “takdir” şeklinde sunmuşlarıdır; çünkü gelecek çaplı darbenin onlar da farkındadırlar. Ekrem, Hâmid, Fikret, Şemseddin Sami, Rıza Tevfik, Fazlı Necib, Gibb, Paul Holm, Minorsky, Giese, Neoldeke gibi üstatların takdirini kazanan “Türkçe Şiirler” sade bir dille kaleme alınmıştır.

Şiirlerine hâkim olan “millî ruh”, yer yer “dîni rûh” ile birleşerek lirik bir hava estirir. Mehmet Emin Yurdakul, “gül” imgesini şiirlerinde yurt sevgisi ve güzelliklerini anlatmak için kullanmıştır. Burada birkaç şiir parçasından örnekler vereceğiz.

“Ey güzel köy! Viran olma sakın şu genç yaşında; Dağlarında tâze otlar penbe güller biterken. 254

Fevziye Abdullah Tansel “Çocuk Duâları”,Ziya Gökalp Külliyatı 1, Şiirler ve Halk

120 Ey çobanlar! Beni anın, coşkun sular başında;

Yaprakları arasında mavi bir kuş öterken.” 255

Yurt güzelliklerini pastoral bir esinti ile anlattığı “Şehîd Yâhud Osman’ın Yüreği” adlı şiirinde “gül” bir tabiat dekoru olarak karşımıza çıkar.

“Ey kardaşlar! Şu küçücük armağanım atmayın; Bir goncadır: Muhammed’in gül bağından derildi. Sakın bunu yapma çiçek demetine katmayın Bu şey size özünüzü açmak için verildi.”256

Şairin Şeyh Cemâleddin Efganî’nin düşüncelerinden etkilenerek yazdığı “Kur’ân-ı Kerîm” adlı şiiri, Efganî’nin takdirini kazanmıştır. Bu şiire bir hediye olarak Efgâni, Yurdakul’a bir kitabını (er-Red ale’d –Dehriyyin) ve bir resmini hediye etmiştir. “Kur’ân-ı Kerîm” alı şiirinde “gül” insanlığın, geleneğin ve değerlerimizin özü olarak Hz. Muhammed ile birlikte anılır. Ayrıca şair, modern çağa bir muştu gibi sunduğu “gül”ü modern dünyanın süs nesnelerinden olan yapay çiçeklerden uzak tutmaktadır.

“Benim yavrum şu ikiyiz evli köyde bir idi; Bu yerlerde onun yoktu güzellikte menendi; O açılmış gül yanağı, süt köpüğü gerdanı, Onbeş örgü sırma saçı bayıltırdı insanı; İşte hâlâ baygın lâkin yine âhu o gözler!...”257

Anadolu’da bir annenin yetim kalan kızını evlendirmesi ve sonrasında eşinden zulüm görmesi sonucunda hastalanıp yataklara düşen kızına olan

255Fevziye Abdullah Tansel, “Şehîd Osman’ın Yüreği” Türkçe Şiirler, Mehmet Emin Yurdakul’un Eserleri 1: Şiirler, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basım Evi, 1989, s. 28. 256“Kur’ân-ı Kerîm”,Türkçe Şiirler, a.e., s. 33.

121 üzüntüsünü anlattığı “Ana ile Kız” şiirinde “gül”, genç kızın yanakları dolayısıyla bir teşbihe konu olmuştur.

“Zirâ bizim hayâtımız bahârına ermedi. Hürriyetin hiçbir dalı bize yemiş vermedi; Bilmez misin, zincir sesi işidilen bir toprak Cennet olsa bizim için bir karanlık zindandır; Bizim için penbe şafak bir kırmızı kefendir; Bizim için bir sadberk gül bir yabânî dikendir; Bizim için bir güğercin bir agulu yılandır.”258

“Beşiğin Önünde” adlı şiirinde Mehmed Emin Yurdakul, “Hürriyet” ve bağımsızlığın olmadığı bir yerdeki güzelliklerin bize zulüm olduğunu söyleyerek esâret yurdundaki “yüz yapraklı bir gül” ü yabânî bir diken” olarak görür.

“O bahar gülleridir Kılıcının kan renkleri; Güneşlerden tac giydirir Alnındaki çelenkleri”259

“Hasta Bakıcı Hanımlar”da şair, Allah için cihad ederken akan şehâdet kanını gelecek güzel günlerin “bahar gülleri” olarak ifâde eder. Yâni “gül” zorluklardan sonra sunulan İlâhi bir muştudur.

“Bizi de tuttular saçlarımızdan Attılar yerlere günahkâr gibi; Binlerde gül gibi nâzik ağızdan Saçtılar kanları yaralar gibi.”260

258“Beşiğin Önünde”,Türk Sazı, a.e., s. 66. 259Hasta Bakıcı Hanımlar, a.e., s. 229. 260Aydın Kızları, a.e., s. 282.

122 “Gül” imgesi, “Aydın Kızları” adlı şiirde“ağız” ile teşbih konusu edilmiş ve “kan” imgesiyle görüntülenmiştir.

“Gül bir çiçektir, arı tatlı bal yapar,

Bunlar altun la’l renkli imrenecek şeylerdir; Lâkin gülde bir diken arıda bir iğne var, Eğer dikkat etmezsen bunlar seni incidir.”261

Şair, “Dağınık Şiirler”inin bir bölümünde “gül” ve “arı”nın güzelliklerinin yanında can yakıcı yönlerinin de olması dolayısıyla bu iki varlığa karşı dikkatli olunması gerektiğine yönelik bir uyarıda bulunur. Burada dikkat çeken nokta “gül bir çiçektir” ifâdesidir. Yüzyıllar boyu şiirlerde ve birçok türde özel bir mânâ yüklenen değerin genel bir adlandırmayla sâdece “çiçek” olarak nitelendirilmesidir.

“O kadar kan döktüm, kanadım ki ben, Lâlede ve gülde kanımı buldum Bir penbe sabahta güneş doğarken; Al renkli Doğu’ya bakamaz oldum.”262

Vatan ve millet uğruna dökülen kanlar ve kanayan yürekler “Dağınık Şiirler” de geçen bir bölümde “lâle” de ve “gül”de kendini bulmuştur. “Lâle” ve “gül”e İslâm tasavvufunda önemli misyonlar yüklenmiştir. Bu bağlamda “Lâle” Cenâb-ı Hakk’ın, “Gül” de Hz. Peygamber’in tabiattaki bir zuhûrudur. Mehmed Âkif’in İstiklâl Marşı” nda “Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan şühedâ” şeklindeki muhteşem dizesi, burada “gül” ve “lâle” sûretinde boy verir. Dökülen “kan”lar “lâle” ve “gül”e tohum olmuştur.

“Kapında ağlayan mazlumlar için Hakları bir ekmek gibi dağıttın;

261Dağınık Şiirler, a.e., s. 318. 262Dağınık Şiirler, a.e., s. 329.

123 Adâlet isteyen bir diyâr için,

Kanını gül suyu gibi akıttın!263

“Gül”ün rengi dolayısıyla “Şehâdet kanı” imajı ile görüntülendiği diğer bir dörtlükte âdalet isteyen bir halka fedâkârlık edilerek akıtılan “kan”, “gül suyu”na benzetilir; çünkü bu “kan” bağımsızlık ve adalet için akmaktadır.

“Ey Kafkas’ın Doyu’ya kanad açan rüzgârı! Ey obalı çöllere,

Mâvi buzlu dağlara, o yug sulu göllere Bulutların üstünden uçan turna kuşları! Sizler ölüm gülleri biten Turan- ili’ne, Irmakları kan olan topraklara gidiniz; Boyunduruk altında ölenlerin nesline, O yaralı kalblere bizden selâm ediniz.”264

Turan illerde bağımsızlık uğruna verilen canlar, akıtılan kanlar “ölüm gülleri” imajıyla “Tan Sesleri” şiirinde görselleşir. “Ölüm” gibi olumsuz bir hâdisenin “gül” ile anılması; vatan için dökülen “kan”ların ve ölümün “gül” kadar güzel olması, vatan toprağında biten “güller”in rengini şehâdet kanından almış olmasındandır.

“Genç çağdaydım, kendimi bir dikenli yolda buldum; Hıçkırıklar işittim, gül ve bülbül bağlarından.

Felâketler topladım, Anadolu dağlarından; Uzun sazlı Âşıklar diyarında şâir oldum”265

263Dağınık Şiirler, a.e., s. 338. 264

Tan Sesleri, a.e., s. 148.

124 Birçok mazlumun âhına ve yetimlerin çığlıklarına yataklık eden, acı ve gözyaşı ile yoğrulmuş ruhlara bir ana kucağı şefkatiyle mekânlık eden Anadolu’nun nefis bağlarında “gül” ve “bülbül” çığlıkları işitilir. Bu çığlıklar -“gül ve bülbül”ün bireysel aşkının dışında bir feryât olarak -vatan sevgisi içindir.

Mehmet Emin Yurdakul’un Şiir Kitapları: Türkçe Şiirler, Türk Sazı, Tan

Sesleri, Turan’a Doğru, Ey Türk Uyan, Ordunun Destanı ve diğer şiirleri toplu olarak Fevziye Abdullah Tansel tarafından “Mehmet Emin Yurdakul’un Eserleri I- Şiirler” adı altında yayınlanmıştır.

Millî Edebiyat döneminin özellikle “hikâye” alanında gösterdiği başarılarıyla tanınan Ömer Seyfettin(1884-1920), Ali Canip Yöntem ve Ziya Gökalp ile “Yeni Lisan Hareketi” in öncülüğünü yapan isimlerdendir. Genel olarak klâsik hikâye tarzına bağlı kalarak hikâye yazan “Ömer Seyfettin’in edebî faaliyeti şiirle başlar. Öğrencilik yıllarından itibaren yazdığı şiirler ve mensur şiirler daha ziyade Servet-i Fünûn edebiyat anlayışı içerisinde değerlendirilebilir. Fakat o asıl, Türk hikâyesinde önemli bir basamaktır. Samipaşazade Sezai ve Halit Ziya ile bir noktaya gelmiş olan Türk hikâyesi onunla Cumhuriyet devri hikayesine bağlanır.”266

BÜLBÜLÜN ÖLÜMÜ “Sevenler bilinmiyor

Sevmeyenler bahtiyar! Ö. S.

Bir ilkbahar gecesiydi... Ay doğdu. Bahçedeki gölgeleri hep kovdu.

Karanlıklar sönerken Mavi, billur ve parlak

266

Ramazan Korkmaz, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı/1839-2000 (Ortak Çalışma), 7.b., Ankara, Grafiker Yayınları, 2012, s. 220.

125 Bir aydınlık içinden Meleklerden daha ak

Genç periler kaçtılar Sanki yerden semaya... Nurdan kanat açtılar Yeni doğan bu aya...

Bir ilkbahar gecesiydi... Bülbülün Son demiydi; hem bülbülün, hem gülün. Ölmüştü o yüz gece.

Ağlamıştı durmadan. Gözyaşları bitince Kalbi durdu vurmadan.

Gül her sabah açardı; Âşıkına acımaz. Serçe Bey’e saçardı Kokusunu yaramaz...

Bir ilkbahar gecesiydi... Tak dedi Bülbülcüğün canına aşk hasreti.

Başı döndü! Ölmekten Kısılmıştı nefesi. “O vefasız tünekten Gel, in!” diyen bir sesi Duydu. Hemen atladı

Sevdiğinin yanına. Gül kendini sakladı, Girdi onun kanıma...

126 Ruhu gayet büyük olan bu küçük

Aşık yine gülünü Görmeyince istedi Ateşinin külünü Dökmek ve bir “ebedî Hicran” denen ölüme Kavuşarak kurtulmak...

"Dünya kalsın gülüme!” Dedi, sükûn bularak.

Bir ilkbahar gecesiydi... Ararken Gördü bülbül gül yerinde bir diken. Gitti kondu üstüne

Yüreğini sapladı; Battı diken ödüne. Sıcak kanı kapladı. Yapraklara saklanmış Hain gülü ansızın; Benzetti çok utanmış Yanağına bir kızın...

Bir ilkbahar gecesiydi... Gül soldu. Onu “talih” denen bir sert el yoldu.

Sabahleyin yerdeki Yaprak yaprak na’şına Konan çapkın ve zekî

127 Serçe uçtu başına.

Ölen şatlık bülbülün Sevmek onca bir sırdı; Âşıkına bu gülün Baktı, baktı, şaşırdı!”267

Şairin “Bülbülün Ölümü” adlı ikişerli ve dörderli bölümlerden oluşan şiirinde bir “ilkbahar gecesi” yaşanan cinayet, öyküleyici bir tarzda kaleme alınmıştır. “Bülbül”ün “gül”e duyduğu ezelî aşk, onun ölümüyle sonuçlanmıştır. Bu ölüme sebep olan “gül”ün ölümü de “talihin sert bir eli”nden olur.

Şiirine “Sevenler bilinmiyor/ Sevmeyenler bahtiyar!” serzenişiyle başlayan şair, âdetâ suskun bir feryâd hâlinde şikâyetini arzeder. Şiirin ilk kısımlarındaki tabiat tasvirleri ve kişileştirmeler “Servet-i Fünûn” şiirinin en önemli kâidelerinden olan “Resim gibi şiir” anlayışını orijinal imajlarla gündeme getirir.

“Aşık yine gülünü Görmeyince istedi Ateşinin külünü Dökmek ve bir “ebedî Hicran” denen ölüme Kovuşarak kurtulmak... "Dünya kalsın gülüme!” Dedi, sükûn bularak.”

267Hülya Argunşah, Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri: Şiirler, Mensur Şiirler, Fıkralar,

128 Mısradan mısraya ve dörtlükten dörtlüğe sıçrayan anlam, bir nesir cümlesinin belli yerlerinden bölünerek şiir cümlesi şeklinde kullanılmasını sağlamıştır. Anjambıman tekniğinin şiirin anlam ağını kuşatması Servet-i Fünûn şiirinin anlamı etkileyen önemli biçim özelliklerindendir. “Gül”ün aşkından yanan ve “kül” olan “bülbül”, bir ilkbahar gecesi “gül”ünü göremeyince sonsuz bir hicrâna râzı olarak “ölüm”ü göze alır ve dünyayı“gül”e bırakıp sahneden tam çekilecekken “gül” yerinde bir diken görür:

“Bir ilkbahar gecesiydi... Ararken Gördü bülbül gül yerinde bir diken.

Gitti kondu üstüne Yüreğini sapladı; Battı diken ödüne. Sıcak kanı kapladı.

Yapraklara saklanmış Hain gülü ansızın; Benzetti çok utanmış Yanağına bir kızın...”

“Gül”e olan aşkından “diken”e saplanan “bülbül”, kan revân içinde can verirken zâlim “gül” ü yapraklarının içinden kendisine alaylı alaylı bakarken görür. Sevgilinin güzelliği olarak “gül”, “bülbül” tarafından utanmış bir kızın yanağına benzetilir.

Her sabah “Bülbül”e acımadan açan “gül”, “Serçe”yi “bülbül”e karşı bir rakip olarak kullanır ve kokusunu ona saçar: “Gül her sabah açardı; / Âşıkına acımaz.//Serçe Bey’e saçardı /Kokusunu yaramaz...” “Gül”, “bülbül”

129 ve “serçe”yi bir hikâyenin kahramanları gibi ele alan Ömer Seyfettin, hikâyesini âşık ve mâşuğun ölümüyle sonuçlandırır:

“Bir ilkbahar gecesiydi... Gül soldu. Onu “talih” denen bir sert el yoldu.

Sabahleyin yerdeki Yaprak yaprak na’şına Konan çapkın ve zekî Serçe uçtu başına. Ölen şatlık bülbülün Sevmek onca bir sırdı; Âşıkına bu gülün Baktı, baktı, şaşırdı!”

“Bülbül”ün ölümünün ardından kader, “gül”den “bülbül”ün öcünü alır ve onu yolar. Kaderin aldığı bu intikâmı keyifle seyreden “Serçe”, “gül”ün yapraklarının na’şına konar. Şiirin final sahnesinde fırtına sonrası bir sessizlikte tek aktör olarak “Serçe” kalır.

Ömer Seyfettin’in Şiir Kitapları: “Şiirler, Mensur Şiirler” Hülya Argunşah

tarafından yayınlanmıştır.

Milli-romatik duyuş tarzını kendine has bir şekilde yansıtan Cahit

Külebi (1917-1997) Memleket Edebiyatı hareketinin içine dâhil edilebilir.

Şiirlerinin ana ekseni “Anadolu insanı” üzerine kurulu olmakla birlikte Halk şiirlerinin özgün imgelerinden ve sâde söyleyişten yararlanarak kendine has bir saha oluşturmuştur. Avamın ve aydınların ortak paydasını Cahit Külebi’nin şiirlerinde bulmak mümkündür. “Aşık Veysel, Karacaoğlan ve Ali İzzet’le gelen halk şiiriyle teması, daha sonra Yahya Kemal’den Necip Fazıl’a ve Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya kadar modern şiire

130 uzanan bir alanda genişlemiştir. Şiirindeki rahat söyleme özelliği, bu iki güçlü geleneksel kaynaktan beslenmesiyle açıklanabilir.”268

SEVDA BAHÇESİ

“Bir gül mahzun durur bahçede Yaprakları yorgun.

Sen pembe güllerin en pembesi Hasta solgun.

Bir gül taze durur bahçede Yaprakları diri.

Sen beyaz güllerin en beyazı Sabahlar kadar iri.

Bir gül baygın durur bahçede Yaprakları serin.

Sen sarı güllerin en sarısı Yağmur gibisin.

Pembe gül hülyandır açılmış, Beyaz gül yanakların,

Sarı gül dağınık saçlarındır, Ve mahzun kalbim ateş gibi Yanan dudaklarındır.”269

İlk üç kısmı dörtlüklerden, son kısmı ise beş mısradan müteşekkil olan “Sevda Bahçesi”, şairin millî hazlarından soyutlanmış romantik şiirlerindendir. Cahit Külebi sevgilisinin hâlet-i rûhiyyesiyle “gül”ün bahçedeki duruşu arasında benzerlik ilişkisi kurmuştur.

268

Ramazan Korkmaz, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı/1839-2000 (Ortak Çalışma), s. 264.

131 Sade ve anlaşılır bir dille kaleme alınan şiirin ilk dörtlüğünde “hasta” ve “solgun” sevgili,“mahzun” ve “yorgun” bir “gül”e benzetilmiştir. Diğer dörtlüklerde bu benzetme sanatı sıfatların değişmesiyle devam eder. Son kısmın ilk üç dizesindeki “gül”lerin rengi sırasıyla birinci, ikinci ve üçüncü dörtlüklerde zikredilmiştir. Bu bağlamda metin bir paralellik arz eder.

Şairin “gül”ler üzerinden tasvir ettiği sevgili tipolojisi Divan Edebiyatındaki sevgili tipiyle uygunluk göstermez. Cahit Külebi’nin sevgilisi sarışın, beyaz tenli, pembe yanaklı, mâsum ve nârin bir tiptir. “Pempe gül”, sevgilinin hülyâlarını; “beyaz gül” yanaklarını, “sarı gül” ise dağınık saçlarını