• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM: KENTSEL MEKÂN-MÜLKİYET İLİŞKİSİNE İLİŞKİN

2.1. Kent ve Mekân

2.1.2. Mekân ve Mülkiyet

Mülkiyet ilişkileri tekelci denetimin içinde işleyebileceği mutlak mekânlar yaratmaktadır. Nüfus, mal, hizmet ve bilgi hareketleri de göreli mekânda oluşmaktadır. Çünkü kentlerdeki mesafenin direnişinden kurtulmak, para, zaman ve enerji gerektirmektedir (Özen, 2011: 140). Kentlerdeki parsellerin demografi ve piyasa açısından diğer parsellerle bağlantısı bulunmaktadır. Böylece ekonomik unsurlar mekân aracılığıyla toplumsal ilişkileri yönlendirmektedir. Kentsel ve mekânsal biçimleri anlamak, insan faaliyetlerinin diğer mekânları nasıl ürettiğini anlamaktır (Harvey, 2006: 19).

Feodal toplum XVIII. yüzyılda çözüldüğünde, sanayileşen kentlerin kapitalizmi toplumu yeniden örgütleyip, sınıflandırmıştır. Böylece toprağın değişim değeri başlamıştır. Toprak metalaşınca insanlar fabrikalarla bağ kurmaya başlamışlardır. Bu durum doğurgan bir üretimden kopuş anlamına gelmektedir. Yeni iktidar toprak değil kenttir. Ancak, hızlı dönüşüm kentleri de insanlardan koparmaya devam etmiştir. Önce toprak mülkiyet olmuş, sonra toprak ile insan arasındaki bağ kopmuştur. Toprak bir metaya dönüşmüştür. Bu durum mekânın mülkiyetleşerek metalaşmasının başlangıcıdır. Bu bağlamda, iktidarlar mekânlara hükmedebilmek ve o mekânlarda egemenlik sağlamak için sürekli mekânları tasarlamışlardır. İnsanlar mekânları dönüştürürken, mekânlar insanlara

hükmetmiştir. Mimar ve yöneticiler tiranlığı haline gelen kentler, insanları şekillendirirken hızla zaman ve mekânı kimlikler üzerinden yutmuştur. Planlamacılar kuş bakışı baktıkları kentlere hükmederken, kentler kendi mekânlarında yeni farklılıklar ve kimlikler oluşturmuş ve kent parçalanmıştır.

Kentleşme, II. Dünya Savaşı sonrasında tüm kapitalist işlemleri dünya ekonomisine katmıştır. Bu aşamayı da kentsel planlama ve kentsel dönüşümle gerçekleştirmiştir. “Sermaye birikimi ve kriz yönetimi yararına kentsel mekânı hâkim sınıflar için örgütleyen bir devlet aygıtı olarak kent, eleştirel incelenmiştir” (Soja, 2017: 129). 1980’lerden sonra, konut üzerinden toplumsal olarak örgütlenme mekânın tüketimini hızlandırmıştır. Kentsel ekonomiler tüketici bir pozisyonda dönüşmüştür. Böylece mekân artık üretim mekânı olmaktan çıkmıştır. XVIII. yüzyıl kentlerindeki gibi sanayileşmenin kentleşmenin nedeni olduğu dönemler yerine, kapitalist birikim devletin artan gücüyle mekânı planlamış ve dünya ölçeğinde genişleyen iktidar ve kent ilişkileri ön plana çıkmıştır.

Harvey’e göre (Soja, 2017: 132-138), sanayiyle oluşmuş artı değerin azalması inşaat piyasasındaki artı değeri çoğaltmaktadır. Sanayi kent merkezinden çıktığında, kentsel mekânda artı değeri inşaat sağlamaya başlamaktadır. Bu artı değeri de yerel yönetimler veya ulus devletler kullanmaktadır. Kentlerde yapılı çevrenin egemenliği, kentsel rant ve kentsel mekânın kolektif tüketim uğruna örgütlenmesi, kentsel mekâna doğrudan müdahaleyi beraberinde getirmiştir. Kapitalist birikim mekânları planladığında, sermaye kentsel mekânı üreterek mekân odaklı sınıf mücadelelerine sahne olmaktadır. Böylece, kapitalizmin dönüşümü toplumsal ve mekânsal mücadele ile gerçekleşmektedir. Mekânın yeniden üretimi ileri sanayileşmiş ülkelerin kent merkezlerinde konutlara ve sosyal hizmetlere göre gerçekleşmiştir. Tüketim unsurları mekânlar, lüks yaşamlar ve yaşam kalitesi olmuştur. Bu durum, erken kapitalizmin işçilerini yerinden ederek ve o işçileri de bazen konut sahibi yaparak gelişmiştir.

Mekân kapitalist üretim araçlarını ve toplumsal ilişkileri üretmektedir. Toplumsal ilişkiler kentsel mekânlarda iktidarın yönlendirdiği aidiyet hisleriyle

birleşerek mülkiyet edinme alışkanlığını kazandırmaktadır. Kapitalist üretim kentsel mekânı değiştirdikçe mülkiyet de sınıflar arasında eşitsiz dağılmaktadır. Kentsel planlama ve dönüşüm sürecinde değer kazanan mekân alt sınıfın karşılayamayacağı ekonomik boyutta dönüşmeye başladığında mekânlar üst sınıflara hizmet eder boyuta geçmiştir. Oysa kent hakkı kentsel mekânlarda sınıf ayrımı gözetmemektedir. Hakla herkes için kullanılırsa mülkiyet eşitsizlikleri oluşmayacaktır. Ancak, günümüz kentleşme süreçleri politik yapılanmalar olduğu için yenilenen mekânlar herkes tarafından kullanılabilen mekânlar olamamaktadır. Kent hakkı konusunda Harvey (Ertürk, 2013: 50), Lefebvre’nin mekânsal pratiklerine mülkiyet kavramını da katmıştır. Mekân konusunda, ulaşılabilirlik mülk edinmeyi toplumsal sınıflar arasında böldüğünde mülkiyet kent hakkı olmaktan çıkmaktadır. Bu bağlamda, mekânın hâkimiyeti yeniden başlamış olmaktadır. Böylece, iktidar mekân üzerinde planlama yoluyla egemenliğini ilan etmektedir.

Mülkiyet hakkı, mülkün hiçbir sınırlama olmaksızın kullanılabilmesidir. Toprak üzerindeki mülkiyet hakkının kötüye kullanılması kuralsız ve denetimsiz kent yapılanmasını teşvik etmekte ve kent planlamaları uygulanamamaktadır. Bu durum denetimsiz büyümeye neden olmaktadır. Böylece, kentsel dönüşüm bu denetimsiz büyümeyi kontrol altına almak istemektedir. Ancak, konut mülkiyeti zenginlerin üzerinden rant oluşturan bir araç haline geldiğinden bu durum düşük gelirliler için adaletsiz mekân paylaşımı haline gelmektedir. Adaletsizlik, kentsel mekânlarda çelişkiler ve gerilimler yaratmaktadır. Böylece iktidar ve kentliler karşı karşıya gelmektedir. Özellikle kentsel mekânlarda kamusal alanlar özel mülkiyet ve rant alanı haline gelirse kentsel eşitsizlik yaşanmaktadır (Çetin, 2008: 34-43).

Dünya kentlerindeki kentsel eşitsizlikler arttıkça toplumlar mülkiyet sınırlarıyla ayrıştırılmış ve kentsel mekânlar parçalanmıştır. Bu ayrışma XIX. yüzyılda postmodern kentleri ön plana çıkarmıştır. Farklılıklar bütünleşebilir düşüncesiyle tasarlanan kentsel mekânlar ve geçmişi gelecek kuşaklara taşımanın

önemi özellikle geleneksel kent merkezlerine dönüşü sağlamıştır. Daha da önemli olan koruma, restorasyon ve canlandırma günümüz kentsel planlamalarının farklı yorumlamaları olmuştur. Ancak yenilenen alanları tüm kentlilerin kullanımına göre tasarlamak gerekmektedir. Postmodern kentlerin yamalı bohçası da mülkiyet üzerindeki tahakkümü ve sınıfsal çelişkileri ortadan kaldırmamıştır. Çünkü 1980’lerden sonraki kalkınma dönemi küreselleşmeyle birlikte tüketim kalıplarında hızlı bir değişim sağlamıştır. Bu durum yaşam biçimlerinde ve kentsel mekânların paylaşımında eşitsizliklere neden olmuştur. Kentsel eşitsizliklerin sonucu olan bölünmüş mekânlara ulaşamayan yoksunlar kent hakkını aramak için kentsel hareketlere yönelmişlerdir. Çünkü bölünmüş mekânlar kentlere adil erişimi engellemektedirler. Gündelik yaşamların temelinde yer alan konut, eğitim, sağlık, kültür, ulaşım olanaklarına ulaşamama hak taleplerini arttırmaktadır. Mekân toplumu ayrıştırmakta, ayrışan mekân da toplumu parçalamaya devam etmektedir. Parçalanmaya çözüm yine kentsel dönüşümle aranmaktadır.