• Sonuç bulunamadı

Kaynak: https://peyzax.com/bahce-kent-modeli/ (erişim tarihi: 18.05.2018)

İtalya’nın birçok kent ve kasabalarında Bahçe Kent anlayışından etkilenmiştir. Isolotto içinde Floransa, Falchera içinde Torino, Harar içinde Milano, Cesate Villaggio içinde Cesate vb.

Bahçe Kentler İngiltere’de Yeni Kent olarak uygulanmıştır. Yeni Kent kavramını ilk olarak İngilizler, Howard’ın Bahçe Kent fikrinin uygulanabilmesi için kullanmışlardır (Keleş, 2010: 48). İngiliz İşçi Partisi bir politika olarak benimsediği bu akımı, 1946 yılında Kamu Yalıtım Planlaması olarak düşünürek ve Yeni Kentler Kanunu (New Towns Act) olarak çıkardığı özel bir kanunla Howard’ın öncülük ettiği Bahçe Kent hareketini uygulamaya koymuştur (Altaban, 1990: 88). Yeni Kentler bölge planlama aracı ve yerel planlama örneği olarak kentsel planlama adına yeni bakış açıları oluşturmuştur. Nüfusu 10 milyonu aşan Londra’da nüfus yoğunlaşmasını yaymak için Londra’nın çevresinde, kendine yeterli küçük kentler kurmak düşüncesi Bahçe Kent kavramının ortaya çıktığı anlarda bir çözüm olarak düşünülmüştür (Keleş, 2010: 49). Kentsel koruma yönteminin karşıtı olarak değerlendirilen bu Yeni Kent programı kentsel hizmetlerini kamu yatırımlarıyla gerçekleştirmiştir (Altaban, 1990: 75). Bugün

sayıları 40’a yaklaşan ve nüfusları 100 bini geçmeyen kentlerde köy huzuru, temiz hava, yeşillik, kentlerin olanakları ile birleştirilmek istenmiştir.

Yeni Kentlerin kendilerine yeterli olmaları için sanayi ile bağlarını koparmamaları gerekmektedir. Bu bağlamda sanayi için özendirici olan yeni kent planlamaları oluşturulmuştur. İngiltere’de uygulanan Yeni Kent politikasının başarısızlıklarını Keleş (2010: 49) imar ortaklıklarının yetkilerinin yetersizliği, Yeni Kentlerin sayılarının, kuruluş yerlerinin, bölgelere dağılma önceliklerinin uzun dönemli çözümlemelere konu yapılmamış olması, Yeni Kentlerin eski kentlerle bağlantılarının yetersiz oluşu, dayandıkları araştırmaların yetersizliği olarak sıralamıştır. Ayrıca, Londra’nın nüfusunun artmaya devam etmesi kent politikalarının yetersizliğine neden olmuştur.

Londra’nın kuzeybatısında bulunan ve 1967 yılında oluşturulmuş Milton Keynes Bahçe Kenti, Bahçe Kent deneyimlerinin başarılı olanları arasında sayılmaktadır. Nüfus hedefi 250 bin olan kent öngörülen nüfusu sağlamamıştır (Bendixson ve Platt, 1992: 29).

Türkiye’de ise 1930’lu yıllarda kent planlamalarında Bahçe Kent uygulamaları görülmektedir. Ankara’da, Malatya’da ve Nevşehir’de Bahçe Kent uygulamaları ortaya konmuş, ancak çeşitli nedenlerden dolayı sürekli olamamıştır. Ankara’nın Cumhuriyet’in ilk yıllarında hızlı bir şekilde göç alması planlama sorunlarına yol açmıştır. Özellikle Berlinli Mimar Carl Lörcher tarafından hazırlanan yeşil alanlarla çevrili yerleşim planı olan Bahçelievler Bahçe Kent uygulamasına örnek verilebilir. Yeşil alanların yerleşim alanlarına açılmasıyla ve konutların en fazla iki katlı olmasıyla tasarlanan Bahçelievler’de yaşam alanları, iş ve alışveriş, sanayi alanları birbirinden ayrılmıştır (Tuncel ve İlerisoy, 2016: 2831). Az katlı binalar ve yeşil alanlarla tasarlanan Bahçelievler Ankara’nın hızlı büyümesine çok fazla dayanamamıştır. Hızlı göç sorunu çok katlı apartmanları beraberinde getirmiştir. Günümüzde Bahçelievler’in ilk oluşum yıllarından az sayıda dönüşmeyen yapı kalmıştır.

Malatya’da ise 1946 yılında H. Prost tarafından tasarlanan Bahçe Kent planı uygulanmıştır. Malatya’nın kent yapısında yoğunluk düşük olduğu ve Malatya’nın kent yapısında bahçe içerisinde az katlı binaların kullanımı fazla olduğu için; bu kentte Bahçe Kent uygulamaları daha fazla süreklilik kazanabilmiştir (Polat, 2014: 135-170). Aynı zamanda, Malatya’da da Bahçe Kent uygulamaları devlet tarafından desteklenmiştir.

Köy ile kent yaşamını birleştirmek amacıyla köyü kentleştirmek ve üretimi köye taşımak adına köy-kent projeleri oluşturulmuştur. Bu projeler Yugoslavya’da, Çin’de komün sistemi adı ile denenmiştir. Bu bağlamda, köy- kentler Howard’ın Bahçe Kent ütopyasının XX. yüzyıl koşullarına uydurulmuş bir biçimidir. Kentleşmenin hızıyla köylerini terk eden nüfusu yine köylerine çekmek ve köy-kentleri anakentlere bağlamak fikri ile kentleşme sorunları çözülmek istenmiştir. Bu amaçlarla, 1970’li yıllarda Meier kentsel köyler, Weitz kırsal kent adlarıyla uygulamalar oluşturmuşlardır (Keleş, 2010: 48-50).

Köy-kent projesinin temel amacı, kırsal nüfusu kente iten itici etmenleri en aza indirmek ve kentin çekici yönlerini kırsala taşımaktır. Türkiye’de 1978 yılında Köy İşleri ve Kooperatifler Bakanlığı’nın Van’ın Özalp ilçesi Dorutay Köyü ve çevresindeki 13 köyde Özalp Köy-kentler Demeti Projesi uygulanmıştır. Ayrıca Orman Bakanlığının Mudurnu ilçesindeki Taşkesti Köyü ve çevresindeki 21 köy için ilk Köy-kent uygulaması hayata geçirilmiştir (Güler vd. 2014: 162). Köy- kentler de uygulama açısından yeni kent oluşturmak yerine köy hayatının da çekici kılınması açısından oluşturulmuştur. Bahçe Kentlerle benzer özellikleri kendi kendine yetebilen, yeşilin ağırlıklı olduğu yaşam alanları oluşturulmasıdır. Ancak Türkiye’deki bu uygulamaların amacı büyük kentlere olan yoğun göçün yavaşlatılmasıdır. Dünya’daki Bahçe Kentler ise, kent hayatının yoğun ve sıkışmışlık hisleri arasından sıyrılmak ve üreten kentlerin oluşturulmasını sağlamaktır.

Bahçe Kent modeli küçük ölçekli yerleşimler aracılığıyla büyük kentlerin sorunlarından kurtulmak fikriyle ortaya çıkmış ve büyük kentin kirlilik, gürültü,

bunalım, yoğunluk gibi sorunlarına çözüm olarak sunulmuştur. Bireysel sahiplenme yerine toplumsal sahiplenme söz konusudur. Ancak toplumsal yönetim mekânsal çözümler üretememektedir. Bahçe Kent modeli genel yönetimin dışında kalmıştır. Ayrıca, üretim ve endüstriye çok ağırlık verilmemiş, göz ardı edilmiştir. Bahçe Kentler prensipleri belirlenen kent modelleri olmuştur. Örneğin, nüfusları bile sınırlı tutulmak istenmiştir. Ancak toplumsal değişme ve bahçe Kent civarında ötekileştirilmiş kentliler nüfus artışını beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda, kontrolsüz değişimler yaşanmış, kentler belirlenen sınırlar içerisinde kalmamıştır. Bu durum kentliler arasında yeni bir ekonomik ve sosyal mesafe açabilmektedir. Çünkü büyüyen kent alt grupların tekrar kent çeperlerinde toplanmasına sebep olmaktadır. Bir komün anlayışı ile tasarlanan model içine kapanmış alanlar oluşturabilmektedir.

2.2.4. Fronk Lloyd Wright’ın Broadacre Kenti

Wright, Le Corbusier’in aksine az katlı binalar tasarlayarak doğa ile uyum ve fazla yeşil alan düşünmüştür. Kendi kendine yeten kırsal kentler olarak Broadacre kentler tasarladı. Geniş dönüm kentler olarak adlandırdığı kent ütopyasında, su ve enerji özel sektörle değil, devlet eliyle kentte kullanılacaktı. Geniş yollar, dev caddelerin gözü yormadığı yaşam adaları oluşturmuştur. Bütün ve tüm ülkeyi kapsayan bir kent planı yapmıştır.

Şekil 9-Fronk Lloyd Wright’in Broadacre City Proje Eskizi

Kaynak: Hall, 2002.

Wrihgt, Howard’ın küçük ve az nüfuslu kent tasarımının tersine merkezsiz ve geniş bir kent tasarlamıştır. Kentin üretim noktası tekil aile olacak ve aile çiftlikleri kenti ortadan kaldırıp, kırla kenti harmanlayacaktır. Wright’in geniş dönümlü kentinde herkesin geçimini sağlayacağı kadar toprak sahibi olmaya hakkı vardır (Fishman, 2002: 114). Kentlerin kriz yaşamasının nedeni toprak mülkiyetinin eşitsiz dağılmasıdır. Bu bağlamda, insanlar zamanlarının çoğunu kapalı iş mekânlarında geçirdikten sonra kaçış noktası olarak konutları görmektedir. Eğer, iş ve özel alan mekânı ayrımı kalkarsa mutsuzluk da ortadan kalkacaktır. Wright, kent modelinde fabrika ve ofisleri konutlarla birleştirmiştir. Merkezi olmayan bir kentin merkezi her yerdedir. Bu her yerdeki merkeze ulaşım geniş otoyollarla sağlanmaktadır. Bu bağlamda, insanlar kendi seçimi olan yaşam biçimlerini oluşturmuş olacaklardır. Wright, Howard’ın toplumsal dayanışma kavramının aksine bireysel mülkiyeti ön plana çıkarmaktadır. Bir bakıma Broadacre kent modeli, kentteki yapıların dışında kalan alanların nasıl kullanılacağına dair çözümler üretmiştir. Organik bir kent modeli olan bu model, kırsal ve kentsel alanlar arasındaki ayrımı kaldırmıştır. Fabrika bölgesi, banliyö bölgesi, hatta kamusal alan yoktur. Yönetimsel ilişkileri de kentin içindeki bir göl kenarındaki ofise yerleştiren Wright, iktidarı da kentin içinden kaldırmıştır. Geniş

alana yayılan kente ulaşım için karayolu ağ sistemini detaylı hale getirmiştir. Otoyollarla hizmet kentin her yerine yayılmaktadır. Bu kent modelinde böylece “merkez her yerde ya da hiçbir yerde” (Şahin, 2017) olabilmektedir.

Demokrasinin kentte oluşması için fiziksel ve ekonomik bağımsızlık önemlidir. Bu oluşum da toprağın yerelleşmesi ve eşit dağılmasıyla gerçekleşmelidir. Bireysel mülkiyet herkese eşit dağıtıldığında eşitsizlik ve yoksulluk ortadan kalkmış olacaktır. Wright, önerisinde ayrılmamış mekânlar ve ailenin yönetici olduğu kentler tasarlamıştır. Böylece, özel mülkiyet aile çiftliklerini oluşturmuştur. Ekonomik birim olan aile, ilerlemeye engel olan anakentlerin krizinden kentleri kurtarmış olacaktır. Doğa ile insan arasındaki bağ metalarla kuvvetlendirilmiştir. Ancak tekelde biriken sermayenin etkisiyle merkezileşme yine kaçınılmaz olmaktadır. Aynı zamanda, teknolojiyi de oldukça içine alan bir model olarak telefon ve otomobil kullanımlarını geniş dönümlerde mesafeyi kısaltan bir sistem olarak kullanmaktadır. Planlı bir yerelleşme teknolojik aile çiftlikleriyle kurulmalıdır. Modern kentlerde toprağa yönelen insanlar, bireysel mülkiyetlerini hayatın merkezine almışlardır (Fishman, 2002: 114).

2.2.5. Kent Ütopyalarına Dair

Yapılı çevre ile doğal çevre arasında sağlıklı bir bağ kurabilmek adına amaçlanmış tasarımlar, çağdaş kent planlama anlayışının temeline sağlam bir şekilde oturmuştur. Kent ütopyalarının mantığı, kentleri yeniden yapılandırarak ve hatta eski kentleri yıkıp yeni kentler oluşturarak adil bir topluma giden yolu çizmek istemişlerdir. XIX. yüzyılın korkutucu, gösterişli kentleri mekânın insan üzerindeki tahakkümünü hissettirmekteyken ütopya kentleri, geniş kamusal alanların zincirini kırmak istemişlerdir. Yapılı çevre ile doğayı birleştirmeyi amaçlamışlardır. Bu ütopyalar, XX. Yüzyıl kentlerinde kâğıt üzerinde kalmamış, birçok tasarımcı ve planlamacı tarafından kullanılmıştır. Ancak, tasarım ve planlama için ihtiyacımız olan ütopyalar, mekânı insandan daha çok soyutlamıştır. Yıkıp yeniden yapmak, toplumsal yapının köklerini mekândan ayırmak anlamına

gelmektedir. Yaşayan kentlerde, mekânın kullanımını o kentte yaşayanlara bırakmak germektedir.

Modern toplum, bürokrasi ve planlamanın çağında yaşayan bir toplum olarak nitelendirilmiştir. Ancak, bu ütopyalar mekânı, tek düze ve sıkıcı hale getirmiştir ki, mekân organik ve akışkandır. Mekân insan ile bağını yüzyıllar öncesinden toprak ile kurmuştur. Bir anda o bağın kesilip, farklı bir planlama üzerinden devam etmesi beklenmemelidir. Bu bağlamda, hafızası olan kentler toplumsal yapının göz ardı edildiği her planlamada tarihi ön plana çıkarmış olacaktır. Kent tasarımları mevcut yapının daha iyi olması için değil, yeni oluşumlar için önerilmiştir. Kent planlamacılarının ortaya koydukları planlarla denemeler yapılmakla birlikte çok da kalıcı olmamıştır. Bunun nedeni, toplumsal ve sosyokültürel yapıyı göz ardı etmeleri olabilmektedir. Yapılan tasarımlar, düzenlenen kentlerin içinde yaşayan kentliyi zamanla kent dışına itmiş ve yeni çöküntü alanları oluşturmuştur. Bu bağlamda, mekân kavramını karmaşık ve çeşitlilik içerisinde incelemek gerekmektedir. Bir bakıma, kentlerdeki nihai problem mülkiyet dağılımlarının eşitsiz olması ve kamusal alanların yeterli

derecede erişilebilir olmamasıdır.

2.3. Modern Mekân Üzerine Tasarımlar

İnsan yaşamının en büyük bölümü kentlerde geçmektedir. Kentte yaşamayan insan kendini merkezde kabul etmemektedir. Tarihsel boyutta ilk toplumsallaşma zamanlarından günümüz küresel kentlerine kadar temel ihtiyaç alanı kentler olmuştur. Kentli olmanın özgürleşmek olduğu Antik kentlerden, kentin hızlılık ve dakiklik ile tanımlandığı zamanlara doğru bir süreç yaşanmıştır. Yeni dönem kent çalışmaları; insanı psikolojik, toplumsal hakları ve kentsel haklarıyla birlikte var etmeye başlamıştır.

Neo-liberalizmin ilk yükselişinde kentler hem büyük ekonomik alt üst oluşların, hem de özellikle toplumsal yeniden üretim alanında, sosyo-politik mücadelelerin alevlenme mekânları haline gelmişlerdir. Refah kenti modelinden neo-liberal kent

modeline doğru geçiş bu yönde alt üst oluşlarla gerçekleşmiştir. Bu bağlamda, neo-liberalizmin manzarası eşitsizdir. Finansal disiplinin kentlere yüklenmesi ve sosyal devletin yeniden dağıtım sistemlerinin zayıflatılması sonucunda kentler için olumsuz durumlar oluşmuştur. Bu durum kent içinde yerleşim konusunda sürekli bir yarışmacı kaygıya neden olmuştur. Bu yönetim yapılanmalarınca deneme tahtası olan kentler ekonomik ve toplumsal yapıyı hala merkezlerinde tutmaktadırlar. Çağdaş yapısalcı akademisyenler bu yapıyı sınıf üzerinden tartışmışlardır. Böylece, kentlerde sınıfsal yapıyı tanımlamak üzere birçok fikir ortaya atılmıştır. Bu fikirlerin öncüleri Harvey, Lefebvre ve Castells’dir. Mekân ve coğrafya ilişkisi üzerinden sınıf yapıları tanımlanmıştır.

2.3.1. Harvey’de Kentsel Mekân

Harvey’e (Şengül, 2001: 21) göre, sadece sermaye değil, toplumun bilinci de kentleşmektedir. Sınıf dışında aile, devlet, birey, topluluk bilinçleri de vardır. Ama asıl bilinç odağı sınıftır. Adalet konusunda kentin çöküntü alanlarında yaşayanların suçu oluşturduğu düşünülmüş ve bu alanda yaşayanlara tavır alınmıştır. Aslında, mekân politiktir.

Harvey’in (2013: 49) kentlerin yapılanması hakkındaki düşüncelerinde 1960lı yıllardaki Fransa vardır. Paris’teki sorun Fransız merkeziyetçi devlet anlayışı tarafından bürokratik olarak düzenlenip uygulamaya konan bu süreçte demokratik katılımdan ve hayal gücünden eser olmayışı sınıf imtiyazı ve baskıya dayalı ilişkilerin kentlere taşınmasıdır. Aynı zamanda Lefebvre’ye (2017: 20) göre, kır ve kent arasındaki ilişki de kökten dönüşüm geçirmektedir. Geleneksel çiftçiliğin ortadan kalkmasıyla kır kentleşmeye başlamıştır. Böylece doğayla olan ilişkiye, tüketime dönük yeni bir yaklaşım ile bakılmaya başlanmıştır. Örneğin, hafta sonları ve tatillerde gidilen kırsal kesimden, şehrin çeperinde giderek yayılan yeşili bol banliyölere bir değişim olmuştur. Mekânın üretimiyle şehir pazarlarına tarım ürünleri tedarik etmeye odaklanan kapitalist üretkenlik yaklaşımı, kendi kendine yeten küçük çiftçiliğin yerini alıyordu. Bu bağlamda şehir kır ayrımı silikleşmiştir.

Harvey’e (1968) göre geleneksel şehir bu ayrımın silikleşmesiyle ölmüştür. Çünkü dizginlenemeyen kapitalist bir gelişme vardır. Sermayenin aşırı birikimini yatırıma dönüştürmek için duyulan ihtiyaç toplum, çevre ve siyaset açısından doğacak sonuçları fark etmeden yayılan bir kentsel büyüme oluşmuştur. Harvey ve Lefebvre bu oluşuma dur diyecek tek olgunun antikapitalist hareket olduğunu vurgulamaktadırlar.

Harvey’e (1968) göre, kentler artı ürünün toplumsal ve coğrafi olarak yoğunlaşmasından doğmuştur. Bu bağlamda, kentleşme daima sınıfsal bir olgu olmuştur. Artı ürün birileri üzerinden elde edilmiş, ancak o artı ürüne küçük bir grup sahip olmuştur. Kapitalist dönemde bu devam etmiştir. Marx’ın dediği gibi kapitalizm bir artı değer arayışı üzerinde şekillenir. Böylece kapitalizm kentleşmenin ihtiyaç duyduğu artı ürünü sürekli üretir. İkisi arasında içsel bir bağ vardır. Kapitalist üretimin zamanla artış grafiği ile dünya nüfusunun kentleşmesinin çizdiği grafik arasında büyük oranda paralellik vardır (Duru ve Alkan, 2002: 151).

Harvey (1968) 1853’lerde Hausman’ın yaptığı Paris kenti düzenlemelerinin aslında diğer kentlerde de olduğunu örneklerle belirtmiştir. Hausman Paris’te toplumsal istikrarı sağlamaya çalışmıştır. Tüketim kültürü oluşturmuştur. Bu tüketim kültürü de işçileri dışlamıştır. 1868’de tüketim, turizm sektörü aşırı genişlemiş ve finans sistemiyle kredi sistemleri çökmüştür. Hausmann’ın yetkileri elinden alınmıştır. Böylece Hausman’ın yerle bir ettiği şehirden Paris Komünü doğmuştur. Mülkiyetlerini kaybeden grupların şehri geri alma arzusundan sosyalist bir modernlik oluşmuştur. Bu durum, merkezi kontrol idealine karşı merkezsiz, anarşist bir halk denetimidir. Hausman’ın Paris’e yaptıklarını Robert Moses Newyork’a borçla finansa edilen karayolları ve alt yapı dönüşümleri aracılığıyla yapmıştır (Harvey, 1968).

Banliyöleşme ile bütün metropoliten alanın yeniden inşası yoluyla artı ürünün dolaşımına çözüm bulmuştur. Küresel kapitalizm, II. imparatorluk zamanında Paris’te olduğu gibi bu yenileşme yaşam tarzlarında da köklü değişime neden

olmuştur. Kent merkezlerinin içi oyulmuş ve kentsel kriz yaşanmıştır. 1960’larda merkezde yaşayan başta siyahi azınlıklar krize neden olmuştur. Jacobs önderliğinde şehir estetiği için Moses’e karşı ayaklanma başlatılmıştır (Harvey, 1968).

2.3.2. Lefebvre ve Mekânın Üretimi

Dünya’da 1968’e gelindiğinde, banliyöler tamamlanmıştır. Orta sınıf beyaz öğrenciler, sıra dışı hale getirilen diğer gruplarla ittifak arayışı içerisinde başkaldırmışlardır. Aynı zamanda mali kriz de başlamıştır. Bretton Woods krizi olarak adlandırılan gayrimenkul sektöründeki patlamayı finanse eden kredi kurumlarındaki krizdir. Böylece küresel emlak piyasası iflas edince kapitalist sistem topyekûn krize girmiştir. Küresel krizi önlemek için kentsel projeler borçla finanse edilmeye başlanmıştır. Dünyanın neredeyse bütün şehirleri topraklarını yitirip köylerinden gelen göçmen seline rağmen zenginlere yönelik ve birbirine benzeyen yapılaşmaya yönelmiştir.

1980’lerde ise ipotek piyasası dönüşmüştür. Eşitsiz coğrafi gelişim küresel krizlere sebep olmuştur. Finans sistemi eşgüdümle raydan çıkarak yine kitlesel krize nende olmuştur. Bu bağlamda yine yaşam tarzları değişmiştir. Tüketim kültürü, turizm, kültürel ve bilgiye dayalı endüstriler, alış veriş merkezleri, çok katlı sinemalar, hipermarketler büyük şirketlerce hızlıca üretilmeye başlanmıştır. Bu durumda banliyölerin yavanlığına yeni şehirleşme ile çare bulunmak istenmiştir. Şehrin tam ortasında artan bireysel yalıtma, endişe ve nevroz hali güvenlikli siteleri oluşturmuştur. Ayrışma hayallerdeki şehir yaşantısını ipotekle piyasaya sunmuştur.

Lefebvre’ye (Aslanoğlu, 2000: 64) göre kapitalizm kent mekânını işgal etmiş ve mekânı üretmiştir. Kapitalizm kendi değerlerini oluşturmuş ve sınıfların yaşamlarını idame ettirmek için mekânlar haline gelmiştir. İş yeri ve ev dışında da kent planlamaları düzenlenmelidir. Ancak, özel mülkiyete son vermeden bu yapılamaz. Ona göre burjuvazi kent mekânın başarı ile kullanmaktadır. İşçiler de kapitalizmin ayakta kalmasını sağlamıştır. Mekân böylece tekrar üretilmiştir.

Mekânın kendisi üretim nesnesi olmuştur. Lüks evler, siteler ve mekânsal maliyetler böylece yaşamı soyutlaştırmıştır. Kapitalizm için mekânın değişim değeri önemli olmuştur. Böylece günlük yaşam üzerinden yeni üretimler ve tüketimler yapılmaktadır.

2.3.3. Castells ve İktidar

Castells Althusser’in ideolojik aygıtlar kuramından etkilenmiştir (Althusser, 2003). Onun sistem teorisini kentsel sisteme uygulamıştır. Kentsel sistem ekonomik, politik ve ideolojik olarak üç düzey ile oluşmalıdır. İdeolojik düzey kentsel simgelerdir. Ekonomik düzey de üretim tüketim ve değiş tokuştur. Kentsel yapıya değinmek için tüm toplumsal yapıya tarihsel olarak değinmek gerekir. Kentsel sistem kültürel bir birim olarak ifade edilemez.

Castells’e (Bal, 2002: 128) göre kentsel sistem iş gücünü yeniden üretmektedir. Nüfus yoğunlaştıkça tüketim süreci de yoğunlaşır. Devlet önemli üretim tesislerinin tedariki için çok fazla sorumluluk yüklenmeye başlar. Bir bütün olarak toplumsal sistem içindeki iş gücün üretilmesi mekânsal sistem içerisinde olmaktadır. Kentsel olan ve işgücünün yanında büyük oranda tüketim araçlarının da devlet eliyle oluşturulması söz konusudur. Tüketimin kolektif hale getirilmesiyle kent sorunsalı politik hale gelmektedir. Sınıf mücadelesini oluşturan etmenlerin ekonominin yanında ideolojik ve politik üretimler de olduğunu savunmuştur. Kent sistemleri üzerindeki politik düzey sistem çelişkilerinin oluşturmaktadır. Kent planlaması politik olarak özellikle egemen sınıfın çıkarlarının gerçekleşmesi için arabulucu pozisyonda olmaktadır. Ayrıca, bu durumda üretim ve tüketim arasında çelişki oluşmaktadır. Örneğin, kent içerisinde konut, hastane, eğitim olanakları gibi ürünleri üretmektedir. Bu ürünler bu üretime dâhil olan firmaların ve sanayicilerin kendilerine özgü özerkliği ile ilgilidir.

Devlet kolektif tüketim düzeninde yer alır. Konut eksikliği, kötü sağlık hizmeti, yetersiz eğitim, kötü ulaşım olanakları, kültürel tesis eksikliği ortaya çıkar. Tüm tüketim alanları politikleşmiştir. Devlet toplumsal kaynakların

edinilmesi için sorumluluk yüklendikçe günlük hayatın örgütlenmesinde de merkezi olarak vardır. Günlük hayat da böylece politikleşir. Castells’e (Saunders, 2013: 228-229) göre, kent sorunsalında siyasallaşma sınıf mücadelesinin şiddetlenmesine yol açmaktadır. Sistem çelişkileri sınıf pratiklerine yön vermez. Bunun yerine pratikler açıkça ifade edilir. Devlet müdahalesi günlük yaşamda tüm kentin siyasallaşmasına yol açmaktadır. Bu durum kentsel mücadeleyi de beraberinde getirmektedir. Konut, eğitim gibi sorunların içine kentsel mücadele yerleştirilmektedir. Bu bağlamda, kentsel sorunlar çok sınıflı hale dönüşmüştür.