• Sonuç bulunamadı

Medeniyetin tayin-i mahiyeti biraz müşkil ise de tahavvülât-ı içtimaîyesinin gösterdiği asâr ve ahvale nazaran -medeniyet- bir kavim ve millete mahsus ve münhasır olmayıp alelıtlak nev-i beşerin tevessüât-ı ilmiye ve ameliyesiyle tayin eden bir hassa-i tabiîyyesidir.

İlm ve amel ve kabiliyât milel ve akvama tâbi, umur-ı ihtiyâriyeden olmakla medeniyetin asıl medar-ı teessüs ve teşekkülü milel ve akvamın meyil ve istidadıdır. Bazı ümmetler ilim ve amelî diyanet ve şeriata; ve bazıları akıl ve tabiata tevfik ve tatbik ederek her birinin dilhahları vech ile medeniyeti tertip ve tensîk ede gelmiş olduğuna vukuat-ı tarihiye delâlet eder.

Tahavvülât-ı içtimaîyenin mukaddemât ve netâyicine dikkat olunsa, ahval-i beşeriye etvâr-ı muhtelife üzere görülür. Medeniyetden maksut olan intizam, defaten hâsıl olmayıp ale’l-tedriç ilm ve amelîn inkişafâtıyla incilâ-pezîr-i kemal olageldiğinden insanın iptiday-i zuhurunda/ [s.3] bitttabi libas ve gıda ve mesken ve me‘va gibi havayic-i zaruriyesi teşkilât-ı sanaiye ve tesisat-ı fikriyeden ârî olmak lâzım geleceği misilli, takâzâ-yı maişet ve icrâ-yı nüfuz ve kuvvet hususları dahi her nev‘i tecdidât ve tadilâttan biri olarak, tabiat-ı hayvaniyenin icap ve iktidarına göre cârî idi denilebilir.

Bu müddeânın nübüvvet-i sıhhatine el-yevm-i Afrika ve Amerika taraflarında ki vahşilerin ahvali medar-ı istidlâl olmakla tavr-ı asli, ya vahşiyet veya vahşiyete garip bir tefrikadan ibaret ettiğine hükmolunur.

Kavaid-i tabiiye iktizasınca her intizamın evveli adem-i intizamdır. Her şeyi bidayette zayıf ve nakıs olur. Refte refte iktisab-ı kuvvet ederek müstaid olduğu derece-i kemale vusul bulur. İnsanı nizamsızlıktan hal-i intizama isâl eden esbâbın en birincisi ihtiyacât-ı tabiiyesinin ilcaâtıyla husule gelen “hiss-i terakkidir”. “Hiss-i terakki” ilm ü amelî ve ilm ü amel, hiss-i terakkiyi tezyit ederek cemiyet-i beşeriye bu sayede intizamât-ı medeniyeye mâlik olur.

Hayvanat, bir mukteza-yı hilkat-i alet ve eslihâ makamına kâim olmak üzere kendilerine verilmiş olan diş ve hortum ve boynuz ve pençe gibi şeylerin ianesiyle def-i mazeret ve celb-i menfaat ederler. Çare-gâh-ı âlemde bî-çûn u çirâ gezerler.

esbâb arar, onlarla taaruz ve tehaffuza çalışır ise de hayvanatın pek çoğuna nispetle zayıf ve âciz olduğundan müteferrik bulundukça münferiden ne müdafaaya ve ne de nev‘i ve neslini muhafazaya kadir olabilir., Alelhusus emri taayyüşte bir derece muâvenet-i mütekabileye muhtaçtır ki bir şahıs kendi kendine kefâf-ı nefs için bir günlük ekmek hâsıl etmek isterse ahirin ianesi olmadıkça buna kudret-i münferidesi kifayet edemez.

Bir dilim ekmek husulü, ekincilik, değirmencilik, fırıncılık gibi sanayi-i adideye müteallik nice nice alet ve edevata, amelîyata mütevakkıf olup bunların cümlesini âmâl ve icraya şahıs ve ahdin gücü yetemez. El-hâsıl havf ve haşyet, acz ve zafiyet: İhtiyacı; ihtiyaç: İhtiyat ve intibah ile içtimaî icap ettirdiğinden nev-i beşer suret-i infiratta yaşayamayıp ihtilât ve ittihada mecbur olmuş, yekdiğerinin mütemmem ve mükemmili muavini ve muhafızı olmak üzere yaratılmıştır.

Beni-âdem için “içtimasız” devam ve beka mümkün ve mutasavver değildir. Binaenaleyh “içtima” efradın vücuduyla sabit bir hal-i asliyedir ki delilden müstağnidir. Şu hale -devr-i içtima- denilir.

Hükemânın -insan medeni-i bi’l-tâbidir- demelerinden maksat, istidad-ı içtimaî beyandır. İstidad-ı içtima, -çekirge, karınca ve turnalar da ve daha sair bazı hayvanat da meşhut ise de onların/ [s.5] daire-i içtimaîyeleri mahdut olduğundan teceddüt ve tenevvü edemeyip bulundukları hal içinde deveran ederler. Bilakis nev‘i beşer bir tavr-ı hal üzere kalamayıp daima hudut ve kuyûttan insilâh ile me‘arîc-i terakkiye-i tarik arar, teceddüt ve tevessü ister. Bu daiye-i tabiiye insan için talep ve taharrinin lüzumunu göstermiş, sûrî ve manevî bir büyük meydan merâtib ve makamât açmış olduğundan saika-i sa‘y u amel ile tabaka-i süfelâyı ve haşyet ve hayvaniyetten derece-i âliyâ-yı medeniyet ve insaniyete ve belki kat‘-ı merâhil-i marifetle serhad-ı hüvviyete kadar yol bulabilir.

İnsanı hazîz-i mezellet ve cehaletden üç âlâ-yı saadet-i hakikate isâl eden vesait ve sâile nazar olunsa görülür ki nev‘i insan birtakım esbâb-ı müteselsile-i tabiiyenin esir ve ser-gerdânı olarak bilâ-ihtiyâr onların içinde yuvarlanmaya mecburdur.

BEYİT ﭘ ﮐ ﺪﻨﮐ ﮫﭼ نﻮﭼ دﺮﻧ نارود ﯽ * د رد ﮫﮐ ﺮھ دﺮﮐ ھرا ﺶ ﺎﯾا م ا ﺗﻓ دا

Şu mecburiyet ahval-i beşeriyeyi ihtilafa düşürüp etvâr-ı müteaddide zuhura gelmiş ise de esasen -tavr-ı içtima- iki nev‘idir. Biri bedeviyet, diğeri hazariyettir. / [s.6]

Bedeviler -konargöçer, makulesidir ki kabâil ve ‘aşâire inkısam ile otlu, sulu, düz sahralarda, yüce dağlarda ve kumsal yerlerde, elhâsıl yününden ve kılından mamul çerke ve çadırlar imal ederek istedikleri mahallerde rekz-i hıyâm-ı ârâm edip maişet-hane-i âlemde diledikleri gibi istifa-yı meram ederler. Tavr-ı içtimaın bu derecesi sehl ü sada -yani takayyüdât-ı nizamiye ve tekellüfât-ı tanzimiyeden azadedir.

Hazarî’ler -tayin-i hudut ve taksim arazi edip karye ve nahiye ve kasaba ve şehirlerde âli merâtibihim menâzil ve mesâkin inşa ve ittihaz ile münteşir olurlar. Kara ve nevahîde tabiat-ı asliyesi üzere kalanlara “köylü” büyük kasaba ve şehirlerde mukim olup bir mukteza-yı ten‘im, perverde-i hüsn-i terbiyet olanlara “şehri” ıtlak olunur. İnsan-ı medeni bitttabi olduğundan her ne türlü teşettüt ve tekâsülde bulunursa bulunsun bilâhere intizam-ı hal ile yaşamanın lüzumunu hissetmemek kabil olamaz.

Bu hiss-i medeni, tahavvülât-ı içtimaîyeyi iktiza ede geldiğinden ahval-i beşeriye bir siyak üzere kalamaz. Tahavvülât-ı içtimaîye, iptida-i tur u haşyetten başlayıp refte refte bedeviyet ve hazariyet suratlarına müntehi ve daha sonra inkişafât-ı fikriye, yani teşekkülât-ı sanayiye ve tensikat-ı siyasiyenin ianesiyle şehriyelinin mana-yı lâzımiyesi olan mertebe-i medeniyete müntehi olur./ [s.7] Bu takdirce, medeniyet: Tahavvülât-ı içtimaîyenin netice-i âliyâsı ve kemalât- ı esasiyenin derecei müntehasıdır.

Tabiat-ı insaniye, serâir-i künyeyi tecessüs ve taharri, tevessü ve terakkiye mail ve müstait olduğundan teceddüd-i kervan ve duhûr ile ulûm ve fünûnca keşfiyât-ı cedide zuhura gelmek ömür-i tabiiyeden olmakla medeniyet, bir suret ve vaziyete karar edemeyip halden hale intikal ederek tezâyid ve tenakustan hâlî

değildir. Yani maarif ve bedâyi ve örf ve sanayinin miyâdın fazl u hünerde göstereceği sûr-ı sa‘y u tealiye göre taayyün eder. Elhasıl -medeniyet- tevsiâ‘t-ı ilmiye ve amelîyeden tehaddüs eden bir vücud-ı sanayi ve siyasi olmak itibariyle şekl-i hariciyesi servet ve mamuriyet; hükm-i dâhiliyesi refah ve saadettir. Binaenaleyh hakikat-i terakkiye nazar olununca medeniyeti ulûm ve fünûnda, refah ve saadeti akıl ve edep dairesinde aramak lâzım gelir.

Ulûm ve fünûn: Servet ve mamuriyeti bi’l-cümle nizamâtın mevzu-ı asliyesi olan adalet: Refah ve saadeti tezyit ve teyit ile heyet-i içtimaîyece intizam-ı hal husule geleceğinden iştibâh yoktur.

Acaba insanların kendi ahval-i kalbiye ve umur u cüdaniyelerince intizama tarik nedir? Elbette vezâif-i insaniye ihtiyacât-ı maddiyenin istifasıyla bir hüsn-i taayyüş istihsaline ve yalnız heyet-i içtimaîyece intizamât-ı ikmale münhasır olamaz. Zira, heyet-i beşeriyenin mukteziyâtına nazaran servet ü gına fezâil-i asliyeden ma‘dûd olmayıp/ [s.8] ancak levazım-ı arıziyedendir. İnsanın tabiat-ı medeniyesi icabınca terakkiyât-ı sûrîyeye meyl ve incizabı mukarrer olduğu gibi, hakikat-i bâtıniyesi iktizasınca tefeyyüzât-ı maneviyeye dahi iştiyakı müsellemdir. İnsan, her nerede mukim olursa olsun tahavvülât-ı içtimaîyenin herhangi tur ve derecesinde bulunursa bulunsun, saika-i nâtıkıyyetle bu kâr-hane-i kudretin mevcudunu, kendi halkını tefahhus ve tefekkürden, arıza-i mevt ve hayat ile dahi mebdei ve me‘âdını, ahiret ve akıbetini tezekkür ve tasavvurdan hâlî kalamaz. Meğer kim “Halakallahü’l-bakara fî sureti’l beşer”** medlûlünce tefehhüm ve tafattun gayr-i kabil bir serseri-i lâ-ya‘kıl, veyahut galebe-i fısk u fücur ile hissiyat-ı âliye-i kalbiyeden insilâh etmiş bir mülhid cahil ola!. Bu misli belâhat ve meyl-i şekavet gibi avarız-ı manadan kat‘iyen nazar -nev‘i insan- akıl ve vücudâne mâlik ü bi’l-tab‘-ı tarik temeddün ve terakkiye sâlik ve mütehallik olduğundan daima hak ve hakikat arar, fazilet ve saadet ister. Hilkat-i beşeriyede bi’l-kuvve merkûz olan şu dâi‘ye-i tabiiyenin hayyiz-i fiile çıkması, yani insanın âlâ kadri’l-imkân hak ve hakikate kesb-i vukuf ile tenvir-i derun ederek fazilet ve saadete nail olabilmesi akaid-i sahiha ve ahlâk-ı hasane mütevakkıf olduğundan ihtiyacât-ı maddiyenin istihsali ne kadar lâzım ise iştiyakât-ı maneviyenin istikmali de o kadar elzemdir zira insan saffet-i ruhanîyesi mülâbesesiyle itikatsız, nispet-i medeniyesi münasebetiyle ahlâksız olamaz./ [s.9]

**

Akaid-i batıla ve ahlâk-ı fasideye müptelâ olan “kimse” her ne kadar suret-i zahirede hüner ve marifet, servet ve mamuriyete mâlik olsa dahi sîretçe hüsn-i hasâil ve fezâilden mahrumiyeti mülâbesesiyle şehvet ü şeytanat şirret ü şekavete ziyade mâil olmak lâzım geleceğinden ne alâyiş-i sûrisi payidar, nede fi nefsi’l emr şayan-ı itibar olur. Bu saadet mefsedet-i medarı dış yüzü mamur, iç yüzü viran binaya benzer. Hakikat hale nazaran medeniyetin cismi “imtizaç” ruhu “insaniyettir.” Cemiyet-i beşeriyenin tevessü ve terakkisi malûmat-ı sanayiyeye, insaniyetin taayyün ve tecellisi kemalât-ı rabbaniyeye mütevakkıf olmakla medeniyet mükemmele, ihtiyacât-ı maddiye ve iştiyakât-ı maneviye[nin ikmal ve istikmalinden ibarettir.

Fünûn-ı akliye maddiyatı, ulûm-ı diniye maneviyatı câmi‘ olup bu iki maksadın vasıta-i husulüdür. Binaenaleyh fünûn u ulûmu mükessib ve mesleklere göre tevzi ve taksim ile emr-i tedris ve talimi tashih ederek bir ciheti cemiyete ve diğer ciheti insaniyete hizmet etmeli; bilâistisna kâffe-i efrat mekâtib ve medarîsten çıkmalı; istidat ve kabiliyetlerince mekâsib ve mesâliğe münkasım olmalı; afat-ı cehl mümkün mertebe izale edilmelidir.

Mukeddemât-ı mesrûdeden hâsıl olan neticeye göre ulûm ve fünûn, nizam ve kanun efradı bi’l terbiye, efkârı bir nokta-i asliyede toplayıp uhuvvet husule getirmek, cemiyet-i beşeriyenin devam ve/ [s.10] bekasını temin etmek hususlarına hizmet eyliyor. Şu halde ulûm ve fünûn, nizam ve kanun cemiyeti bir nokta-i asliyeye isâl için esbâb ve vesâil hükmünde kalıyor. Şimdi efkâr-ı umimîyece ‘umde-i içtima olabilecek nokta-i asliye nedir? Onu aramak iktiza eder.

Bu mesele-i mühimme tedkik ve ta‘mîk olununca kavmiyet, diyanet, kuvve-i hâkime meydana çıkar, bu da milel ve akvamın hal ve şanına göredir. Meselâ: Fransızlar mezhepçe Ayin-i İsevî’ye tâbi iseler de Hıristiyanlık onları teşkil etmeyip, Fransızlar Hıristiyanlığın zuhur ve intişarından evvel mevcut olarak ‘an-asıl cinsiyet- i mahsusa ile üremiş, efrad-ı cemiyetin tekessürüyle bir kıta-i mahsusada türemişlerdir. Hıristiyanlık sonradan kavmiyetlerine inzimam etmiş bir emr-i arızidır. Bi’l-farz, Hıristiyanlık aralarından kalkmış olsa yine Fransızlar kendi yerlerinde Fransız oldukları halde kalırlar.

akvam için nokta-i içtima kavmiyettir. O da fıtri ve cibilli olarak tabiat-ı cinsiyeden ileri gelir. Bu misilli ecnâs ve akvam, medeniyetçe istedikleri şekil ve surete girebilirler. Medeniyetin onlara nispeti elbisenin lâbise nispeti kabilindendir.. Nitekim birkaç asırdan beri Avrupa’da zuhura gelen medeniyet-i cedide/ [s.11] Fransızlar’ın33 efkâr ve etvârını başkalaştırıp Hıristiyanlık’dan çıkamamışlarsada mevâdd-ı siyasiyece umur-ı mezhebiyenin hüküm ve tesiri kalmamıştır.

Hersekli Arif HİKMET

33

Bu kelime eserin ikinci baskısında “haksızların” olarak geçmektedir. Cümlenin anlamına göre birinci baskıdaki ifade doğrudur.

İSTİKBAL

Lâyıkıyla düşünülsün; insanın hayatı yalnız istikbalden İbaret değil midir?

Mazi nedir? Bir mevt-i ebedi! Hal nedir?

Bir nefs-i vâ-pesîn!

Gerek fert için gerek cemiyet için mazi mes‘ut imiş, şanlı imiş, bugüne ne faydası görülür? Hal rahat imiş, emin imiş, yarına ne lütfu kalır?

Ya; sevâbıkımızın hakikaten en büyük milletlere sermaye-i iftihar olabilecek derecelerde âli olan azamet ve ikbalini mi unutalım? Ya; zamanımızın bütün âlem-i insaniyeti esir-i iştigal eden ilcaâtını mı düşünmeyelim?/ [s.12] Hayır! Yalnız şurasını da unutmayalım ki, insan ecdadının kemal ve ulviyetiyle iftihar eder, lâkin evladını ecdadına faik etmeye çalışmazsa ahlâf nazarında eslâfının mahsul-i ömrü olduğuna liyakatsizliğini göstermiş olur. Şunu da düşünelim ki, âdem gününün hoş geçmesini arzu etmekte mazurdur. Fakat himmetini o maksada hasr ederse neticesinde yine o maksattan mahrum kalır. Dünyada bir mes‘ut gün yoktur ki saadeti dünden hazırlanmış olmasın. Bu bedahetler meydanda iken insana göre istikbalinin emniyetini istemekden büyük bir hak, saadetini aramakdan büyük bir vazife var mıdır?

İstikbal, ki milletin nur-ı didesi, cemiyetin ciğer paresi, medeniyetin hulâsa-i ümidi, insanın mümidd-i hayatıdır. Halk için onun selâmetine çalışmak evladını açlıktan öldürmek kabilinden olmaz mı?

İntisabıyla müftehir olduğumuz ümmetin tahdîs-i mefahiri yolunda söylerizki buralarca ecdadımızın yâd-ı mealisi herkesin vicdanında akaid-i mukaddese kuvvetini bulmuştur. Bu bir hiss-i ulvîdir ki efkâr-ı umumiye de eşrafa taklit ve hâsıl olmuş şöhreti vikaye, büyüklüğe gıpta gibi -zaten tabiatta mevcud ve mekarîm-i ahlâka hadim olan birtakım saikaları besliyor. Ve binaenaleyh istikbalimizin emniyetince pek büyük ümitler veriyor./ [s.13]

Derununda müteayyiş bulunduğumuz devrin tahmîd-i meâsiri yolunda şurasını da beyan ederiz ki subh-ı safa-yı marifet afak-ı garp da bârika-feşân oldukça ziyası tabiatıyla buralara dahi inikâs eylediğinden hayli zamandır birtakım hakâyık çaresiz gözümüze çarpmaya başlamıştır. Bu bir sevk-i tabiîdir ki ahlâk-ı milliye de terakki istemek, hakikat aramak, idrak-i noksana çalışmak gibi birçok hâhişleri kuvvetlendiriyor. Ve binaenaleyh o da istikbalimizin emniyetince pek büyük ümitler veriyor.

Ancak şurasını da kemal-i teessüfle ilaveye mecburuz ki biz, daha temin-i istikbalin ehemmiyetini lâyıkıyla idrak edemiyoruz. Tarik-i terakki de olan akvamın halini gördük, kendi mesleğimizi de biliriz ya? Onlar da bizim gibi bir dakika sonra yaşayacağını sahihen bilmez ve nihayet yüz seneden ziyade yaşamayacağını yakinen bilir birer mevcud-ı fâni iken dünyaya kazık kakacak surette taştan yonulmuş ve belki demirden dökülmüş saraylarda oturmaya çalışıyorlar. Bizde, sırf kendimizi düşünerek ancak bir sene kâbil-i beka ve her dakika bir hâdisenin şerrine feda olan tahta çadırları ihtiyâr ediyoruz.

Onlar beş yüz sene sonra makinelerini idare için iktiza eden kömürün, şimdiden tedarikine çare düşünüyorlar, biz beş gün sonra muiddemizin hareketi için kat‘îyyü’l vücûp olan gıdanın esbâb-ı istihsalini bile düşünmüyoruz./ [s.14] Onlar, vatanlarının her cihetinde demir yol yapmayı bâi‘s-i hayat addediyorlar. Biz yalnız payitaht-ı saltanatın bir köşeciğinde yapılan tramvayı illet-i memat biliyoruz.

Onlar, iktiza ederse kendi karınlarını aç bırakıyorlar, çocuklarının fikirlerini besliyorlar. Biz, düğününde ahbaba ziyafet verememek korkusuyla çocuklarımızı mektebe başlatamıyoruz da nimet-i marifetten mahrum ediyoruz.

Mamafih yine istikbalimiz emindir.

İstikbalimiz emindir; çünkü devletimizin bünye-i asliyesini, adl-i ilâhînin hariçde zuhurundan ibaret olduğu için ezeliyet ve ebediyet levazım-ı zarurîyesinden olan şeriat-ı garrâ terkip ediyoruz.

İstikbalimiz emindir; çünkü “Kad tetegayyera’l-ahkâm bi tebeddüli’l- ezman”*34 kaide-i fıkhiyyesi hükmünce âlemin her cihetinde zuhur eden asâr-ı

*

“Zamanın değişmesiyle hükümlerde değişir”

34

terakkiyâtı telâkkiye mamur olduğumuz için bize göre maziye avdet veya halde tevakkuf caiz değildir.

“Hadd-i zatında dahi maziye avdet nasıl kabil olsun? Hiç ma‘dûma yeniden vücut verilebilir mi? Halde tevakkufa ne suretle imkân-ı tasavvur olunabilsin? Hiç saadetin rakkasını tevkif ile ömr-i beşer yolundan kalır mı?”

İstikbalimiz emindir; çünkü hamîre-i vücudları dört yüz kişilik bir aşiretten şu koca hilâfet-i İslâmiyeyi teşkil ile dört beş/ [s.15] yüz sene karada, denizde hâkim-i âlem geçinen -Osmanlı kahramanlarının hûn-ı şahadetiyle yoğrulmuş olan- ebnâ-yı vatan her zaman dünyanın en birinci askeri olduğunu hîn-i hacette göstermeye ve bulundukları yerin her taşını bir cevher-i cana bedel vermeğe hazırdır.

İstikbalimiz emindir; çünkü feyyaz-ı kudretin bu yerlerde ihsan ettiği bereket cihetiyle toprağı tutsan altın oluyor, kim bir arşın yer kazsa altında bayağı bir define buluyor, üç büyük kıtanın, üç büyük denizin hazâin-i ticaretine bu memleket kilit olmuştur, mahsulât-ı ziraatimiz Avrupa dest-gâhlarının -şimdi belki on binde birini beslemiyor fakat- ileride hemen cümlesini idareye müstaitdir.

İstikbalimiz emindir; çünkü gerek efradı ve gerek umumî hikmet ve siyasetde muallim-i âlem olan Keldân ve Yunan ve Arap ve Türk’ün dârülfünun-ı marifet, devlet sara-yı medeniyeti bu hâk-i feyyaz olmuştur. Bize de o e‘azımın evladı ve binaenaleyh varis-i istidadıyız.

İstikbalimiz emindir; çünkü İslâmiyet vahdet-i kelimeyi emreder, cinsiyet ve lisan gibi avarız-ı dünyeviyeyi vesile-i ihtilaf etmeye kat‘îyen mânidir binaenaleyh her türlü mevhumâta vücut vererek mevcudatı vehim içinde bırakmayı bürhân-ı dirayet addeden bazı mutasalliflerin zannı gibi buralarda Lazlık, Arnavutluk, Kürtlük, Araplık de‘âvîsinin zuhuru muhal hükmündedir./ [s.16]

İstikbalimiz emindir; çünkü şimdicek serd ettiğimiz mukaddemâtın istilzamıyla sabittir ki Müslümanlar bu âlem-i terakkide elbette bir gün kelime-i vahide üzerine içtima edecektir. Bu halde mademki kuvvette, nispette, mevkiin kabiliyetinde, halkın istidadında zamanımızın vatan-ı medeniyeti olan Avrupa’ya kurbiyette, ve hatta servette, marifette burası memâlik-i İslâmiye’nin kâffesine mukaddemdir, bahsettiğimiz içtimaın elbette merkezi burası olacaktır.

İstikbalimiz emindir; çünkü İslâm olmayan vatandaşlarımıza dahi hafi olmadığı üzere kendilerinde ne kadar hukuk-ı müktesebe varsa cümlesi bu devletin yadigâr-ı inayetidir. Cümlesi bu devletin, bu vatanın vücuduyla kaimdir. Hatta her türlü akaidi vicdan dairesinde kalıp da gayra tecavüzden beri oldukça himayet etmek hususu ki -hürriyet-i efkârın en sahih manasıdır.-Kurûn-ı ahire de Osmanlıların icad-ı mürüvveti olduğunu bir sahib-i vukufu inkâr edemez. Bir asırda ki: Medeniyet-i Şarkıye’nin mevt ü müşehhası olan Tatar beliyyesinin şiddet-i hücumuyla Ceyhun ve Fırat ve Sind ve Hazar arasında ki mamureler henüz tezelzüllü hitam bulamamış arazi-i münhasife halinde idi, bir asırda ki: Naire-i taassubun mana-yı mücessimi olan ehl-i sâlib-i dahîyesinin taadiyât-ı can-sûzuyla Anadolu tarafları daha kömüründen dumanlar, külünden ateşler saçılır bir yangın yeri şeklinde idi, bir asırda ki: Herkesin gönlünde gayrın itikadına husumet, [s.17] kendi itikadına muhabbetten yüz bin kat ziyade kuvvet bulmuş, seyf-i ta‘addî çekilmiş, ateş-i zulüm olunmuş, şark ve garp arasında tevali eden sademât ile âlem birbirine girmiş idi. Saltanat-ı seniye adl-ı ilâhînin son himayetine iltica ederek kavaidini tesis ve hududunu tevsie başladı, bir savtta35 ki muamelât-ı kerimanesine bakılsa İslâm’ın; kâffe-i ahvali sırf-ı adl ü ihsandan ibaret olan neşe-i evlâ-yı zuhuru avdet etmiş zannolunurdu.

İstikbalimiz emindir; çünkü (bu devletin bekasında ümit yoktur, bari biz fırsat elimizde iken yükümüzü tutalım da ileride refah ile geçinelim) diyenlerin ekseri kabristan-ı fenâda yatıyor. Fakat (biz fâniyiz vatanımız bakidir, biz ölürüz, vatanımızı ihya ederiz) diyenlerin hâlâ istikbalde âbâ ve ecdadının şöhret-i hamiyetini idame edecek evladı dünyaya geliyor.

Tanzimat’ın perveriş-i adl ü himayetiyle aguş u vatanda neşvünemaya başlayan nâzende-i tıfl-ı terakki, tabiatıyla yakında, gördüğümüz emekleme tarzında yürüyüşünü terk ile cihan-ı medeniyetin hareket-i hakâyık-ı cûyânesine müsabıkda başlayacaktır. İşte, o vakit biz de akranımıza faik ve ecdadımızın hayrü’l halefiyiz demeye lâyık oluruz. İşte o vakit envâr-ı marifet bu merkezden Asya ve Afrika cihetlerine dahi yayılır, o halde Avrupa muvazenesi hâsıl olur, âlem-i insaniyette ise bir mizan-ı itidal vücuda gelir. Feyyaz ve kudret bu saadeti bizim/ [s.18]

35

Bu kelime eserin ikinci baskısında “suret” olarak geçmektedir. Cümlenin anlamına göre birinci baskıdaki ifade doğrudur.

evladımız için saklıyor, halimizden memnun olmasak da fütur getirmeyelim, istikbalimizin feyzini düşünelim! Her âtî karîbdir, yaşasın Osmanlılar…

NÜFUS

İnsan, şu küre-i zemin dediğimiz nüfus-ı müteharrikin ruhudur denilebilir. Zira ki kışrın haricinde her ne hareket görülüyorsa hep onun sayesinde zuhur ediyor, tabiatın fevkinde ne eser müşahede olunuyorsa hep onun himmetiyle hâsıl oluyor.

Kudretin kemaline iman ile secde-ber-i hayret ü ubudiyet olan odur. Meşiyyetin adl ü ihsanını idrak ile bu kanun-ı ezelîyi hariçde izhar etmeye çalışan odur. Nüfusunun maddiyat ve süflîyâtından i‘tilâsını keşif ile ef‘âlinde deniyyât-ı ‘alâyikten teberri ederek zevahirine kıyas kabul etmeyecek surette ruhanî, tecridi bir