• Sonuç bulunamadı

Londra’nın dağdağa ve avâzesi etrafına yetişip de iç taraflarına doğru gelince mahvolduğu bu köyün bir köşesinde bir dağın eteğinde eski bir kilisesi ve o kilisenin önünde bir küçük mezarlığı vardı. Yüz, yüzelli seneden beri muzdarip olan binlerce ruhun ağladığı bu mabedin, bir yaz akşamı önünden geçerken uzaktan, siyahlar giyinmiş, elinde bir deste çiçekle bir kız zuhur ettiğini gördüm. Bundan iki gün evvel oraya bir genç adam defnetmişlerdi, onun bir nişanlısı olduğundan bahsediyorlardı.

Bu matem-zede kızın o genç adamın nişanlısı olduğunu anladım./ [s.128] Ben kiliseden uzaklaştıkça o mezarlığa takarrüp ediyordu. Amîk bir hüzün ve teessür içinde önüme tesadüf eden bir yere oturdum.

O zaman, güneşte İngiltere’nin letafet-i tabiîsini en ziyade tezyin eden o büyük büyük ağaçların arasından ufukta görünen sislerin içinde gurup ediyordu.

Şairleri en ziyade düşündüren, hakîmleri en büyük fikirlere sevk eden grup, dağın zirvesini; semanın mailiğe doğru itilâ eden yüksek ağaçların tepelerini bir renk ala boyadığı bu hazin zamanda kilisenin çanı hayatta bulunanları kaybettikleri sevgililerinin, maşuk ve maşukalarının istirahat-ı ruhları için duaya davet ediyordu.

Sadası, dağın eteğine aksedip de titreyerek sükûnet içinde mahvolup giden çanın ilk sadası üzerine bu kız yüzündeki siyah örtüyü kaldırdı. Koyu siyah nikâbının altından görünen bu güzel çehrenin rengi, uçukluğu, donukluğu ile, nısfı tutulmuş aya benziyordu.

Takatsiz bir hal ile mezarlığa dâhil olarak bir mezarın başı ucunda duruyor, ve galiba yavaş yavaş bir dua okuyordu.

Uzun bir fasıladan sonra ikinci defa olarak akşamın o sükûnet-i sevda-fezası içinde çan çalınmaya başlayınca bu kız birden bire diz çöktü, getirdiği bir deste çiçeği titretyen elleriyle/ [s.129] önünde bulunan mezarın üstüne koydu. Şiddetli bir teessürün sevkiyle bulunduğum yerden kalkarak kızın yanına doğru gittim.

Tabiata şeref verecek o güzel çehresini mezarın soğuk taşına koymuş ağlıyordu… Eğer mezar, bir kere dünyaya açılsaydı o da mutlak o kızın getirdiği

hediyeyi almak için açılırdı… Eğer ruhu, bir daha dünyaya celp etmek kâbil olsaydı onu da mutlak bu güzel gözlerin döktüğü girye-i hasret celp ederdi.

Mahşerlerin sükûnete kalb olduğu mezarın üstünde çırpınan bu kalbi bir yıldız görüyordu. Zira etraf samet ve sükûnet içinde olduğu gibi, güneş grup etmiş, semada da yıldızlar birer birer parlamaya başlamıştı. Hal ve rengi âşıkane olan bir ahter-i hasret-nümânın ziyası da bu garip mezarın üstünde titriyordu.

Bu biçarenin gözyaşları mermerin üzerine aktığı zaman bir şey söylemeğe çalışıyor, fakat mukadder olamıyordu. Nihayet: hem ağlıyor, hem ihtizâr eder bir sesle “açıl” dediğini işittim. Bu itâb-ı niyaz-mendâneye toprak ne cevap verir?

Kendi kendime: Bu bâb-ı ebediyet huzur-ı ilâhiden başka yerde açılmaz dedim.

Zavallı genç kız bayılarak mezarın üstüne düştü. Üstünde yatanın hali altındaki kadar müessir idi. Biraz sonra baygın bir hal ile başını kaldırarak gözlerini bir noktaya dikmiş bakıyordu/ [s.130] galiba toprağın altında beklediği sevdiğinin rikkat-engiz hayal-i şeffafı ufuklardan zuhur ederek kendine meşhut oluyordu.

Bir iki dakika geçer geçmez kiliseden elinde bir dua kitabı olduğu halde bir papaz çıkarak kızı kollarının içine alıp bî-çare çocuğun başı, uzun ve perişan saçlarıyla papazın kolundan aşağı sarkmış, bî-hoş bir hal ile kiliseye girip kayboldular.

Avdet ederken dedim ki: Yarabbi! Bu mülkün kalb-i rakik-i muhabbet-i perverine karşı bu mermer nedir?.

BİR MEKTUP

Midilli’den

Oturduğum ev, kibirli âşık gönlü gibi aşağıya meyli pek güç hissolunur bir yokuş üzerinde, önü, oldukça vâsi‘ bir meydan, meydanın ortasında bir cadde var; iki tarafına iki sıra zeytin ağacı dikilmiş, o lâtif renkleri dalgalana dalgalana aşağı doğru aktıkça soldan sağa asılmış bir zümrüt hamail şekli bağlıyor da insanın nur-ı nazarını da arkasından çekiyor./ [s.131]

Zeytinlerin daha ötesinde ve biraz daha yüksek bir mahalde üç beş çınar var; herbiri eflâka ser çekmiş, hiçbir semeresi olmayan ağazmanın henüz neşv ü nümaya başlıyan nev-restegân-ı irfana attıkları kec nigâhlar gibi, o azametli çınarlar da o mübarek zeytinleri bulundukları mevki itilâdan nazar-ı hakaretleri altında ezmeğe çalışır gibi görünüyor.

Çınarların biraz ötesinde Hasan Paşa Köşkü var; köşk ufak bir şey, daha yeni tamir olunuyor. Mamafi bânisi olan Hasan Paşa merhumun şanını, tehcir etmiş bir timsal ile nazarlarda idame etmek için yapılmış zannolunur.

Bu Hasan Paşa, Abdülhamid-i evvel zamanında kapudan, Selim-i sâlis zamanında sadrazam olan meşhur (Cezayirli Hasan Paşa)dır ki şimdi köşkü bir mevki mürtefi‘den deryaları ayağının altında titrettiği gibi, kendi de senelerce bu- lunduğu mertebe-i ‘ulyâ-yı himmet ve hamiyetten denizde icra-yı hükmetmişti.

Köşkün bulunduğu mevki dünyada bulunmaz bir mevki; iki tarafını aşağıdan iki liman kucaklamış, iki cihetine yukarıdan iki dağ kanat germiş, haline bakılsa nazar da, ne demek:

“Kûh u derya iki canipten der-aguş eylemiş Sanki derya-ı dâyesi, kuhsâr ise lalasıdır”

hayalini tasvir ediyor zannolunur./ [s.132] Muhabbetin gamdan, kederden hali bir köşesini arayanlar bu mevkie gelsinler! İnsan, akşamüstü gidipde bir tarafına oturduğu gibi nazarına tesadüf eden temaşa-yı ruh-perver gönül de olan âlâmın tahattürüne meydan vermiyor! Güya ki rüzgârında bir hâssiyet var; nefes ile kalbe girip çıktıkca bulabildiği ekdârı toplayıp âlem-i ademe sürüyor!

Âdem mevkiin nezaretine, letafetine, şekline, heyetine bakıyor da kudretten, zevk-i ruhunu âlemlerine böyle bir taht yaratılmış diyeceği geliyor. Köşkün önü Boğaziçi’nden biraz vâsi‘ bir deniz, daha ötesi Anadolu Dağları’dır; ama sevimli korkunç dağlar. Hudud ve vatandan bir cihete kemal-i azametle kurulmuş, nazar-ı temaşaya bile “beni parça parça etmedikçe bundan ileri geçilmez!” diyor da yetiştirdiği kahramanlara bu suretle bir müşabehet gösteriyor!

Oturduğum odadan nazar, sağa ihale olununca Midilli limanı görünür. Denizden karaya doğru beyzîye mail bir şekle girmiş; Magosa ile varoş bir insan şeklinde tasvir olunsa iç liman o çehrede nasıl bir ağız gibi görünürse, Midilli de bir insan çehresi addolunsa, bu liman ağız değil o çehrede burun zannolunur!

Rüzgâr, sertçe olduğu zaman bu liman-ı tabiî, her liman gibi dalgalar içinde kalıyor; zelzeleye uğramış bir kayalığa benziyor./ [s.133] Fakat rüzgâr kesilince limanın bazı yerleri hafif hafif, bayağı çîn-i cebin kadar ince dalgalarla oynuyor bazı yerleri bütün bütün saf, berrak bir hale geliyor. Umumî manzarası, bi’l-tesadüf ötesine berisine irili ufaklı endam aynaları atılmış bir vâsi‘-i çimen-zâra benziyor.

Midilli’nin en mamur mahallesi dediğim, hıristiyan mahallesidir; memleketin en güzel cihetini tutmuşlar; içlerine karışan frenkler o güzel yerlerin güzellerinden güzelini ele geçirmişler, mülkün bir ufacık numunesi de orada teşekkül etmiş duruyor. Limanın her tarafını ufacık bir dağ ihata etmiş, öyle bir dağ ki mütevazı bir sahib-i kemal meşrebi misilli, tealiye meylini hissettirmemeye çalışır gibi hafif hafif yükseliyor, limanın vasatına kadar Midilli şehri imtidâd ettiği gibi nısfından öteye bir ikisi deniz kenarında ve birkaçı da dağ üzerinde birbirine sekiz onar dakika mesafeli güzel güzel köyler var. Köylerin araları nefis bahçeler, âlâ köşklerle tezyin olunmuş, ebniyenın hepsi beyaz boyalı olduğundan uzaktan kâr-gîr gibi görünür.

O kadarcık ufak bir mevkide bu kadar kesretli esbâb-ı mamuriyet Midilli’yi Boğaziçi’ne tercih ettirirse şayestedir.

Bayağı, tufan-ı havadis Avrupa’dan ufacık bir kıta koparmış da sürükleye sürükleye buraya getirmiş diyeceği geliyor./ [s.134]

İkametgâhımın sol tarafında bir iki duvardan başka bir şey görünmüyorsa da

o duvarların arkasında bir hayli nazar-firîb olacak mehâsin-i tabiiye ve sanayiye mevcuttur. Bu mehâsinin birincisi kaledir ki, taht-ı hükûmet gibi şehrin en yüksek

mevkiine kurulmuş o dehşetli nümayişiyle denizleri karaları tehdit ediyor. Magosa Kalesi’nin nısfından büyücek ve onun birkaç misli kadar haraptır. Sekiz sene evvel vuku bulan bir şiddetli zelzeleden yıkılmış, içinde kırk elli kadar hane ancak kalmış, onlarda da İslâm’ın fukara takımı oturuyor.

Memleketi görmek için en büyük nokta-i nazar kaledir. Kaleden şarka teveccüh olunursa yukarıda tarif ettiğim Anadolu Dağları, cenuba bakılırsa yine bâlâda yazdığım liman görünür. Şimale bakılırsa pîş-i nazara bir dağ tesadüf eder ki vaziyeti güzelse de limanın üstüne müşerref olan dağ gibi mamur ve müzeyyen değildir. Dağların biri tavus gibi ziynetli, biri koyun gibi güzel.

Gelelim kalenin cenup cihetine: Burası İslâm mahallesidir. Bî-çare milletin hali gibi daima yukardan aşağı mail olarak hadd-i intihasına ittisal ediyor. Hıristiyan Mahallesi kadar mamur değilse de Kıbrıs kadar harap da değil.

Hüsn-i tabiatla yapılmış nefis kahvehaneler de var. Mahallesinin bir tarafına diğer bir liman girmiş, ki şekli, büyüklüğü ötekinin/ [s.135] aynıdır. Sanki sâni‘-i kudret, birini yarattıktan sonra beğenmiş de birde nazirini vücuda getirmiş! Sanki mader-i vatan o güzel yavrusunun tek olmasına kanaat edememiş de tev’em doğurmuş! Sanki birinin aksi letafeti karşısında bir timsal-i mücessemini peyda eylemiş, birbirine o kadar yakın sokulmuştur ki aralarına bir hail tesadüf etmiş iki âşık-ı üftâde, girye-i hazin ile birbirine sarılmaya çalışıyor kıyas olunsa becâdır.

Bu limanın ötesinde diğer bir liman daha var. Fakat hayal meyal görünüyor. Güya berikilerin hüsn ü letafetinden utanmış da kendini nazarlardan saklamaya çalışıyor zannolunur.