• Sonuç bulunamadı

İki sene evvel idi, bir tatil zamanını seyahatle geçirdim. -Mes‘ut geçen zamanlarımı yâd ettiğim vakit daima hakkımda ibzal ettikleri lâtifeleri mecburen tahattür ettiğim- birader-i azizim Cemal Beğ bana teklif-i siyaset ve vaad-i refakat etmişti. Bu teklif-i bir lâtif-i mahsus olmak üzere telakki ettim. Kırlarda bayırlarda, dağlarda, derelerde dolaşacak olanlar için ne lâzım ise evvelce düşünüldü. Tedarik olundu. Sonra Haydar Paşa’dan hareket edecek olan şimendifere atladık. Şimendifer beş dakika sonra hareket etti Kartal’a kadar vagonlar seyyahînden hali değildi.

Ben her istasyonda yolcuların muhâcemâtıyla işitilen hay ve huy telâşı, satıcıların elbiselerini, yolcuların çehrelerini mütalâa etmekle zevk alırdım. Refik-i seyatim arasıra benimle konuşur, bazende sigara içerdi. Kartal’a kadar hoş geçti. Fakat ondan sonra canımız biraz sıkılmaya başladı. Dürbün ile etrafı seyr ve temaşa etmek refikimin hatırına gelmiş. Bende sevindim.

Olmaz mı imiş safa seferde? Bulduk yolunu şimendiferde!.

Cemal Beğ o havaliyi lâyıkıyla tanıdığı için bana bazı muvâkki-i meşhureyi tarif ediyordu.

Şimendifer yüksek yüksek kesme kayalar yanından mutarrid/ [s.106] bir ahenkle yoluna gidiyordu. Diğer taraftan deniz olanca mehâsiniyle bir manzara-i nazar-ribâ arz eyliyordu.

Az gittik… Uz gittik… Dere tepe düz gittik. Birçok bostanlar arasından bir büyücek istasyona vasıl olduk.

“İzmit!” denildi. Çıkmadık. Daha ineceğimiz yer çok uzakmış…. Birçok dakika geçti oradan da hareket ettik. Bir müddet sonra memleketten eser görülmüyordu. Şimendifer yolunun iki tarafında da gayet lâtif sarmaşıklar, sarı sarı küçük küçük şükufelerle, müzeyyen karaçalılar elma bahçelerinin hududunu teşkil ediyordu.

Benim itikadımca hüsn, bir tenasüpten, bir ahenkten ıttırattan ibarettir. Fakat vahşet-zârın o ıttıratsız, tenasüpsüz ve dikenli güzelliğide bana pek dilber göründü! Etrafıma baktım, ezan vakti yaklaşmıştı. Bir müddet daha gittik; bir güzel dere… Bir durgun göl geçtik. Ne güzel kuş yolları, ne fikret-âver sazlıklar gördük!!

Nihayet; akşamüstü vasıl olduk bir karanlık meşecere Sanki bir dud-ı siyeh saçmıştı mağrip her yere. Sazlık yaprakları düşmüştü durgun göllere; Göklerin çökmüştü hüzn-i zî celali dağlara!

Ben ömrümün bu dilber-i dakikasında sermest-i letafet ve hayran/ [s.107] dilberi fıtrat iken, arkadaşım: Bir şey unutmayalım, haydi geldik, artık burada ineceğiz dedi. İndik. Fakat tekrar hayvanlara bindik. Gürcü köyleri, çiftçi evleri arasından geçerek yavaş yavaş Balaban Dağları’na geldik.

Ben, seyahat esnasında ihtiyatkârâne davranırım. Yanıma âlem-i meşhur (Çarles Layl)’ın ve Tabakat-ı Ulema-yı Be-Nam’ından (Çeki)’nin iki kitabını almıştım. Paltomun cebinde de Sahra namıyla bir küçük şiir risalesi vardı.

Balaban’da üç dört gece kaldık. Gündüzleri dağlara, taşalara tırmandık. Ulu ağaçların gölgesinde dinlenir, yemek yerdik. Ben, gündüzün o hazine-i hilkatin girân-baha kayalarını mütalâa ederdim. Yedd-i kudret o sakit dağlardan hiçbir şey esirgememiş her güzellik var. Çiçekleri vahşi, fakat pek dilber! Mehtabı, sihri, grubu pek ruh-perver! Hâvî olduğu madeniyât (ale’l husus bor asit krom!!! ) ile açılmamış bir hazine!.. Fakat sarp bir vahşet-i âbâd olmak münasebetiyle muzlim bir define!.

Tarih tabiîyi (alele’l husus nebatât ve tabakâtü’l arzı) oralarda tedris etmeli, ben, gündüzün mütalâa-i asâr-ı kudretle fikrimi pür-nur, geceleyin tecelli-i mehâsin-i tabiatla ruhumu pür-server ederdim.

Gündüzüm hakimane, gecem şairane geçerdi. O dağları/ [s.108] hâlâ pek seviyorum, hem dağları kim sevmez? Her hali şairane, her tecellisi sâhirânedir. Lâkin ben başka bir sebeplede seviyorum: O kesme kayalara… Derenin kenarındaki hakir taşlara, topraklara bakıp bir şey hecelemek için uğraşırım.

Kırda, dağda gezdiğim zamanlar bundan büyük bir zevkim yoktur. Bu zevk hem hakîmane, hem şairanedir.

“Bir hakikat keşfeder gönlüm nigâh ettikçe ben” “Kudretin asâr-ı icazıyla malî dağlara”

Müntesir hâkisterinde nur-ı seyyal-i hayat! Münteşir etrafına ahenk ve lahn ve renk ve nur. Âdeme takrir-i hikmet eyler en adi nebat Bir yer ve gılıftır tabiî! İ’ttikalât-ı suhûr Nerde görsem hatıra-i tarih kevn eyler hutur Hadisât-ı hilkatin sinmiş meailî dağlara!!.... *

* *

Her gece mahfi ağaçlarda ay üryan gezer Bir sükût serseri vadiye dağlardan iner

Mevceler peyda eder zulmet uzaktan kâh kâh/ [s.109] Birinci tayf siyah ıssız geçitlerden geçer

Sır ile meskûn her yer! Gölgelikler cilve-ger! Zühreler, şeb-pereler yüksekte taşlar rû-siyah! Kaplamış bir ruh-ı sâhir vahşet-âbâdı meğer Hâkim olmuş bir peri peyker o hali dağlara… *

* *

Bir zamanlar -ben o vahşet-zârda şeb tâ seher Aklımı sevdaya saldım, gönlümü kuş eyledim. Bildiğim âlemleri bir dem ferâmuş eyledim

Böyle bir sevdaya bilmem kim? Ne?. Olmuştu sebep! -Kendime bir külbe-i viranı etmiştim mukırr-

Hep güzellikler kıyafetten soyunmuştu o şeb! Her ne varsa renk renk nur-ı aşk olmuştu hep İnikâs etmişti eflâkin celali dağlara..

* * *

Mevkii, cism ü alâyıktan mücerret bir cemal Eylemişti pür-safa bir âlem-i cennet misal. Mehtabı titretirdi ref ref-i lâhutiyân… Gölgesinde çamların hâbide kalmıştı riyâh, Fikrimi okşardı bir şehbal sevda-yı nihan;

Bûs ederdi mahrumane şiirimi necm-i sabah,/ [s.110] Cümle mevcudat ederdi bir güzel mana-ı beyan;

Fıtratın suret-ger olmuştu cemali dağlara!.. *

* *

Âlem-i rengin manadan gece mehtap ile İnmiş aguş-ı cibâle bir cihan-ı manevî! Ses kesilmiş lânelerden.. Çağlayanlardan bile Sem‘e vasıl olmadaydı bir sükût-ı pür-servet Gaşy olup kalmıştı bir heyette eşkâl-i vücut Ser-be-hâk etmişti eşcârı evvela o lâhutî sücûd “Her taraf pür-samet ve hayret.. Bir lisan-ı manevî” “Eyliyordu sanki takrit-i muallâ dağlara”

* * *

Ruhumu şeb zindedâr-ı Fikret etmişti o hal.- -Göklerin bir el dağıtmıştı zılâl-ı hüznünü Tarumar olmuştu artık zülf-i sevda-yı leyâl… Nazil oldukça erirdi -güllere- mah-pareler

Kaybolurdu sisler altındsan geçen seyyareler! Ben, bu ulvîyât ile bî-hoş, sermest-i hayal Bekliyorken bir bir per-i zât tulû-ı hüsnünü

Pertev-efşân oldu maşrıktan hayali dağlara.!/ [s.111] *

* *

Muntazırdım ben ona hâlâ… Sabah olmuş meğer Bir güneş doğmuş! Fakat mahmur-ı fikret bir güneş! Hâle bir ser-ber peri! Hem bezm ü vahşet bir güneş! Ruhuna pervane-veş aşık çemende jaleler!...

* * *

Hüsnünü tezkâr ederdi her şey ol avarenin -Gönlümü sevdası pür-nur eyleyen mah-pârenin- Andırırdı zülfünü gisû-yı zertâr-ı seher

Mün‘atıf oldukça fecrin nur-ı âli dağlara!...

Bu manzumeyi Cemal Beyefendi’ye -âcizane- hediye etmesem küfran-ı nimet olur. Çünkü bu zevk-i şairane ve hakîmâneye mazharetim lütufları sayesindedir.

/ [s.112]