• Sonuç bulunamadı

Bahsetmek istediğimiz haysiyetin mana-yı fenniyesi anlaşılmasın. Malûmdur ki cihanın herhangi cihetine gidilse necabet, kıdem,/ [s.95] servet, fazilet, ilm ve ahlâk yolunda ve hatta bazı kere bir ferdin rengi biraz beyaz olmakla, esmer veya siyahlara rüçhanı lâzım geleceği gibi birçok hallerde, tabiî olan müsavat-ı insaniyeye mugayir bir eser tefevvuk-ı meşhut oluyor ve bu hale Lisan-ı Osmaniye’de haysiyet deniliyor.

Şüphe yok ki şeriat ve hikmet ve insaniyet nazarında zaten müsavat üzere mecbûl olan benî-beşer, müsavatın en şumüllü manasına yani her vechle birbirinin halinde bulunmak istidadına mâlik değildir. Bir Müslüman ihvan-ı tıynetini ihvan-ı dini ile kâffe-i ahvalde müsavi görmek istemez. Meselâ: Hazreti Ali (Keremallah u vech) gibi vesayet-i nebeviye şerefine nail olmuş bir halife-i zişan, divan-ı adalet-i ilâhiyenin hariçde bir numunesi olan veyahut olmak lâzım gelen -mahkeme-i şeriatta- kaimen ve mütesâviyen bir Yahudi ile terâfu‘ eder; zaman-ı hilâfetinde dünyanın iki cihangir devleti olan Roma ve İran saltanatlarını otuz kırk bin kişilik bir ordu ile zîr ü zeber etmek derecelerine getirecek kadar keramet-nümâ-yı ulviyet ve galibiyet olan hazret-i Faruk-ı Azam (Radıallah u anh) memâlik-i meftuhasından Şam’a girerken inayeten ve merhameten kölesini -nöbet ona geldiği için- devesine bindirir ve hatta mehârını kendi eliyle çeker. Selâtin-i İslâm arasında her nazar-ı hakîm sahibine göre padişah-ı hükemâ ünvan-ı iftiharına bi-hakk-ı şayan olan Murad-ı Sâni on/ [s.96] dört yaşında oğlunu kendiyle müsavi tutarak mesnedine ik‘âd eyler. Fakat hiçbir Müslüman camide bir Yahudi’yle hem saf-ı kıyam olmak veyahut kendi malına dava-yı iştirak eden kölesini rahlesine bindirmek veya evladının terbiyesinde çocukla müşavere etmek istemez.

Hikmeten bazı erbab-ı mütalâa iştirak-ı emvâl ve hatta iştirak-ı ıyâl efkâr-ı müfsidesine kadar müsâvat-ı perverlikten, ve insaniyetten bir hayli rindân-ı kalender meşreb-i çenâk yoldaşlığı gibi sakîl sakîl namlarla mevcut ve hatta mefkutlarının taksimine kâil olmak derecelerinde levazım-ı uhuvvetten dem vurmuşlardır.

Şu kadar varki bu kazâyâya dair edilen rivayetin birtakımı zayıf ve bir haylisi butlanına ve bi-nefsihi beyne ve birçoğu bedaheten ve istidlâlen merdûd olduğu gibi saded-i bahs dahi o yolda ki akvâli teşrih ve cihad-ı istidlâli muhakeme ve tercihe müteallik olmadığı için yalnız edyân ve irfan ve vicdanın haricinde olarak haysiyet

namıyla arada dönüp dolaşmakta olan birtakım âdât ve akâyid-i müştehire netâyicini muhakeme etmek istiyoruz.

Birinci derecede asâr ve netâyici bu babda agleb olan necâbeti ele alalım: Necâbet, insan için hakikat-i halde istenilmeyecek şeylerdendir diyemeyiz. Elbette tahir bir nesepten gelmek bir rezil babanın oğlu veya piçi olmaktan -insaniyetin kâffe-i meziyâtını idrak edenlerce-/ [s.97] elbette müreccihtir. Şu kadar varki sevâbık ile iftihar, meselâ kuvve-i cismanîye veya zekavât-ı mevhûbe ile mübahât, tahdîs-i nimet dairesinde53 tutulursa naklen ve aklen makbul olabilir. Yoksa, kâbil-i sülb Cenâb-ı Âdem aleyhisslemdan ve Muaviye-i sâni (radıallahu anh ve arza) Yezid’in sülbünden gelmekle birincisinin ikincisine rüçhanını iddia eylemek fezâil-i âdemiyeti bir erkekle bir kadının hatta müşahedelerinden bile teeddüb olunacak bazı yerlerinden zuhur etmeye hasr eylemek kabîlinden olur.

Bundan başka necabet hükmeten bir büyük tariz daha götürür. Şöyleki - enbiya-ı azam ve aizze-i kiram istisna olunduğu halde- insaniyet nazarında bir büyük hanedan veyahut tabir-i ahirle bir silsile-i necabet teşkil etmiş ne kadar âdem var ise cümlesi meçhulü’n neseptir. Bu davada bir kıyas mukassem ile sabittir: Şöyleki: Müessese-i hanedan olan zat bir büyük âdemin neslinden (şeceresiyle) gelmiş olsa kendine müesseselik ünvanı verilemez, bir hanedanın şeref ve kadrini kendi tesis etmiş ise o halde dahi büyük âdemden tevellüt etmek büyük âdem doğmayı iktiza etmeyeceği ve bilakis insaniyeten herkes kendini fezâil ve meziyât-ı zatiyesinin veled-i maneviyesi bilmek lâzım geleceği sabit olur.

Hâsılı gerek maddi gerek manevî düşünülsün (insan anasından büyük doğmaz.)/ [s.98]

Acaba İngiltere’deki lordlara, Fransa’daki prenslere mâ-hasal dünyanın her cihetindeki ashab-ı necabete sorulsa neslini mebde-i hilkate isâl edecek kimse var mıdır? İsâl edenler bulunsa bile neticesinde âdemoğulluğu sıfatıyla sair insanlara müsavatını göstermekten başka ne kazanabilir? Rivayet ve esatirden kat‘î nazar, bizce tarihen sabit olan bazı vekâyi‘i gözümüzün önüne alalım ve hatta tatvîle düşmemek için Arap Devletleri’ni dahi karıştırmayalım.

Devlet-i Saffariye’yi teşkil eden bir haydut, Devlet-i Gazneviye‘yi meydana getiren bir köle, Devlet-i Selçukuyiye’yi o kadar azamet ve iclâliyle âlem-i siyasette birinci devletlerden ma‘dûd eden bir aşiret kocası değil mi idi?

Ne hacet! O dünyanın nısfına hükmeden, âlem-i insaniyetin en vâsi hükûmetini teşkil eyleyen, bir Tatar reisi değil miydi?

Kesret-i fütuhatça cihana hiç misli gelmemiş olan Timurlenk, Cengiz hizmetkârlarından bir âdemin neslinden gelmedi mi?

Atabekiyy’e ve Eyyubi’ye ve Memaliğ’e gibi hükûmetleri bir muvaffak asker veya bir gayretli esir tesis etmediler mi?

Saltanat-ı Osmaniye’de bir maruf-ı hanedan sahibi olan zevattan Çandarlı Kara Halil adi bir suhte, Köprülü Mehmet Paşa sarayda bir aşçı, Mehmet Ali Paşa bir çiçekci-zâdeden başka bir şey mi idiler?.

Tarihlerde gördüğümüz ashab-ı zuhurun en büyüklerinden biri/ [s.99] olan ve yalnız Horasan askeriyle Devlet-i Safeviye bekayâsını Saltanat-ı Osmaniye ile efgân-ı hükûmet galebesinin savletlerinden kurtardıktan ve Rusya ile dahi en kuvvetli zamanlarda galibâne birkaç kere çarpışdıktan sonra Buhara, Hokand, ve Hive’de, ve Hind iklimlerini silâhsız, ve nizamsız kırk elli bin Acem askeriyle zabta muvaffak olan Nadir Şah, efşâr-ı aşiretten yetişmiş adi çoban olduğunu tarihlerde görmüyor muyuz?

İsviçre’nin, Almanya’nın, İngiltere’nin, Amerika’nın, Fransa’nın, İtalya’nın, Rusya’nın inkılâbat-ı ahirede ve siyasetçe azamet-i hayaliyesini tesis eden eazımdan hangisinin tercüme-i hali aransa içlerinde üç dört karn-ı ispat-ı nesep edecek bir âdem bulunamaz. İhtimal ki en büyükleri ya kunduracı veyahut çiftçi oğlu çıkar.

Bununla beraber necabet davasının terakkiyât-ı insaniyece hiç hükmü yoktur zanolunmasın. Vakıa peder ve validenin gerek servet, gerek hüsn-i ahlâk ve meylen marifetçe müsellem olan tesirlerine nazaran büyük bir âdem hanesini idare ve evladını terbiyece elbette meziyât-ı zatiyesinin velev cüz‘i olsun bir parçasını ahlâf ve tevabi‘ine ilkâ edeceğinden ekser erbab-ı necabet tabiat-ı insaniyede merkûz olan hubb-ı mehâsin ve meyl-i meali cihetleriyle ahad-ı nasdan daha terbiyeli zuhur eder.

Fakat o terbiyede müsavat-ı insaniyenin ihlâline hizmet edecek/ [s.100] bir hak değildir. Bilakis necip olan ve terbiye-i necabete ile tahliye-i nefs eyleyen

ashab-ı irfana göre en büyük vazife o nimetin şeraid-i tahdîsini bilmek ve gerek hasâil ve gerek meksubâtça ne kadar âli bir mertebeye haiz olursa olsun, nefsini kimsenin fevkinde görmemek meşreb-i insaniyet-kârânesiyle ulv-i zatiyesini sairlerine tasdik ettirmekten ibarettir. Fezâil-i bahire, ve meşhuresiyle âlem-i insaniyete şeref-resân olan eazımdan hazreti Ömer İbn-i Abdülaziz bir hanedan-ı saltanat içinde perverde olmuş ve mesned-i hilâfeti dahi bi-hakkın ihraz etmiş iken kıyafet ve muamelâtında zamanının efkâr ve fukarasından fark olunmazdı.

Binaenaleyh, necabetten hâsıl olacak haysiyet, insanın meziyât-ı mevhûbe ve meksûbesiyle müeyyed olursa adına haysiyet denilebilir. Yoksa dünyada bir aileye intisaptan başka fazileti olmayan ashab-ı necabetin hali Esad Paşa merhumun:

Zâde-i nevhe şeref vermeyecek hazret-ab Gayrın evladına bilmem ne verir izzet-ab beyitine misal müşahhas olmaktan ibarettir.

Mukaddime gelince: Bir âdem zaten dirayet ve malûmat ile muttasıf olur ve bulunduğu meslekte sıdk ve gayretle vazifesini icra ederse zaman geçtikçe bi’l-tab tecarîbi çoğalacağından hizmetinin tekessürü hakkında bir hürmet-i zaide hâsıl edeceğinden insanın/ [s.101] sevâbık-ı fâhiresi hükümsüz tutulmak ve barîka-i fetânet ve istikamet içinde tûl-i müddet-i âram cihetiyle subh-ı sadık gibi bir nur-ı safaya müstağrık olan rüus-ı muhteremeyi her türlü meziyet ve ricahaneden beri görmek tıfılâne bir itikat olur.

Şu kadar varki kıdem ile bir haysiyet-i mahsusa tertibi de umumiyet veya ekseriyet hâsıl eder bir kaide değildir.

Mürûr-ı zaman ile bazı vücut büyür ise bazısıda çürüdüğü gibi bazı fikir terakki bulursa bazısıda eskiyor. Hele insaniyet taben tevlid ve tecdide mail olmak cihetiyle kurûn değiştikçe genç zihinler, dinç vicdanlar; birtakım taze hakâyık, yeni müessir meydana getiregeldiğinden kıdem üzerine tesis-i haysiyet etmek umumî ve hikemi bir nazarla bakıldığı halde bu âlem-i terakkide her asrı asr-ı sabıkın esaret-i idrakât ve efali tahtında bulundurmak demek olur.

Tevarüsen bir hanedan azasına intikal eden hizmât-ı şeriyede irşad kaydının ekber-i saffetine takdimi dahi kifayet-i asl; sinn ve tecrübe-i fer olmak hakikatine mübteni olsa gerektir.

Rütbe nedir? Sırf bir emr-i itibari değil mi? Öyle ise ebnâ-yı beşerin müsavat- ı meşrua ve tabiiyesini ihlâl edecek bir meziyet, bir emr-i itibarîden nasıl tevellüt edebilir? ..

Mertebe-i kurbiyet ve ihtisas-ı peygamberide umuma faik olan/ [s.102] Şeyhayin (radıallahü anhüma) birkaç kere tenbihen lil-ümmihi seriyyelerde yeni izhar-ı İslâm etmiş veya henüz reyeân-ı şebâba vusul bulmuş zevatın maiyetine tayin olundukları siyer ü ehâdis de ananesiyle sabittir.

Hazret-i Halid Bin Velit (radıallahü anha) barîka-i şemşir-i şeriat gibi bir sürat-i hâtıfa ve saika-i kahr-ı ilâhi gibi bir şiddet-i harika ile iki sene zarfında Ceziretü’l Arabî levs-i irtidattan tathîr ettikten sonra dü-dest-i mücahedâtıyla54 künûz-ı kisra ve kusur-ı kayserin ebvâb-ı aheninini yerlerden koparmış iken seraskerlikten neferliğe tenzil olundu.

Vakıa ise umur-ı tabiiyeden bulunduğu için kimsenin ve hatta zat-ı mübareğinin bile velev bir kelime ile olsun itirazını davet etmedi.

Vezâif-i diniye ve hikemiyeden başka âdât ve etvâr-ı beşere atf-ı nazar ettiğimiz halde merâtibe-i müteallik garip garip pek çok misaller görebiliriz. Meselâ: Roma imparatorlarından Kalikola bir sevgili atını zamanında padişah-ı sâni nasbetmişti! Hayvani böyle bir muameleyi insaniyet için nasıl bir düstur-ı hakikat addedebiliriz?

Abbasi’lerden Kâhir’in makam-ı hilâfetten sâilliğe düştüğünü, ve Abdullahü’s Sagir’in Gırnata saltanatından mülûk-ı Fas’ın askerliğinde feda-yı can etmek derecelerine tenezzül ettiğini tarihlerde görüyoruz/ [s.103] asumânî böyle iki musibet hatıra geldikçe bu dünya-yı dinin merâtib-i iclâline nasıl emniyet ederiz? Ara sıra hayvanı insandan ziyade tebcil ve mahdumluğu hadimliğe ve hatta saltanatı gedalığa tahvil eden kaide-i merâtibin sevâbık ve asârında ta bu derece tegayyür görüp dururken naklen ve aklen daimiyet ve hakikati müsbet olan emr-i müsavata karşı bir istisna tevlid edebileceğine hüküm verilebilir mi?

Servet ile hâsıl olacak haysiyet ise ya dolandırıcıların veya ashab-ı ihtiyacın lisan-ı müdahanesinden işitilen ekâzibten vücuda gelir bir hayaldir ki sahibinin

54

Bu kelimeden sonra eserin ikinci baskısında “müca” kelimesi vardır. Cümlenin anlamına göre her iki baskıdaki ifade doğrudur.

altınlarından taç giydirilirse yine nazar-ı hikmete karşı arz-ı vücut edemez, Kârunî hazineleri yere geçirmiş, göğe çıkarmamış!..

Fazilet-i ilim ve ahlâkın insana ita edebileceği haysiyet ve meziyet hiçbir âkilin şeriaten ve hikmeten bir söz söylemeğe hakkı yoktur. Çünkü o fezâil ile tahliye-i nefs edenler müsavata karşı bir şeref iddia etmek değil, bilakis kendilerini daima herkesin mâ-dununda tutacak bir şime-i tevazükâraneye mâlik olmak meslek-i hakikat ve hikmetleri iktizasından bulunduğundan, bir zamanlar tefevvuk davasında bulunamazlar ki karşılarında (bende insanım) denilmeğe selâhiyet olabilsin!..

Fazilet-i ilim ve ahlâk ile mütehalli olan meziyât-ı celile ashabına riayet-i muamelesi cebrî değil, ihtiyârîdir. Bilâihtiyâr vuku bulan/ [s.104] muamelenin muhatabına ne itâb ait olabilir?

Tevatüren bildiğimiz rivâyettendir ki irtihal-i Hazret-i Nebevî “sallallahu aleyhi vesellem”den sonra Sakife-i Benî-Sai‘d’de ensar ve muhacirinin açtığı dava-yı hilâfet, o mesned-i celil, muhacirin için delậil-i kat‘a ile sabit olunca efzel-i ehl-i iman olan Sıddık-ı Ekber (radıallahu anh) iki canipde bulunan Hazret-i Ömer ve Ebu Ubeyde Binü’l-Cerrah (radiallahu anhüma)’nın ellerini tutarak ikisine dahi teklif-i hilâfet ve biat etmiş ve arş-ı istihkakı olan o paye-i celile gerek müşarünileyhümâ ve gerek sahib-i ashab-ı hak tarafından fezâil-i zatiyelerine karşı gösterilen hürmet biatla vasıl olmuştu.

En büyük cihangirlerden olan İskender-i Rumî Diyojen’in ayağına gittiği ve Fatih Sultan Mehmet, Molla Gürani’nin daima elini öptüğü numune-i ibret olacak vekayidendir.

Mâ-hasl:

Ne nesl iledir Ne sâl iledir Ne câh iledir Ne mal iledir Beğim ululuk Kemal iledir

Meselesi bir kaziyye-i hikmettir ki cerh ve iptaline imkân bulunamaz dünyada haysiyet varsa ancak fazilet ve vicdandan ibarettir./ [s.105]