• Sonuç bulunamadı

Kardeşim Efendim Hamid’im

……… Tarihli mufassal bir mektubunu aldım. Bir ruhun bir ruhu okşayışı, bir vicdanın bir vicdana teselli verişi meğer ne kadar ilâhî imiş! Mektubun hayat-ı âliyeyi uyandırmakta/ [s.42] kâinat-ı hüsnün sabah-ı rûz-ı ebedîsi olmak için yaratılmış iki güzel mai göze rekabet ediyordu.

Çamlıca’da bülbül yavrusu dinlediğimizi unutmamışsın bende o kadar unutmadım ki şimdi dinleyecek olsam kalbimde belki aks-i sadasını işitirim. Londra’nın, Paris’in, operalarında ki musikiler o kuşcağızı bize unutturmayacağında şüphe yok. O bülbül yavrusu dediğimiz mahlûk-ı semavî kim bilir kimin ulûhiyete karşı müştakâne feryat eder ruhu idi. Kim bilir o mehtaplı gecede bir kalp içinde muhabbet gibi, gizlendiği çalının içinde bizimle hasbıhal ediyor, ve bize birçok şeyler anlatmak istiyordu. Galiba nâgamât-ı semaiyesinin -notası- yıldızlar idi ki o küçücük gözlerini semaya dikmiş idi.

O cihan-ı letafet ve sükûnet niçün bir zerre kadar olan o mahlûku o derecelerde bî-sabr ü ârâm etmiş idi? Acaba geçen asırların birinde birbirine44 mütehassir iki gencin o mevki-i âşıkaneye aksetmiş yâd-ı hazin-i muhabbetlerimiydi?

Mektubunda tasvir ettiğin veya lisan verdiğin o temaşa-yı ruh-efzâ-yı ilâhî kaç günler fikrimin meşguliyet-i meftunâne ve kalbimin heyecan-ı ibadetkâranesine sebep oldu.

Ah, ben Hamid’i, yıldızlı geceyi, nâ-mütenâhîliği pek severim bilirsin ya bazı geceler yıldızların kesretinden reng-i sema görünmezdi./ [s.43] Marmara, inikâs eden ziya-yı ahterân ile papatyalar açmış koyu bir çemen-zâra benzerdi. Şurada bu ishakın sâmiaya akseden sadası bitiyor, ötede bir bülbülün feryadı kesiliyor, uzaktan uzağa gelen bağ bekçilerinin ıslıkları gecenin sükûneti içinde mahvoluyorken birçok yıldızlar bir ufkun üzerine toplanır, her sönüp parlayışlarında dide-i vicdana ebediyet için birer nuranî reh-güzâr açarlar. Öbür tarafta iki tev’em yıldız, sakin sakin ağlayan bir kalbin içine teselli için ziyalarını döker. O yıldızlar ki istikbal ile aramızda ki zalâm-ı amîk-i nisyan içinde bize

44

görünür zerrât-ı hakâyıktır. Ah, ben o temaşanın gönlüme verdiği hissiyatı, vicdanımın karşısında o hissiyatın lisanı olan Hamid’i yanımda görmek isterim. Her cuy-bâr, fikri cûşâ getirdiği, her ağaç, kudreti ilâhiyeye secde-ber-i şükran olduğu, her sehâb, bir başka şevk ile semaya uçup gittiği zaman ben Hamid’i isterim. Bir tarafında yüz binlerce güneşler grup, diğer tarafında yüz binlerce aylar tulû eden ufuklar, o tulû ve gurubun envârı içinde kalmış bir sema, o semada da Hamid’i isterim. Benim öyle senin gibi sabahları uyandıracak bülbüllerim, geceleri uyutacak ishaklarım yok. Sabah beni kaldıran, şimendiferlerin avazesi, geceleri uyutan, bir dakika ârâm etmeyen dağdağa-i medeniyetin şiddetli bir yorgunluğudur.

Gündüzleri nazarım sisler, dumanlar içinde kaybolur,/ [s.44] rüzgâr o güzel rayihalara bedel fabrika dumanları getirir. Hava muzlim, ağır. Mahşer-i medeniyetden kaçarak bir açık sema, bir tenha köşe ararım. Ara sıra yalnız başıma -Thames’ın- kenarında oturur, garip garip vatanımı, sizleri düşünürüm.

Alafranga mayısın yirminci günü idi ki birkaç gün mezuniyet istihsaliyle Paris’e gittim. Manş Denizi yine pek galeyanda idi. Bu dehşetli Manş, reh-güzâr-ı hayata benziyor. Mesafenin kısalığı ile beraber heyecan-engiz emvâcı içinde insanın çekmediği bela kalmıyor. Manş’ın o bir cihetine geçer geçmez bir inkilâb-ı azim gördüm. Ben, mevkien bibirlerine bu kadar yakın olduğu halde ahlâk ve meşrepçe birbirlerine bu kadar uzak iki millet görmedim.

Paris’te bulunduğum zaman tiyatır-ı Fransa’nın meaateessüf istediğim gibi bir oyun oynamıyordu. Alfred Dumasa’nın iki küçük piyesini arz ediyordu ki benim komedi Fransa’da görmesini arzu ettiğim şeylerden değil idi. Fransız gazetelerinde okuduğuma göre tiyatır-ı Fransa şimdi Hugo’nun “Ruy Blas”ını oynuyormuş. Halim müsait olsa yalnız şu oyunu o tiyatroda görmek için Paris’e kadar giderdim. Vakıa burada bulunan bir âdem için tiyatır-ı Fransa’yı da Londra’da görmek mümkündür. Fakat şimdi burada mevsim bitmiş ve herkes köylere çekilmeye başlamış olduğundan bu aralık kâbil olamaz. Mevsimin hitamına memnun/ [s.45] olmadım desem sözüm doğru olmaz. Balo, taam, bahçe davetlerinin tehacümüne ve dört buçuk milyon ahalisi olan bir şehre mevsim münasebetiyle her taraftan gelen ecnebiler dahi inzimam ederek hâsıl olan mahşere, dağdağaya takat gelmiyordu.

Buranın güzelleri hakkında ne söylesen hakkın var. Âdemi… Efendi ma‘hûduna döndüren hava -isterse yüz bin Havva ile beraber- cennette de olsa çekilmez diyorsun. Burada hava yok ama kalbimin heva-yı nesimi-i hüsn içinde

teneffüs ettiğini hissediyorum. Garbın en güzel kadınları İngilizler, şarkda Çerkez’lerdir zannederim. İngiliz kadınlarının edep ve hüsünlerine hüsn-i taayyüşün, hüsn-i terbiyenin dâhil küllîsi olduğunda şüphe yoktur bizde ise muamele başka. Hatta Pertev Paşa’nın “Numune-i Edebiyat” da gördüğüm Av’ave’sinde -ki Kıtmîr ile mükâlemesini hâvidir- köpeğin av’aveh demesine mukabil (galiba ‘avret demek istersin) bu hususta lügat-ı tabiiyenizi istimale sebep ne oldu diye soruyor da (belâgatın tarifi kelâmın mukteza-yı hale mutabakatı değil midir? İşte bu güruh ile halen müşabehetimiz var, kalen dahi olsun) diyor. Bu söz, kailinin insaniyete bir ziynet olan hissiyat-ı nazike ve rakikadan mahrumiyetine en büyük bir delildir hatta bazıları çocuk methetmek şenaatini irtikâbtan hayâ etmedikleri halde zen bî-âr falan gibi tabirleri lisanımızda zeban-zeddir./ [s.46]

Hâlbuki kadınlar dediğimiz mahlûkat-ı ulvîye bizim âlâm ve ekdârımız içinde yalnız mâlik olduğumuz tesellilerdir. Cenâb-ı hakk’ın kadınlara ihsan ettiği en büyük meziyet valideliktir. Nur-ı cemalleri vicdanı tasfiye eder. O güzel bakışları ruh içinde muhabbet denir bir ruh-ı diğer iş‘âl eder, fikre kanat verir, bir genç kızın ilk defa helecan eden kalbinden titreyen sesiyle bir genç adama yavaş yavaş (ben seni seviyorum) demesi hissiyat-ı âliyeyi uyandırmakta her şeyin mâ-fevkindedir. Bir genç, herkesin sükûnete vardığı gece yarılarında bir mehtaplı semanın altında, her ihtizaz ettikçe yapraklarından nur damlar bir ağacın sâyesinde bir güzelin intizarıyla ağlamamışsa pek bedbahttır.. Her kim olursa olsun bir güzel karşısında titrememiş veya kalbinden geldiği titremesiyle malûm olan bir sesin aksi ruhunun içinde ilelebet kalmamışsa tali‘sizdir.

Edebiyat bahsine gelince: Bayron’u beğenmiyorsun, Şali’yi tehattür etmiyorsun. Bayron’un meziyeti için seninle bahse girişecek kadar asârıyla iştigal etmedim. Şu kadar var ki gördüğüm bazı şeylerinden istidlâlen öyle bir tarafa bırakılacak şuaradan olmadığına eminim. Şali 1792 seney-i miladiyesinde dünyanın İngiltere kısmında tevellüt etmiş ve 1823’te yine İngiltere’de dünyadan gitmiş bir büyük şairdir. Fransa üdebası İngiltere şuarasından hemen de kıyas kabul etmeyecek derecelerde çoktur diyorsun. Hâlbuki İngiltere şuara ve üdebasının/ [s.47] kesrette Fransa’dakilerin pek madununda bulunduklarını tasdik edemem. İngiltere Cosa, Espençe, Mala, Cansun, Milton. Gibi her biri içlerinde zuhur ettiği millete medar-ı iftihar olacak şuara ve üdebaya mazhar olmuştur. Bunların içinde bir ikisi de muassırîndendir. Namlarını daha ayrı ayrı yazmaya lüzum görmediğim birçok şuara

ve üdebayı da bir tarafa bırakalım. Hiç Şekspir’e mâlik olan âli İngiltere’nin edebiyatı Fransa’dan öğrenmesine imkân tasavvur olunur mu? İngiltere’de dârülfünun yok iken Fransa’da bulunması edebiyatça Fransa’ya ne bir takaddüm-i fazl, nede fazl-ı takaddüm kazandırır.

Bir Şekspir’in zuhuru bin marifethane-i edepten daha şerefli, daha istifadeli, daha parlaktır. O halde edebiyatın Fransa’dan Almanya’ya, Almanya’dan İngiltere’ye seferber olması istib‘âd olunur. Memâlik-i mütemeddine dediğimiz cihan-ı marifette insaniyetin ve marifetin vücuda getirdiği kemalât ve bedâyi-i marifet, güneş gibidir. Ziyasını hemen Avrupa’nın her tarafına neşreder. Ümem-i fazıla beyinlerinde birbirlerine sirayet ve intikal eden bedâyi-i medeniye ve kemalât-ı insaniyeyi tefrik ve tayin etmek bazen pekte mümkün olmuyor. Meselâ İtalya’da zuhur eden bir ihtira-ı medeni İngiltere’de ikmal edebilir, İngiltere’den giden bir harikai insanî Fransa’da ihya olunur. Fransa dârülfünununda bir mu‘cize-i marifet keşif edilirken Almanya dârülfünunlarında tedrise başlanır. O cihetle bazen şeref ve fazilet hangisine ait olduğunu tayinde fikir âciz kalır. Şu kadar/ [s.48] var ki bu fezâil-i marifetin bir derece-i mütefâvite de olduğu görülür.

Bugün dünyanın en birinci milletlerinden biri olan Alman’lar, aksam-ı marifetin bazılarında İtalyan’ların şakirdi addolunabilir. Bununla beraber yine İtalyan’lar bugün Alman’lar sırasına geçen milletlerden değildir. Benim itikadımca dünyanın en birinci milleti İngilizlerdir o cihetle ikinci derecede ki milletlerde veya sonradan Avrupalılara taklid eden akvamda görüldüğü gibi üssü’l-esas-ı insaniyet olan edebiyat ve hürriyeti Fransa’dan Amerika’dan öğrendiklerine ihtimal tasavvur olunamaz.

Asr-ı ahir-i edebe gelelim: Ekseriyet-i üdeba Londra’dan ziyade Paris’te bulunduğunu teslim et diyorsun, malûmdur ki üdeba ve edebiyatta aranılan kesret değil meziyettir. Vakıa bugün Fransa Viktor Hugo’ya mâlik bulunuyor, her büyük milletin her asır da bir “jeni” dehaya mâlik olmasına imkân-ı fıtrat müsaade etmediğinden bugün İngiltere’de Hugo’ya muadil bir şair gösterilemez. Şimdi Londra’da bulunan ve kraliçenin kendi eliyle tetviç edilen Tensin “lirik” yolunda Hugo derecesinde addediliyor. Fakat ben bunu tasdik etmeye mecbur değilim.

Fransa şuarası içinde Şekspir tarikini iltizam eden kimler olduğunu soruyorsun. Tiyatrolarında Şekspir tarzını ihtiyâr edenlerin en birincisi Fransa’da ve hatta dünyanın her tarafında cumhur-ı üdebanın pişvası olan Viktor Hugo’dur. Kim

ne derse desin,/ [s.49] Şekspir’in Hamlet’i, Makbet’i, Romeo, Jüliet’i, Otello’su okunduktan sonra Viktor Hugo tiyatrolarının Şekspir tarafından bulunduğu malûm olur. Müsellemdir ki bugün Sardo’ya kadar bütün Fransa şuarası derece-i mütefâvite de tiyatrolarında Şekspir tarzını ihtiyâr etmişlerdir.

Aksiyonlar, mücadele-i vicdanlar, temaşaların kesretle değişmesi ki bugün Fransa tiyatrolarında en ziyade hüküm-ferma, en ziyade makbul olan şeylerdendir. Bu usullerin, bu tarzların mevcudu Şekspir’dir. İnsaf edip söyleyelim: Viktor Hugo tiyatrolarında pek çok jeniler, pek çok harikalar göstermişse de dram yolunda Şekspir’in haricinde bir şey göstermemiştir ki sonra daha kuvvetli olmak üzere dram yolu için Viktor Hugo’ya şükran mecbur olalım.

Şu son zamanlar da Paris’te tiyatro yolu başka bir zemine gidiyor diyorsun. O zemini Paris’te ki tiyatrolarda gördüm. Şekspir’in, Viktor Hugo’nun tarzları gibi ulvî şeylerden olmayacağı müsellem. O usul-i cedit herkesin anlayacağı surette ve her cihetle sade olduğundandır ki rağbet-i umumiyeyi de beraber götürüyor. Sade olmaktan ibaret olan bu tarz-ı cedidin taraftarları Viktor Hugo tiyatrolarını anlaşılmazlıkla itham ediyor.

Bir cahilin veya bir gazete mevzunun anlaşılması yani maarif-i umumiyenin hâlihazırında ki noksan Hugo’ya neden ait oluyor/ [s.50] bilemem. Hatta memleketimizde bazıları Türkçe yazılan bir şeyi her fert anlamadıkça bizde edebiyatın vücuduna imkân vermeyeceklerini ilân ediyorlardı. Bir halkın dehşetli bir cehaletten kurtarılmasına çalışmayıp da üdeba ve şuarasının tenzil-i idrakât ve ifadâtına kalkışmak benim anlayamayacağım hikemiyâttandır…

Şimdi biz bunları bırakalım da birbirimizle biraz hasbıhal edelim. Üç günden beri Londra’dan “Banet” namında bir köye naklettik. Bu bulunduğumuz köy İngiltere tezyinat-ı tabiatından olan büyük büyük ağaçlarla mahdut sayfiyenin piş-gâhında muntazamca bir bahçe, bahçenin öte tarafında küçük bir orman var. Burada öyle hava-yı hayat efzâ-yı şarkı andırır bir sema yoksa da Londra’nın o araba, şimendifer gürültülerinden kurtulup da birden bire bulunduğum bu sükûnet-i âlemi45 bilmezsin ki bana vatanımı, Çamlıca’yı ne kadar garip surette ihtar ediyor. Hazin sabahları,

45

garip akşamları var. Penceremin önünde lâne-saz olmuş bir kuş var ki yalnızlık içinde bana yâr-ı hem-dem oluyor. Heyecanlı bir kalbe düşmüş ümit gibi bir köşede ârâm etmez. Sevda engizâne avaza başlayıp da sadası havayı tehyic ederek semaya doğru çekilip gittiği zaman kalbi feryatların Cenâb-ı Hakka vusulünü gösterir…

Kemal-i hürmet ve tahassürle gözlerinden öperek mektubuma burada hitam veriyorum./ [s.51] SEZAİ

CENNET MEKÂN FATİH SULTAN MEHMET TÜRBESİ’NE