• Sonuç bulunamadı

Barîka-ı marifet ki bir yeri tenvire başlar, feyz-i in‘itâfıyla fikirlerde parlak parlak tasavvurlar, gönüllerde büyük büyük arzular peyda olmak tabiîdir. Dikkat buyurulsun ki -biz o sabah-ı saadetin daha mebâdî-i infilâkında bulunduğumuz halde henüz fekk-i müjgâna başlamış olan enzâr; ne kadar âli, ne kadar mukaddes maksatlara taallûk ediyor!/ [s.81]

Avrupa’nın kemalât-ı medeniyete ve derecât-ı marifeti buralarda bilinmeye başladı. Öyle bir kuvve-i külliyenin galebe-i nüfûzuna münferiden şu mülkün karşı durabilmesinde olan imkânsızlık pek az zaman içinde anlaşıldı. Encümengâh-ı âlemde akrandan dûn kalmayacak bir mevki-i haysiyet istemek ise herkes için tabiî olmakla bizde dahi o hâhiş; taharri-i esbâb arzularını uyandırdı.

İşte o saika ile ta Devlet-i Âliye’nin zuhurundan beri birtakım e‘azımın efkârını işgal eden ittihad-ı İslâm şimdi maksad-ı umumîden olduğunu görüyoruz.

Bu maksad bir kere hâsıl olursa iki yüz milyon* kadar nüfus dâderâne ve yek- vücudâne birbirinin terbiye-i efkâr, ve muhafaza-i menafiine çalışacaklarından Asya için ne revnaklı bir devr-i saadet zuhura geleceği tarife muhtaç değildir.

Binaenaleyh, biz de bu fikr-i mukaddesin tervicini arzu eden ashab-ı hamiyete peyrevliği medar-ı mefharet bilenlerdeniz. Ve ittihad-ı İslâm arzusunun neşir ü müdafaasında râyet-keş-i müsabakat olan “Basiret”e minnet-dârâne arz-ı teşekkürle beraber o bâbda ki mülâhazat-ı kâsırânemizin beyanına ibtidar ederiz:

Mesâil-i malûmedendir ki -kuvvetin tezayüdü teavününün tezayüdüyle hâsıl olur. Hatta, yalnız cihan-ı insaniyetin değil, avalim-i/ [s.82] maddiyatın bile rabıta-i intizamı eşya beyninde mevcut olan aheng-i ittihattır. Bir koca fabrikanın en küçük bir çarkı bozulsa umum edevatına halel gelir. Zuhalin, en küçük bir şâtırı yerinden oynasa bizim şemsimizin tedvir ettiği avalim belki bütün bütün hercümerc olur.

Bu mukaddemâttan anlaşılırki -umum ehl-i İslâmın vaktiyle haiz oldukları mertebe-i ûlâ-yı medeniyeti bugüne kadar idame edemediklerine sebep olan ahvalin biri de araya düşen tefrikalardır.

Bu ihtilafâtın, şerhine yürek dayanamayacak bir dağ-ı derun olan netâyic-i siyasiyesinden başka beşeriyetin müftehir olduğu terbiyet ve marifetçe bulunduğu- muz hale dahi pek büyük tesirleri olmuştur.

Vakıa; vaktiyle Memûn’un sarayı devleti darülmuallimîn-i cihan idi. Fakat o encümen-i marifetin etıbbası kûh-ı billur kenarından gelirse, fukahâsı muhit-i garbı sahilinden vürut ederdi. Heyet-şinasları Ceyhun menbaından peyda olursa, mütekellimleri Sind mansıbında vücud bulurdu. Yüz milyonlarla nüfus bir lisan söyler, bir fikre hizmet ederdi.

Biz ise, hâlâ Tahran’ın keşfiyât-ı fikriyesini bilmiyoruz, hâlâ Kaşgar’a, bildiğimizi değil, adımızı bildireni biliyoruz.

Bu hal ile eslâfın menzile-i kemalâtına ne tarik vasıl50 olabiliriz? Hele Avrupa’nın güftâr ve etvârca ihtilafıyla beraber sa‘y ve terakki/ [s.83] noktasında yek-vücut olan yüz elli milyon kadar erbab-ı himmetine nasıl yetişiriz? Malûm değil midir ki, kıllet kesrete hiçbir şeyde hiçbir vakitte müsavi gelemez.

Bir de devr-i terakkide takaddüm eden bir kavim; teehhür edenlerin uhuvvet-i insaniye kaidesince büyük biraderi değil midir? Büyük birader ise küçük kardeşlerini bulunduğu sinn-i kemale isâl etmekle mükellef olmaz mı?

Biz, mademki en yakın olduğumuz için garbın envâr-ı maarifini en evvel iktibas eyledik, Asya’da bulunan ihvanımızı bu nimetten hisse-yâb etmeyi hiç düşünmez de gıda-yı ruhanîlerinin fikdanı cihetiyle bulundukları vakfe-i mutlakada bırakır isek sinn-i rüştümüze müterettib olan bir büyük vazifede bir büyük kusur etmiş olmaz mıyız? Ya bu kusur üzerimizde kaldıkça İslâmiyet ve insaniyetle iftihara lisanımız nasıl varır?

Osmanlıların ahlâk-ı fazıla ve secâyâ-yı muhsinesini bildiğimizden hiçbir vakit zannetmeyiz ki bu tekâsül, fıkdan-ı hâhişten neşet etsin? Hiçbir vakit ummayız ki o hâhişten fiiliyatına suver-i icraiyenin taayyün etmemesinden başka bir mâni bulunsun?

İşte bu mütalâaya mebni suver-i icranın esasınca hatıra lâyık olan bazı mülâhazatı efkâr-ı umumiyenin takdirine arz ediyoruz:

50

Bu kelimeden sonra eserin ikinci baskısında “ile” edatı vardır. Cümlenin anlamına göre her ikinci baskıdaki ifade doğrudur.

Şüphe yoktur ki “Basiret”in 851 Rebiülevvel tarihli nüshasında/ [s.84] görülen bir lâyihada birçok esbâb ve delâiliyle ispat olunduğu üzere eğer Arabistan eyalâtı nizam-ı cedit altına alınır, ve Afrika’da bulunan cünûd-ı padişahînin idare-i umumiyesi merkez-i hilâfet-i seniyyeye celp olunursa saltanat-ı seniye kesret-i askerde Avrupa’nın en büyük devletiyle yarışabilecek bir dereceye vasıl olur. Ve o suret ise şan ve ikbalimizin teyidine ve hal-i istikbalimizin teminine pek büyük hizmet eder.

Lâkin, maksat ittihad-ı İslâm olunca bittabi hudud-ı Osmaniye derûnuna inhisar edemez. Ve o kadar umumî tutulacak bir arzunun beka ve revacı ise zann-ı âcizanemizce ancak siyaset, mezhep devâ‘isinden bütün bütün tecridiyle hâsıl olabilir.

Tarih bize göstermiyor mu ki -bu maksad-ı âli bir zamanlar Timur gibi, Selim-i Evvel gibi, Nadir Şah gibi tabiatın üç dört asırda ancak bir tanesini yetiştirebildiği havarîku’l-âdâd tarafından fevkine çıkılamayacak bir himmet-i mevâni-ber-endâzâne ile iltizam olundu, arada sellerle kanlar döküldü, ordularla canlar telef oldu, yine neticesinde muvaffakiyet görülemedi. Çünkü kılıcın kârı, iki cüzü birbirinden ayırmaktır, onu birleştirmek marifetin himmetine tevakkuf eder.

İşte biz de, matlab-ı âlâmızı hiçbir emrine itaat ettirmekde cebir ve kuvvetten istianeye ihtiyacı olmayan öyle bir muta-ı/ [s.85] cihaniyânın sâye-i himayesine verir isek o zaman beka ve terakkisinden emin oluruz.

Bir kere Asya halkına mukaddemât-ı maarif ve usul akait talim olununca herkes tabiatıyla anlar ki -Şeriat-ı Muhammedi’ye hiçbir vakit iki arşın bir dağ, veya harita üzerinde iki karış bir çizik iki takım insanı birbirinden ayırmakla veya onlardan birtakımı meselâ: “Olmaz” yerine “nebâşed” demekle veya birtakımı yumru yanaklı, diğer takımı çatık kaşlı bir nesilden gelmekle aralarında olan uhuvvet-i insaniye ve ittihad-ı İslâmiyeyi unutmalarına hiçbir vakit cevaz vermez.

Fıkıh ve kelâm, Hanefî ve Hanbelî veya Şafi ve Malikî ile Caferîler vesair fark-ı İslâmiye beyninde “şakk-ı asa”yı hiçbir vakit emir ve tervic eylemez. Demekki ehl-i İslâm, suret-i ittihadını politika ağrazında, veya mezhep mücadelelerinde değil, vaiz önlerinde, kitap sayfalarında aramaya muhtaçtır.

İşte bu esas üzerine ihya-yı İslâm ünvanıyla bir ittifak teşekkül eylediğini ve her isteyenin azalığına duhul yedd-i ihtiyârında bulunduğunu kemal-i memnuniyetle istihbar etdik. Ve buna dair Basiret’te bazı malûmat dahi gördük. Me’mûl ederiz ki, bu ittifak şimdi bulunduğu cemiyet halinde kalmaz, yakında umum milletten ibaret olur. Ve İslâm bir kere şu nokta-i hayr üzerine burada içtima/ [s.86] ettikden sonra pek çok zaman sürmez dünyanın her tarafında birleşir.

Gayret edelim, etrafı kendimize güldürmeyelim, ecdadımızı mezarlarında lerze-nâk-ı şerm etmeyelim, ahlâfımızın tahkir ve nefrîninden sakınalım!

Gayret! Gayret ki bu yolda sarf olunacak himmetler yâr ve ağyar indinde İslâm’ın insaniyetine, Osmanlıların hamiyetine mikyas addedilecektir.

“ LEVÂMİÜ’L-EFKÂR ” DAN

LEM‘A

Nazariyat-ı sahihaya göre -insan lafzının medlûlü- ruh-ı maa’l-cesettir. Ruhun cesede, cesedin ruha taalluk ve irtibatıyla taayün eden mahiyetimizin hasâis-i esasiyesi; akıl, vicdan, nutuktur. Sair havâs ve kavi bunların hademesi mesabesindedir.

Akıl, ahsâs ve idrak edilen ecsâm ve eşyanın künh ve hakikatini anlamak ister.

Vicdan, mevcudatın fevkinde bir kuvvet-i ezeliye hisseder, onu arar./ [s.87] Nutuk, aklın anladığını, vicdanın aradığını ifhâm ve ifadeye ihtimam eder. Tabiat istifham ve istifadeye çalışır, insan daima müstefhim ve müstefit olduğu şeyleri diğerlerine ve diğerleri dahi sairlerine anlatmaya çalışır. Malûmat-ı beşeriye teselsül eder, nev-i beni-âdem şu teselsülât içinde tasarrufât ile ihtiraâta, tevsi-i kemalâta muvaffak olur, sûrî ve manevî terakkiyâta yol bulur. Türlü türlü sanatlar marifetler vücuda getirir. Güna gün meksebler, mezhebler meydana çıkarır.

* * *

Beyne’l-beşer maksûm ve maruf olan ulûm-ı meşhure edebî, hikemi, şer‘i ünvanıyla üç kısımdır. Edebiyat -nutuğun tevessüâtından, hikemiyât- aklın taharriyâtından, şeriyât- vicdanın serâir-i semaiyeye temayülâtıyla efkârın ilâhiyat ve siyasetde tasarrufâtından zuhura gelmiş, her kavim ve millet arasında derecât-ı medeniyelerine göre az çok münteşir olmuş, usul ve füru‘ itibarıyle tekessür eylemiştir.

Tabiatın garaibe-i meyelâni münasebetiyle sihir, tılsımât, simya, kimya, nücûm gibi ulûm-ı garibe tabir olunur daha birtakım envaı maarif ezmine-i kadimede tahaddüs etmiş isede hemen kâffesini emvâc-ı inkılâbât alıp götürmüş, kıbâb-ı âlemde mevhum âlâ-itibar bir sada-yı/ [s.88] iştiharları kalmıştır. Kurûn-ı ahireye bazı kırıntıları intikal eylemiş olsa bile döküntü kabîlinden olarak ne usul ve kavaidi tafsilâtıyla mazbut ve mütearîf ve nede erbab-ı maruf ve müştehirdir. Belki ötede beride, köşelerde bucaklarda bu misli perakende

Fikr-i sahih, ilm-i sahih ister. Cumhur-ı ulema ilmi “ve hüve’l itikadü’l- câzim’l-mütabık lil vakıı” ve güruh-ı hükemâ “el-ilm ü hüve husul-i suretü’l şey-i ind’el akl” tarifleriyle tasvir ederler. Bu manaca tarif-i evvel eamm ve tarif-i sâni ehass isede ilmin mahiyeti lâyıkıyla düşünülecek olursa tarif-i evvel tercih olunur. Zira yalnız bir şeyin inde’l-ukûl suret-pezîr-i husul olması kifayet etmez. Elbette ilim, vakıa mutabık bir itikad-ı câzim olmak gerekdir ki onun hilâfını akıl tasavvur edemeyip insan tereddüt ve iştibâhda kalmaya.

Şu takdirce ulûm-ı beşeriyenin en sahihi bil-tecrübe sabit olup şehâdet-i his ve şuur ile tekrar eden malûmat-ı yakîniyyedir ki hilâfını akıl ne tasavvur ve ne tasdik edebilir. Meselâ ateşin keyfiyet-i harkı ve iki kere ikinin hâsıl-ı mecmuu olan dört gibi.

Ulûmun herhangi kısmında tekrar tecarîb ve tatbik ile maharet ve mümarese hâsıl edilirse ol fennin mesâil-i erbabına göre makulât-ı evâil gibi müstağni-i delâil olur. Ezcümle fünûn-ı riyaziyede arzın/ [s.89] küreviyeti bir mesele-i müsellemdir ki ilm-i heyette mahir ve mümares olanlara âlemi şekl-i ahirde tasvir ile tasdik etdirmek muhaldir. Kezalik ibâdât ve taâta salik olup da melekât râsiha-i tevhit ve iman ile vicdanca neşe-i îkane mâlik olanların indinde mu‘tekadât-ı diniyenin bi’l-tecrübe sabit olan malûmat-ı yakîniyyeden hiç farkı yoktur. Belki tesirâtca daha akvadır. Çünkü malûmat-ı yakîniyye meselâ “(e’s- sema-i fevkanâ)” misilli akli ve cismanî bir biliştir. Mu‘tekadât-ı diniye ise kalbi ve ruhanî bir anlayıştır. Yani malûmat-ı yakîniyyenin müteallik-i behiyye olan müdrikât-ı hariciyedirki müdrikin gayrıdır. Belki mu‘tekadât-ı diniye hariçde mevcut olmayıp nefs-i mu‘tekad ile kaim olan müdrikât-ı maneviyedir ki müdrikin aynıdır, bu makamda idrak ve müdrik ve müdrik-i aleyh şey-i vahid olmakla yek-diğerinden ayrılamaz.

Eşcârın birtakımı müsmir ve birtakımı gayr-ı müsmir olduğu gibi ulûmun dahi bazısı müsmir bazısı gayr-ı müsmirdir.

Ulûm-ı müsmire, ya izzet-i dünyeviye veyahut saadet-i uhreviyeyi istihsale medar olan fünûn-ı fazıladır. O da hikmet ve şeriattan ibaret olup kusur-ı füzelâdır. Edebiyat, hikmet ve şeriata hâdim olmak hasebiyle fünûn-ı fazıladan addolunur.

Ulûm-ı gayr-ı müsmire iki nev‘idir, biri fi-nefsi’l emr-i muzırdır: Sihriyât gibi. Diğeri ne nafi‘, ne muzırdır: Reml-i vefk gibi./ [s.90]

Birincisi şer‘en merdûd, ikincisi malayani demek olup aklen matruttur. Alelıtlak muvazene-i efkâr ve efâl için hikmet ve şeriatın red ve kabulü en sahih mizan ve mikyastır. Bu mizan ve mikyas ile vezin ve tatbik edilince görülür ki hikmet ve şeriata münâfi herne var ise ya muzır ya abestir.

Muzırât ve abesâtın vâcibü’l-terk olduğunu herkes mu‘terif iken çok kimselerin muzırât ve abesâtı itiyat etmeleri akıl ve idraklarının gevşekliğinden, daha doğrusu işledikleri şeyin hakikaten muzır veya abes idüğünü âli-i veche’l-yakîn bilmediklerinden ileri gelir.

Derece-i yakîne vasıl olan ilim, mucib-i ilimdir. Müşekkekler, mukallidler tahkik ve teyakkun-ı neşelerini bulamadıklarından amelde tereddüt ederler. Yoksa ilminde muhakkak ve müteyakkın olanlar bildikleriyle âmil olmamak gayr-ı kabildir. Meselâ ilm-i aruzdan mahir bir şaire bahr-ı remelden bir beyitin bahr-ı muzarîden olduğunu inandırmak nasıl ki müstehîl ise, hikmet-i tabiiyede mümarese-i kâmileye mâlik olan bir âlimide “hava basittir” diye kandırmak mümkün değildir.

Ulûm-ı dineyede bunun gibidir. Zikir ve tevhit ile tenvir-i derun ederek sahihen zühd ve salâh yolunda tezevvuk eyleyen bir âbidin fısk u fücura meyletmesi, şer‘en hilâfına gitmesi pek baîddir./ [s.91] Ekser medeniyetlerin emr-i ibadette kusur etmeleri adem-i itikattan olmayıp ancak tarik-i takvada bi’l-temekkün zevk alamadıklarından ileri geldiği gibi.

İlmiyle amel olmayanların cadde-i tahkikten inhirafları dahi iktiza-yı ilme adem-i itinadan değil, ilimde rüsûh bulamadıklarından neşet eder. Fasidü’l ahlâk olan bazı ulema zahirde li-illetin ber muceb-i ilim amel etmez gibi görünürse de manen yine ilmiyle ameldir. İrtikâb ettikleri hal ve hareket, mugayir-i hakikat olduğunu bilirler. Fakat bildikleri rüsûh ve yakîn ile kuvvetlenerek kendilerince zevk-i vuzuh hâsıl olamadığından hakkı iddiada ısrar edemezler. Bu makulelere, yani maruz-ı beyanda hakkı sükût ile geçiştirip doğru söylemeyenlere “şeytan-ı ahras” derler.

“El-ilm-i bila amel keş-şecer bilâ-semer” 52 müfâdının mâ-sadakı o misilli şeyâtin-i ahrasın malûmatı bî-faydalarıdır.

52

İdrakatte râfi‘-i şübehât olan derecat: İlme’l yakîn, ayne’l yakîn, hakke’l yakîn mertebeleridir.

İlme’l yakîn; umurı alî mâ-hüve aleyh tasavvurdan, ayne’l yakîn bi’l- müşahede tasdikten, hakke’lyakîn; bir vech-i iyan-ı ruiyet ile tezevvuktan ibarettir.

Bağdat’ı görmediğimiz halde tevatüren işitmekle bilâ-şek onun vücudunu tasavvur edişimiz ilme’l yakîn; Bağdat’a takarrüp ile uzaktan görüşümüz ayne’l yakîn, Bağdat’ın içine girip bâlâ-taraf muayene/ [s.92] ederek bu ıttıla ile tezevvuk eyleyişimiz hakke’lyakîn mertebesidir. Beyne’l-fusala birinci dereceye ilim-i husuli, ikinci ve üçüncüye ilim-i huzuru ıtlak olunur.

İlim-i husuli istidlâlde rüsûh ile, ilim huzuru gayet-i maksuda vasıl olup zevk- i vuzuh ile kemal bulur.

Malûmattan illet-i gâiyete; nefsi’l emri bilmek, idrakda hükümde tereddüt etmektir.

Ulema-i riyaziyun, harekât-ı nücûmdan bi’l-istidlâl husuf ve küsufun ne zaman vuku bulacağını istinbât ederek idrakinde, hükmünde asla müteredid olmadığı gibi, maarif-i ilâhiye de müttakîn olan urefâ-yı riyaziyun dahi esrar-ı ayet-i semadaniyeden bi’l-istikşaf-ı hakikat haşre vâkıf olarak kıyametin zuhura geleceğinde katen tereddüt etmezler.

Bir müneccim, kıbele’l-vuku husuf ve küsufu haber verir. Sair mehere-i müneccimin dahi öyle istihraç ettiklerinden derhal onu tasdik ederler.

İlm-i nücûma fi’l-cümle intisabı olanlar: (Evet zıll-ı arzın) haylûliyetle kamerde husuf ve kamerin şems ile arz arasından mürur eylemesi münasebetiyle güneşte küsuf vakıa olabilir “biz kitaplarda gördük şüphesizdir” derler.

İlm-i nücûma hiç vukufu olmayanların kimisi hiç nâkıllara itimaden/ [s.93] imkânına kail olup zuhuruna intizar ve kimisi bu şeyler mugayyebâttandır müneccimler kâzibdir diyerek ilm-i nücûmu esasen cerh ve iptale girişip inkâr ve inadında ısrar eyler. Hengâme-i mahşer hususunda ki ihtilâfâtı buna temsil edebiliriz.

Âlem-i beşeriyete şeref-bahş-ı vürut olan kâffe-i resul ve enbiya o sırr-ı azimi haber vermiş, tebligat-ı semaiyeye iman eyleyen amme-i ulema-yı milel bilâ-tereddüt tasdik edip kitaplara yazmış, erbab-ı mütalâanın bazısı tahkik, ekserisi taklit yüzünden ahirete inanmış, cahiller semâen tevarüs eden bir itikad-ı müselsel ile

râvîlerin sözlerine bağlanmış, çok kimselerde ukalâlık taslayıp, hayat-ı müstakbelin aslı faslı yoktur, müteferrik olan eczanın bir daha ittisal ve içtimaı kabil değildir, zeminlerinden kopuşarak hikmet-fürûşluğu takınarak inkâra tasaddî ede gelmiştir.

Münkirlerin âlem-i ahiri muhâlâttandır demeleri ilm-i nücûma vâkıf olmayan cühelânın husuf ve küsufu mugayyebâttan addederek müneccimlere ‘izz ü kizb ile suizan etmelerine şebye bir safsatadır. Bu da hubb-ı dünyanın îrâs ettirdiği gaflete neşe-i asliyelerini unutmuş, o neşeden maksat ne olduğunu anlayamamış, mahsusât ve maddiyata hasr-ı efkâr etmiş, maneviyattan haz alamamış olduklarından neşet eyler.

Fünûn-ı bahriyede mütebahhir olan kaptanlar, hava râkid iken bazı/ [s.94] alâim-i ceviyeden bir fırtına zuhur edeceğini keşfedip ihtiyat üzere bulundukları gibi, ebhâr-ı maarif-i ilâhiyede şinâveran-ı rüsûh olan arifler, mebâdi-i ekvâna nazarla hakâyık-ı imkânını bi’l-taharri, sırr-ı meâda müntalik olarak akıbet’il emr-i zahirin, batına avdet ve rücuuyla haşr denilen hâdise-i azimenin husüle gelip âlemin başına bir kıyamet kopacağını, neşe-i ahiri tehaddüsüyle serâir-i meâd-ı münkeşif olacağını bilir, intibah üzere bulunur. Nasıl ki sekine-i sefine sükûnet-i havaya bakarak fırtınanın zuhur edeceğinden sefinenin muzmahil olacağından bî-haberdir. Sükkân-ı cihanın ekserisi de öylece dünyaya, zevk ve safaya dalmış ahiret ve akıbetlerinden gafil kalmıştır.

Vakıa bu gaflet, imar-ı âleme bâis olup bir mekr-i hile-i ilâhiden münbais ise de o misilli gafillerin yüzünden görülen harabîyet, inde’l-mukayese umrânından ziyadedir. Kul-lilahe sümme-zerhim…..