• Sonuç bulunamadı

MALİNOWSKİ’DE DİN

2.2 MALİNOWSKİ’YE GÖRE İNANÇ

İnanç, kişiye insan olma özelliğini kazandıran temel yapı taşlarından bir tanesidir. Sadece insana özgü olup onun değişmez bir gerçeğidir. Ancak inanılan şeyin kendisi için aynı ifadeyi kullanamayız. İnanılan şey için yanlış-doğru veya gerçeğe yakın ifadelerini kullanırız. Zaman içerisinde inanılan şeyin hangisinin yanlış, hangisinin doğru, hangisinin gerçeğe yakın olduğu ortaya çıkabilir.

İnanç salt korkularımızın ve yok olmama arzularımızın ortaya çıkardığı bir olgu değildir. Ancak bunlar inancımızı tetikleyen unsurlardır. Yeryüzünde inancı ve kadercilik anlayışını tetikleyen ucu açık birçok nokta vardır. Depremler, doğal afetler (kuraklık, sel baskını, kasırga…), gökyüzü hareketlerinin kolayca anlaşılabilir belli bir mantığının olmaması, dünyamız dışında (uzayda) gelişen olaylar vs. Bunlar bizde

korkular yaratır. Her çeşit korku da inancımızı tetikler. Yok olmama arzusu, hayatta kalma güdüsü, kontrol edemediğimiz olaylar ayrıca inancı etkileyen unsurlardır. İnancın belirgin bir şekilde görünebilmesindeki diğer bir etken ‘fikirler’dir. İnsanlar fikir üretebilen canlılardır. Çevrelerinde kendi kontrolü dışında olaylar geliştiğinde, kendi zayıflıklarının ve çaresizliklerinin farkına varırlar. Birçok ani değişiklik bilinçaltımızda mevcut olan inanç patlamasına neden olur. Günümüz dünyasında inancı tetikleyen -aynı zamanda sorgulayan- faktörlere ekleyebileceğimiz bilgi de fikirleri ciddi oranda destekleyen unsur haline gelmiştir. Özellikle Rönesans denilen süreçle birlikte bilgi ve uzantısı kabul edebileceğimiz fikirlerin genel anlamda inanca ve özel anlamda da dinin inanç boyutuna ciddi etkiler yaptığı bir gerçektir. Tek tanrıya inananlardan ilkel kabilelerdeki mana (totem) inançlarına; ateist, deist, agnostiklerden rasyonalistler ve hümanistlere kadar insanlar günümüzde değişik inanç kategorilerine ayrılmaktadır.

Bütün dinlerde, kabul edilmesi ve bağlanılması gereken ilke ve kurallar bütününü ifade eden inanç, dinin ilk boyutudur. Toplumbilim araştırmalarında dinin teolojik içeriğinden uzak durmaya çalışmak genel bir eğilim olarak söylenebilirse de bu tavır gerçekte inancın mahiyetini tartışma konusu yapmamak içindir denilebilir. Dinin toplum içindeki konumunda inanç boyutunun önemi daima göz önünde bulundurulur. Zira her ne kadar dinlerin sübjektif boyutu gibi gözükse de inanç; ibadet ve cemaat özelliklerinin görünür olmasında önemli bir temel oluşturmaktadır.

Bu bölümünde biz Malinowski’nin, yapmış olduğu araştırmalarda inançla ilgili konulardaki notlar ve yorumlar üzerinde durarak onun görüşlerini ortaya koyacağız. O, dinin inanç boyutuyla ilgili olarak yaratılış, ölüm, cennet-cehennem, yeniden diriliş, ruh, mucize, efsane, mitoloji konularına eğilmiştir.

2.2.1 YARATILIŞ

Dinlerdeki temel inanç esaslarından biri yaratılıştır. Hemen her din kâinatın yaratılışından insanın yaratılışına kadar birçok noktada izahlar yapmaktadırlar. Bazı

dinlerdeki yaratılış olayları benzer şekillerde açıklanırken birçok din olaya farklı izahlarla yaklaşabilmektedir. Mesela İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilikte yaratılış anlatımı tamamen olmasa da belli ölçüde benzerlik göstermektedir denilebilir. Ancak dünyadaki dinlerin yaratılış konusundaki farklı düşünceleri elbette çok daha fazladır. İlkel kabile dinlerinde de farklı yaratılış anlatımları olduğunu bilmekteyiz ki bunlardan biri de Malinowski’nin alan araştırmasına konu olan Trobriand yerlilerininkidir.

Malinowski uzun araştırmaları sonucunda oluşturduğu kitaplarında bu yerlilerin yaratılışla ilgili inançlarının net görüntüsünü bize sunar:

“Dünyaya, der yerliler, önce toprağın içinden yerleşildi. İnsanlık o zamanlar orada, bugün yer üstündekinin bütün ilişkilerine benzeyen bir yaşam sürüyordu. Yer altında insanlar köyler, klanlar ve bölgeler halinde örgütlenmişti. Rütbe farklılıkları vardı. Ayrıcalıkları bilirlerdi ve hakları vardı. Mülklere sahiplerdi ve büyü sanatına vâkıftılar. Bütün bunlarla donanmış olarak yeryüzüne çıktılar ve bu eylemle toprak ve yurttaşlık haklarında, ekonomik haklarda ve büyü eylemlerinde belli ayrıcalıklar yerleşti.”173.

Yukarıdaki betimleme her ne kadar bizlere bazı noktalardan açıklayıcı gibi görünse de kafamızda cevabını bulamadığımız bir takım sorular da elbette kalmaktadır. Trobriand yerlilerinin yaratılıştan anladığıyla bizim anladığımız arasında belki de en temel nokta ilk insanın nasıl yaratıldığı konusunda görülebilir. Gerçekte bu yerliler ilk insanın nasıl yaratıldığıyla hiç ilgilenmemektedirler.

Malinowski’nin yukarıda gösterdiği ‘kültürlerin tikelliği’ örneğinin önemi büyüktür. Farkında olalım veya olmayalım hepimiz genel olarak yetiştiğimiz kültürün kodlarıyla düşünürüz. Ötekini anlamak bu yüzden ilk etapta olabilecek bir şey değildir. Biraz zaman ve çaba ister. Bu durum yerlilerle ilgili olarak da aynıdır. Dolayısıyla ‘kendi kafamızdaki çerçevenin tam olarak dolmadığını gördüğümüzde ötekini küçümseme eğiliminde’ olabiliriz. Yukarıdaki örnekten devam ederek

söyleyecek olursak biz yaratılışta Âdem-Havva kıssası beklerken bize göre alakasız anlatımlarla karşılaştığımızda kafamızda karşı tarafla ilgili belli kalıplar yaratma eğilimine gireriz. Cevap alamadığımız soruları sorarız. Ancak her soru işleri ilk etapta daha da içinden çıkılmaz hâle getirebilir. Bunun sebebi o kültürü tanımamak, her kültürün kendine özgü, biricik ve tikel olduğunu unutmaktır. Bize göre çok önemli olan sorular bir başka kültürün insanı için hiçbir anlam ifade etmeyebilir. İşte Malinowski’nin dikkat çektiği nokta tam da burasıdır.

Peki bu anlatımların değeri nedir? Malinowski’ye göre “bir öyküde gerçekten önemli olan onun sosyolojik fonksiyonudur. O, temel bir olguyu, yerel birliği ve aynı kadın atadan gelmiş insan grubunun akrabalığa dayanan birliğini taşır, gösterir ve güçlendirir… Bir yandan gerçekliği onun toplumsal fonksiyonundadır; öte yandan da, önce öykünün toplumsal fonksiyonunu araştırmakla başlayıp böylece onun tüm anlamını yeniden kurduğumuzda yavaş yavaş ilkel toplumsal düzene ilişkin tüm kuramı geliştirmeyi başarıyoruz”174.

2.2.2 ÖLÜM ve FONKSİYONLARI

Ölüm tüm insanlığın, üzerinde bütün temel yönleriyle uzlaştığı ender olgulardandır. Varlığı asla inkâr edilemeyen, aşılamayan, sırlı ve evrensel yönüyle ölüm farkında olmasak da birçok kişisel ve toplumsal durum, olay ve olguyu şekillendirmektedir. Hayat ölümün gölgesinde sürmektedir denilebilir. İster medeni denilen insan olsun ister bir ilkel kabile insanı, ikisi de ölüm ve onun sonuçlarıyla ilgili benzer duygulara sahiptir.

Malinowski’ye göre dinin kökeninde ölümün olduğunu daha önce belirtmiştik. O, “dinin bütün köklerinde, yaşamın son temel olayı -ölüm- büyük önem taşımaktadır… insan, yaşamını ölümün gölgesinde sürdürür…” der175.

174 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.117. 175 Malinowski, a.g.e., s.42-43.

Malinowski cenaze törenlerinde bütün dünyada şaşırtıcı bir benzerlik olduğu kanaatindedir. “Ölüm yaklaşınca en yakın akrabalar, kimi zaman bütün topluluk ölüm döşeğindeki kişinin çevresinde toplanır. Ve ölüm, soya ilişkin herkesin katıldığı bir olay haline geliverir”176. Dolayısıyla ona göre ‘akrabaların toplanması, ölünün etrafında kalabalıklaşma, aynı sülaledeki insanlarda görülen derin üzüntü, ölüye karşı takınılan saygılı tavır… gibi birçok davranış’ hemen tüm dünya toplumlarında ortaktır denilebilir.

Her ne kadar Malinowski ortak tutumları belirtse de ölümle ilgili tikel durumları da göstermiştir. Bu durumun en uç örneğini ölü etini yeme, onun tabiriyle “cenaze yamyamlığı” denen davranışta görürüz. “Bu, son derece büyük bir tiksinti ve dehşetle yerine getirilir ve çoğunlukla da ardından şiddetli bir kusma gelir. Aynı zamanda da en yüksek saygı, sevgi ve bağlılık edimi olarak değerlendirilir”177. Malinowski’ye göre, ölüm her toplum için çok ciddi bir olay, topluluğun farklı bir hâleti ruhiyeye bürünmesine ve günlük rutin işlerin kesilmesine neden olan bir olgu olsa da önemli fonksiyonları da beraberinde getirmektedir. Bu durumun temel sebebinin ölümsüzlük inancı olduğu söylenebilir. İnsan ölüm karşısında korku duyar. Ölümün bir son, bitiş ve yok oluş olduğunu kabul etmek istemez. Birçok dinde ölüm ‘son durak’ değildir. Sadece geçilen bir duraktır. Değişik biçimlerde de olsa insanın ebediliği tabiri caizse ölümsüzlüğü dinlerin kabul ettiği bir düşüncedir. Eğer ölümsüzlük düşüncesi olmasaydı, ölüm sıradan bir hareket, olgu, eşya… konumunda olacaktı ve fonksiyonlarından söz etmek mümkün olmayacaktı. Bu gerçekten hareketle Malinowski de ölümün fonksiyonlarından bahsetmeden önce ilkellerdeki ölümsüzlük düşüncesine vurgu yapar. “İlkel… ölüm karşısında büyük korku duyar. Onu bir son olarak kabul etmek istemez. Kesin bir bitişi, yok olmayı düşünmeye dayanamaz”178.

Malinowski, incelemiş olduğu ilkel toplum üzerinden yaptığı yorumlarında ölümün grup üzerindeki etkileri ve fonksiyonlarıyla ilgili şunları söylemektedir:

176 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.44. 177 Malinowski, a.g.e., s.45.

“…bir erkeğin ya da bir kadının ölümü önemli bir olaydır... küçük topluluk ciddi biçimde etkilenmiştir… ölüm, ilkel bir toplum için bir üyenin kaybından çok daha fazlasını ifade eder. Yaşama içgüdüsünün derinliklerindeki güçlerinden bir kısmının harekete geçirilmesi bile grubun bütün birliğini ve dayanışmasını tehdit eder.”179.

Görüldüğü gibi ölüm, bir taraftan toplumda normal akışı kesintiye uğratan disfonksiyon görüntüsü verse de topluluğun bir araya gelmesi ve dayanışmasını yeniden kurmasıyla çok ciddi iki fonksiyon icra etmektedir. Eğer ölüm karşısında tam bir boyun eğme durumu olsaydı ölümün bu fonksiyonlarından bahsetmek mümkün olamayacaktı.

2.2.3 RUH ve YENİDEN DİRİLİŞ

Ölümle iç içe geçmiş konulardan birisi de ruhtur. Gerek felsefi gerek dini olsun, ruh insan için son derece gizemli ancak merak uyandıran bir konudur. Bir yerde ölümden bahsedilip ruhtan bahsedilmemesi neredeyse mümkün değildir. Gerek sosyolojik gerek antropolojik araştırmalar toplumlarda ölümle ilişkili konuların en önemlilerinden birinin ruh konusu olduğunu apaçık şekilde ortaya koymuşlardır. Bu bağlamda, Malinowski de araştırma yaptığı bölgenin insanlarının ruhla ilgili görüşleri ve inançlarını incelemiştir. O, alan araştırmasındaki dinle ilgili notlarında belki de en fazla ayrıntıyı yerlilerin ‘baloma’ dedikleri ruhla ilgili konuda vermiştir. Konuya ruhun nasıl bir şey olduğunu inceleyerek başladığı görülmektedir.

“Baloma (ruh) nasıldır? Bedeni bizimki gibi midir, farklı mıdır? diye sorulabilir. Bu sorulara verilecek cevap hemen her zaman şu olacaktır: Baloma sudaki yansıma gibidir”180. Her ne kadar yerliler bu cevabı vermiş olsalar da ruhlara yükledikleri taş atma, saldırma, yüksek sesle bağırma gibi özellikleri de ona yükleme eğilimindeler diye belirtmektedir Malinowski. Hatta yerliler için “eğer baloma bir yansımaysa nasıl yüksek sesle bağırabilir… nasıl taş atabilir? gibi sorularla metafizik olarak

179 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.48-49. 180 Malinowski, a.g.e., s.177.

köşeye sıkıştırılırlarsa aşağı yukarı şöyle yanıtlarlar: Bak, baloma gölge gibidir ama tıpkı insan gibi davranırlar”181 diye eklemiştir. Dolayısıyla ruhun ne olduğuyla ilgili bilgiler konusunda sınırlı bir çerçevenin dışına çıkamadığını “onlarla tartışmak zordu” diye itiraf etmektedir182.

Malinowski, Trobriand bölgesindeki alan araştırmasının ruh inancıyla ilgili bölümünde (ruhun neliği konusu dışında) görebildiğimiz kadarıyla temelde iki soru etrafında cevaplar aramıştır: ‘Ölümle bedenden ayrılan ruh nereye gitmektedir?’ sorusu ve ‘ruh ölümsüzse (ki o bölge insanı buna inanıyordu) ölümle başlayan süreçte ruh neler yapmaktadır?’ sorusu. Bu sorular çerçevesinde yaptığı araştırma ve gözlemlerini eserlerinde ruhla ilgili müstakil bölümler açarak anlatmıştır.

Ruhun yolculuğuyla ilgili anlattıkları Malinowski’nin üzerinde durduğu ilk sorunun cevabı niteliğindedir:

“Baloma (ruh) Tuma’da [bir ada] belirli, kesin olarak tanımlanmış bir yaşam sürdürüyor, zaman zaman köyüne geri dönüyor… Köyü terk edince balomanın kendisi için yas tutan insanlarla bağlantısı kesilir… Yüreği acılıdır ve geride bıraktıkları için üzülür. Tuma kumsalında Modawosi denen bir taş vardır. Baloma bunun üstüne oturup ağlar… Az sonra diğer balomalar onu duyarlar. Bütün akraba ve dostları yanına gelir. Çevresine çömelip yakınmasına katılırlar”183.

Ancak daha sonra ruh yer altındaki bundan sonra oturacağı köye gider. Her zaman akrabalarından birkaçını bulur. Bunlar onun için bir ev buluncaya ya da yapılıncaya kadar onun yanında kalırlar. Ruh her durumda Tuma’da mutlu bir varoluşa teslim olur ve yeniden geri dönünceye dek bundan sonraki yaşamını burada geçirir184.

181 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.178. 182 Malinowski, a.g.e., s.179.

183 Malinowski, a.g.e., s.161-162. 184 Malinowski, a.g.e., s.168-169.

Yukarıdaki satırlara baktığımızda o bölge insanının ruhla ilgili görüşlerinin derin düşüncelerden uzak, akla gelebilecek bir sürü soruyla hiç ilgilenmeyen yüzeysel bakışla oluştuğu görülmektedir. Daha sonra üzerinde duracağımız sorularla ilgilenmeyen bir ruh düşüncesini sade bir anlatımla veren Malinowski ölümden sonrasıyla ilgili sadeliği de şöyle anlatmaktadır: “Ölümden sonra hiçbir mahkeme yok. Yaşama ilişkin hiçbir hesap istenmiyor. Atlatılması gereken hiçbir sınav ve genelde bu yaşamdan diğerine giden yolda hiçbir zorluk yok”185. Özellikle Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın ölüm ötesi anlatımıyla hiç benzerlik göstermeyen bu düşüncelerde tam olarak tikel bir görünüm ortaya konulmuştur diyebiliriz. Ölümden sonra ruhun yaşadıkları öylesine bu hayatta yaşadıklarına benzer ki âdeta yaşadığı hayatın hiçbir zaman dışına çıkmaz. Sadece -yine bu dünyada olmak kaydıyla- başka bir adada yaşarlar. Ancak bu yaşantı da ebedi değildir ve anlatımlar bizi reenkarnasyon inancını irdelemeye götürmektedir.

Reenkarnasyon genellikle ilkel dinlerde ve Hint dinlerinde görülmektedir. Bu inanç ruhun ölümsüzlüğünü temel alır. “Beden öldüğünde ruh bir başka bedende yeniden doğar… Ruh bir önceki yaşamla bir sonraki yaşamı arasında paralellik kurar. Buna göre bir önceki yaşamında kötülük yapmış olan kişi, bir sonraki hayatında kötü bir insan veya hayvan şeklinde olabilir. İyilik yapmış olan kişi de tanrı bile olabilir”186 şeklinde açıklanabilecek reenkarnasyon farklı şekilde Trobriand inanç sisteminde de bulunmaktadır. Ruhla ilgili yukarıda verdiği bilgiler eşliğinde Malinowski, reenkarnasyon süreciyle ilgili diğer anlatımlarında durumu şöyle tasvir eder:

“Her durumda balomanın Tuma’daki yaşamının sonu, onun yaşam dolaşımında önemli bir dönüm noktasıdır… Baloma yaşlanınca dişleri dökülür, cildi pörsüyüp buruşur. Sahile gidip tuzlu suda yıkanır. Böylece tıpkı yılanların yaptığı gibi deri değiştirip küçük bir çocuğa daha doğrusu bir embriyoya (waiwaia) dönüşür. Bir baloma kadın bu embriyoyu görür, yerden alır, bir sepete ya da katlanmış bir hindistancevizi yaprağına koyar. Küçük varlığı köye

185 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.166.

(Kiriwana’ya) götürüp vajina yoluyla bir kadının karnına sokar. Böylece kadın gebe kalır”187.

Reenkarnasyonla ilgili yukarıdaki düşünceler bir takım uzantıları da beraberinde getirmektedir. “(Adaların) batı kıyılarındaki bütün köylerde yetişkin kızlar, yıkanırken belli güvenlik önlemleri alıyor. Ruh çocukların deniz köpüğünde veya dukupi denen bazı taşların içinde saklandıkları kabul ediliyor… Evli bir kadınsa gebe kalmak istediği zaman, saklı bir ruh çocuğun, bedenine girebilmesini sağlamak için dukupi denen taşı kırabiliyor”188. Bu noktada üreme konusunda babanın rolü hakkındaki Trobriand yerlilerinin düşüncesi de önem kazanmaktadır. Zira üremede babanın onlara göre hiçbir etkisi yoktur189.

Peki reenkarnasyon inancının toplumsal boyuttaki yansımasında neler görülmektedir? Malinowski olayın daha ziyade bireysel etkisi olduğu kanaatindedir: “Reenkarnasyon, genel ve popüler bir inanç olmasına ve herkesçe bilinmesine rağmen, toplumsal yaşamda önemli bir rol oynamıyor”190.

Tam bu noktada ölüm sonrasıyla yakın ilişkisi olan cennet ve cehennem konusuna değinilmesi yerinde olacaktır.

Cennet ve cehennem konusu, ölümden sonra bir hesap gününün olacağını düşünen toplumlarda görülmektedir. Ancak ilginç bir şekilde her ne kadar reenkarnasyon inancı hâkim olsa da, Malinowski, Trobriand yerlilerinin inancında cennet olarak değerlendirilebilecek bir yaşamdan da söz etmektedir. Bu yaşamda “…ölümden sonra hiçbir mahkeme yok. Yaşama ilişkin hiçbir hesap istenmiyor. Atlatılması gereken hiçbir sınav ve genelde bu yaşamdan diğerine giden yolda hiçbir zorluk yok”191. Trobriand’da bu durum herkes için geçerlidir.

187 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.236-237. 188 Malinowski, a.g.e., s.239.

189 ‘Din-aile ilişkisi’ başlığında konuyu daha detaylı olarak ele alacağız. 190 Malinowski, a.g.e., s.241-242.

Görüldüğü gibi Trobriand inancında cenneti andıran bu tasvirler reenkarnasyon inancıyla yoğrulmuş şekilde bulunmaktadır. Ancak biz Malinowski’nin eserlerinde bu kültürle ilgili her hangi bir cehennem tasviri yaptığına ise rastlamadığımızı belirtelim. Dolayısıyla cennet-cehennem konusu bir tikellik örneği oluşturmaktadır. Buraya kadar incelemiş olduğumuz açıklamalardan reenkarnasyon inancının o kültürde bazı farklı noktalarıyla ön planda olduğunu yani tikel özellik gösterdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ruhun, yeniden dirilişin temelini de reenkarnasyon inancı oluşturmaktadır.

2.2.4 MUCİZE

‘Peygamberlerin kendilerine inanmayan insanlara peygamberliklerini ispat etmek amacıyla Allah'ın iznine bağlı olarak gösterdikleri, insanları hayran bırakan, tabiatüstü sayılan olaylar’ diye tarif edebileceğimiz mucize, dinlerin ortak konularından biridir. Mucizesiz inanç yoktur diyebiliriz.

Mucizelerin ilahi dinlerde peygamberlikle yakın ilişkisi olduğu bilinmektedir. Ancak ilkel dinlerde durum farklıdır zira bu dinler peygamberlik mefhumunu barındırmazlar. Peygamberlerin yerini burada görece olarak büyücülerin aldığı söylenebilir. Kanaatimizce -mesela İslam’ı örnek olarak ele alırsak- İslam’daki peygamber, evliya ve âlim kategorilerinin üçünü de ilkel din ‘büyücü’ tipinde birleştirmiş görünümü vermektedir. Peygambere ait olan mucize, evliyaya ait olan keramet ve âlimle özdeşleşen bilgi tek noktada yani büyücüde toplanmaktadır. Malinowski de ilkel toplumun tüm bu kategorileri büyücüde birleştirdiğini ve ayrı kategorilere gerek görülmediğini söyler gibidir.

“Büyücünün kişisel ünü önemlidir ve ilginç görüngünün nedeni budur. Buna ‘bilinen büyü mitolojisi’ denebilir. Her büyük büyücünün çevresinde, onun mucizevî iyileştirmelerine ve öldürmelerine, aşk konusundaki kazanımlarına, zaferlerine ve fetihlerine ilişkin öykülerden doğmuş bir azizlik hâlesi vardır. Her ilkel toplumda böyle öyküler büyü inancının omurgasını oluşturur. Çünkü büyünün mucizelerine ilişkin haberler,

herkesin kendi deneyimiyle desteklenerek onun iddiasını güçlendirir ve onu her tür kuşkunun, her tür eleştirinin üstüne çıkarır.”192.

Malinowski’nin örneklemler üzerinden ulaştığı sonuçlarla ilgili yorumuna baktığımızda ilkel dinler her ne kadar mucize adıyla mucize, keramet ve bilgiyi birleştiriyor görünseler de gerçekte verilen örnekler (iyileştirme… gibi) mucizeden ziyade keramete yakın gibi durmaktadırlar. Bizim anladığımız mânâda mucizenin kevni olma yönü burada görülmemekte, kişisel yön ön plana çıkarılmaktadır. Dolayısıyla ilkel toplumlarda mucize önemli bir olgu olsa da onların mucize dediği şeyler bize göre keramet kategorisine yakın durmaktadır.

2.2.5 MİT

Din sosyolojisinde ele alınan konulardan biri de mitoloji konusudur. Daha ziyade dinin kökenleriyle ilişkili olarak özellikle ilk dönem sosyologları tarafından üzerinde durulan konu, araştırmamızda Malinowski özelinde ele alınacaktır. İnanç konusunda görülebilecek en fazla tikellik örnekleri mitoloji alanında görülmektedir. Ancak her ne kadar mitolojiyle yakın ilişkili gibi dursa da masallar konusuna değinmeyeceğiz. Konuyla ilgilenenler Malinowski’nin eserlerinde dağılmış şekilde bulunan masalları araştırabilirler. Zira Malinowski’ye göre “masallar eğlence için, efsaneler (mitolojiler) ise güvenilir tanıklıkta bulunmak ve toplumsal ihtirası doyurmak içindir”193. Bunun dışında mitler “yalnız gerçek sayılmakla kalmayıp saygıdeğer ve kutsal da sayılmaktadırlar”194.

Mitoloji (efsane) “bir toplumun ortak aklını içeren, milli kimliğin ve ortak yaşamın anahtar yönleriyle ilgili olan inançları açıklamak üzere anlatılan hikâye ve kıssa”195 diye tanımlanabilir. Mitolojiler daha ziyade evrenin yaratılışı, insanın kökeni, kâinatın geleceği, tanrıların kökeni, insanın geleceği… gibi konulara cevap ararlar. Bütün toplumların mitolojileri vardır ve o toplumun zihin ve duygu dünyasıyla ilgili

192 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.83. 193 Malinowski, a.g.e., s.105.

194 Malinowski, a.g.e., s.105.

önemli ipuçlarını barındırmaları bakımından mitolojiler ayrıca değerlidirler. “Bu gerçek aracılığıyla da bugünkü yaşam, insanlığın yazgısı ve etkinlikleri belirleniyor ve bunun bilinmesi insana ayinsel ve ahlaki eylemler için motif verdiği gibi, bunların yerine getirilmesi için direktifler de veriyor”196.

Mitolojilerin kökeniyle ilgili temelde iki görüş olduğu söylenebilir. Onu bilinçaltının